13 Aralık 2006 Çarşamba

“ŞEREFE HATIRALAR”

Nesrin Kazankaya’nın, Tiyatro Pera’daki başarılı oyunları Seyir Defteri,Julia ile Dodrinja’da Düğün’ü görebilmiş miydiniz bilmem? Onlarda da dünyamızın yakın geçmişteki durumunu, yaşadıklarını çok çarpıcı biçimde oyunlaştırıp sahneye koymuş sonra arkadaşlarıyla birlikte canlandırmıştı.
“Şerefe Hatıralar, İstanbul 1955” onun son oyunu; bu kez 1950’li, 60’lı, 70’li yıllarda yurdumuzun yaşadıklarını özetlemiş. Yerinin ve olanaklarının darlığını göz önünde bulundurarak çalkantısı, sarsıntısı hâlâ süren o yılları beş simge kişiyle yansıtmış: 1950’den sonra, “küçük Amerikalaşmaya” inanan ilkeli, sıkıdüzenli koca; ozan çevirmen erkek kardeşiyle birlikte nasıl olacağını tam kestiremese de daha eşitlikçi bir dünya düşleyen, sanata, yazına, müziğe vurgun eşi; Ruhi Su türküleri dinleyerek büyümü, yüksek öğrenim görmüş, ama toplumun yer ve iş verip yararlanamadığı delikanlı; çiftin hem küçük kızlarını, delikanlının gizli sevgilisini de, ozan-çevirmen kardeşin yavuklusunu da canlandıran genç kız.
Arada, 50’li yılların en sarsıcı olaylarından 6-7 Eylül yıkımı, ABD’nin izinde, daha doğrusu cicili bicili sözlerle yutturulmaya çalışılan anamalcı soygunun kaçınılmaz sonucu olarak fokur fokur kaynatılmaya başlanan cadı kazanı, kovalamalar, kovuşturmalar, ülkenin düşünsel-sanatsal yaşamının simgeleyen Erol Güney’in uyduruk bir suçlamayla yurttaşlıktan çıkarılıp dışarı atılışı. Korku-yılgı kasırgasının ozan-çevirmen Suat’ı Ayvalık’a kaçmak zorunda bırakışı; onsuz, düşsüz kalan Sunay’ın geçirdiği bunalım; Türkiye’mizin serbest piyasa ekonomisiyle, daha doğrusu bir deyişle, sınırsız soygun ve talanla kalkınabileceğini sanan, bu uğurda canla başla didinen Celal’in bile günün birinde dışlanıp işten atılışı; Berin ile Kemâl’in tutunacak bırakın başka dalı, birbirlerine bile tutunamayışları. Kısacası, bütün dünyayla birlikte, güzelim Türk toplumunun da şu anda içine düşürüldüğü acılı, acıklı çıkmaz.
Geçen gün iletişim ağından bir ileti geldi, Amerikan Kızılderililerinin Şeref Yasaları. Tıpkı bir zamanlar Orta Asyalı Şaman atalarımızın, eski Hintlilerle Çinlilerin, şu anda Anadolu’daki Alevilerin yaptıkları gibi, daha başka bir sürü ince, çok değerli ayrıntının yanında, şu ilkeye canla başla inanırmış o soylu insan kardeşlerimiz: “Bitki, börtü böcek, canlı cansız, yeryüzündeki her şeye karşı saygılı, sorumlu olmak!”
Bu altın değerindeki ilkeye, şimdi ancak Küba’da, Fidel’in yangınını koşulsuz benimsemiş alçakgönüllü, çalışkan, yoksul ama alabildiğine varsıl, onurlu insanlar inanıp uyguluyor. Bereket Fidel’in yarım yüzyıllık direncinin sonunda, bugün Güney Amerika’da ABD’nin, Avrupa’nın yüzyıllarca sömürüp ezdiği başka ülkeler de birer birer dönüp yeniden sarılıyor.
Ama ABD’nin, AB’nin bütün dünyaya eldeki bütün araçlarla, silahlarla benimsetip uygulatmaya çalıştıkları soygun ve talanın yıkımı altında inleyen uluslarda artık ne bunu anımsatan bir oyun yazılıyor, ne film çekiliyor, ne kitap basılıyor. Nobel ya da Oscar’ın hangi yapıtlara verildiğini düşünün yeter.
Bu çoraklık içinde sevgili Nesrin Kazankaya’nın oyunu çöl ortasındaki vaha gibi; umut, düş kırıcı da olsa, en azından uyuşturulmuş insanların canını yakarak uyandırma olasılığı var.
Önceki oyunlarındaki gibi, Kazankaya’nın yanında, Mehmet Aslan, Muhammet Uzuner, Başak Meşe, Aytunç Şabanlı inançla, canla başla yerine getiriyorlar görevlerini. Tiyatro Pera’ya gelmiş olanların bildikleri o dümdüz, olanaksız salonda, ışığıyla, bezemiyle, müziğiyle, danslarıyla yine gerçek bir tiyatro oyunu sunuluyor izleyiciye.
Emeği geçenlere yürekten alkış!

Cumhuriyet, 13 Aralık 2006

1 Aralık 2006 Cuma

CİHAT BURAK DEMİŞKİ Kİ…

CİHAT BURAK DEMİŞKİ Kİ…


Balmumcu’daki İstanbul Modern Sanatlar Galerisi, geçen yılki Burhan Uygur sergisinden sonra bu yıl da sevgili Cihat Burak’ı anıyor.
Göçmüş ustalar konusunda zorluğu biliyor ya da kestirebiliyorsunuzdur: yapıtlarını sevip almış olanların çoğu onları öbür insan kardeşleriyle paylaşmaya nedense yanaşmaz, resimleri evlerine kapatırlar. Bu kez de öyle olmuş: Cihat Burak’ın büyük devşiricileri gönlü sıkılık etmiş, yapıtları bir daha görmemize izin vermemişler. Ama kapı kapı dolaşılıp toplananlar o değerli insanı hiç görememiş olanlar için yeterli bir izlenim vermeye yetiyor; bilenlerse, bizim gibi, özlem gideriyorlar.
Sevgili Cihat Burak’ı yakından tanıma, dizinin dibinde yaşama talihine erdik Sevil’le ben; benim yaşama sanatı adını verdiğim beceriyi dolu dolu edinmiş enden örneklerden biriydi; resimleri kadar güzel öyküler yazar, konuşurken resimlerini öykülerini kendisi canlandırırdı; ölçülü, saygılı bir dünya yurttaşıydı; kimsenin hakkını yemez, hakkının yenmesine dayanamaz, çıldırırdı. Elinde devlet erki olmadığından, o zaman öcünü bir resim ya da öyküyle almaya çalışırdı.
İki kapılı şu han’a uğrayıp evrene dönen yığınla sanatçımız gibi, onu yansıtan da topu topu iki kitap var bugün elimizde; birini Gelişim Yayınları basmış: Sezer Tansuğ’un Beş Gerçekçi Türk Ressamı. İkinci kitap Ada Yayınları’nın.
İki yapıtı da bugün kolay bulamazsınız; hele genç resimseverler, yüzlerini bile görememiştir. Bunun için, Sezer’in kitabından, Cihat Burak’ın kendi söylediklerini bir kez daha paylaşalım istedim.
Doğumu, ilk oluşumuyla ilgili bakın neler demiş:
“1915 senesi Ağustos ayında İstanbul’da Aksaray’da doğmuşum, en yakın şahidi olduğum bu pek önemli olayda yaşımın küçüklüğünden şahadet etmemem maddeten imkân olmadığından 8 Ağustos tarihini kat’i doğum tarihim olarak kabul etmekteyim, bana öyle söylediler.
Doğduğum zaman ne söylediğimi pek hatırlayamıyorum, ondan sonra büyümeye başladım, adamakıllı büyüdüğüm anlaşılınca babam elimden tutup beni mektebe götürüp yazdırdı. Özel deyişiyle ‘Tahsilime Galatasaray Lisesinde’ başladım. Babam zabit olduğu için girmem zor olmadı. İlk günü birtakım merdivenlerden çıkıp mektebin en üst katında kayboldum, yine bir merdivene tesadüf edip kendimi bahçeye atıncaya kadar çektiğim heyecanı ben bilirim. Bu heyecan mektebi bitirdiğim güne kadar ikmal imtihanından ikmal imtihanına atlamak suretiyle devam etmiştir. Hâlâ da devam etmektedir zaten. Lisede bazı derslerden iyi, bazılarından kötü idim, resimden en iyi talebe idim, zoolojiden bir seferinde sınıf birincisi bile oldum, ders nazırı Mösyö Dellou sınıfta notları okurken ilk önce benim numaramı söyleyince bütün başlar geriye dönüp suratımda donup kalmıştı…Liseden sonra Güzel Sanatlar Akademisi’nin mimarlık bölümüne girerek bir senelik ‘rötarla’ çıktım, pantolonumun ütüsüne biraz ‘itina’ gösterseydim pekiyi derece ile çıkacaktım; fakat mimarlık mesleğinde pantolon ütüsü önemli olduğundan diplomamı iyi derece ile verdiler.”

“Kısa hayat hikâyem burada bitmedi, birçok yerde çalışarak mesleğimi icra ettim. Bu arada, lise öğrencileri gibi, lisede öğrenci olduğum zamanlarda olduğu gibi arasıra köşe bucakta gizli gizli sevgilim resimle de buluşuyordum. Babam her yeni şeye sevgi gösterirdi, resimden anlamamasına karşın bu onun için yeni idi; bana boya, fırça gibi şeyleri hiç sakınmadan alırdı, hattâ bir seferinde ta Yenişehir’de bir marangoz bulmuştum, bana bacakları iç içe geçen bir sehpa yaptırdı. Kendi kendine okuyup yazmaya öğrenmiş, edebiyata meraklıydı, Fransız edebiyatını oldukça iyi bilirdi yalnız isimlerini eski Türkçesinden okuduğu için yanlış söylerdi, bu yüzden ‘münakaşa’ ederdik. Akranı olan kadınlar annemin onlara anlattığı romanları zevkle dinlerlerdi, korkunç hafızası vardı annemin, hiç kimsenin hatırlamadığı olayları günü, kişileri ve özellikleriyle hatırlardı. Mesleğimi icra ede ede öyle bir hâle geldim ki artık resim yapmaya başladım, daha doğrusu resim yapmaktan başka bir şey düşünemez oldum. Çok eskiden, daha orta mektepteyken toprak bir kumbaram vardı. Paris’e kaçıp ressam olmak için para biriktirirdim, hiçbir zaman Sivilingrad’dan öteye gidecek kadar para biriktirememiştim.Nihayet ilk defa Birleşmiş Milletler bursu ele geçirerek araba getirmek için ‘vatani’ görevlerini yapmak üzere Avrupa gezisine çıkan mutluların arasına katılmam nasip oldu.Bir akşam, büyük bir şehrin yanıp sönen trafik lambalarıyla dolu koskoca köprüsünden elimde bavulum bana adresi verilen otele gittim. Ertesi gün Etoile Meydanının ötesinden doğru uzanan bir bulvara saptım, geceleyin tıpkı Galatasaray’ın katlarında olduğu gibi kayboldum, metrolar da kapandığından bir gece otobüsüne kendimi atıp yatağıma kavuştum.Şarap içer gibi müzeleri içiyordum. İki sen sonra kendini bilen her Türk vatandaşı gibi hiç olmazsa bir Volkvagen’le göğsüm kabarık, alnım açık, vazifesini yapmış insanlara has gülümsemeyle yurda dönmemi bekleyenler içi resim dolu koskoca bir sandık, boş ellerle geri geldiğimi görünce sanki ahretten dönüyormuşum gibi şaşırıp kaldılar. Tekrar mesleğimi icraya başladım, kademe kademe yükselmiştim, üzeri kristal camlı kocaman bir masam, telefonum, kendime mahsus bir odam vardı, Müdürü olduğum büroda dört mimar, desinatör, daktilo olarak yirmi üç kişilik kadro çalışıyordu. Kalemimden kan damlardı evrak yazarken, fırsatını bulduğum zaman (bir müdürün proje çizmesi münasip olmayacağından) akşamları herkes gittikten sonra oturur bir küçük nahiye konağı yahut jandarma karakolu çizerdim. Bu arada 27 Mayıs top gibi patladı. Koridorlarda değişiklikler oldu, birtakım kimseler epeyce telaşa kapıldılar o dönemde, üçkağıtçılar epey terletildi. Ben yerimde oturuyordum, ar yılı kâr yılı deyip açılan imkânlara koşanlarla doluydu ortalık, ben yerimde oturuyordum. Mutlu yarınların ümidi içindeydim herkes gibi.
Fransız hükümetinden altı aylık bir burs almıştım daha evvelce. Vekâletten de üç aylık bir vazife koparıp şişkinlikten biraz kurtulmak üzere yeniden Paris’in yolunu tuttum. Paris’te resim yaptım sergiledim. Sıkıntı içinde de olsa pekâlâ yaşadım.”
Resim sanatı konusundaki görüşlerine gelince:
“Çok güzel yazısı olan bir kimsenin iyi bir yazar olamayışı gibi, elyazısının mürettiplerin bile okuyamadığı Balzac’ın büyük yazar olması gibi, iyi resim yapmasını bilmekle iyi ressam olunmaz, ama iyi ressam olabilmek için iyi resim yapmayı bilmek şarttır, öyle olmasa her çocuk ressam olurdu. Sorunun kısaca cevabına gelince, bir ressamın belli bir teknikte alabildiğine ustalaşmasının yaratıcılığını tavsatmadığına en iyi örnek Rembrandt’tır. Resmin çoğunluğa iletilmesi için ressamlara düşen ödev nedir bilemem, herkesin kendisi için seçtiği bir ödev vardır, her kişi kendi yaptığından sorumludur. Sorumluluğun yüklenilmesi şartıyla ödev (ödev kelimesi yerindeyse) iyi veya kötü yapılır. Buna karşılık, Devlet’e düşen ödevler çoktur. Anlatmaya sayfalar yetmez.”…
Kendimi bildim bileli, şu sözcükleri duyarım: resim mi peinture mü?
Bundan daha boş bir konuşma olamaz, çünkü peinture zaten resim demektir; bu saçma soruyla neyi aradıklarını, ne anlatmak istediklerini bakın ne güzel açıklıyor sevgili Cihat Burak:
“Dekoratif resimle ‘peinture’ arasında bence (ben meslekten yetişmiş ressam değilim) ayrım yoktur. Bu ayrım belki ‘dekoratif’ kelimesinin kanımca yanlış anlaşılmasındandır. Eğer dekoratif sözcüğünden akıldan, hisden ziyade göze hitap eden anlaşılıyorsa, ki bu böylece kabul edilmiştir, dekoratif resmi zamanın akışına dayanamayan resim olarak tarif etmek doğru olur. Eğer dekoratif resim bir binayı, bir anıtı süsleyen, yani onun mimari niteliğini tamamlayan resim olarak ele alınırsa (ki aslında böyledir), peinture’le dekoratif resim arasında ayrım yoktur. Örneğin Michelangelo, Leonardo, Raphael gibi ressamların sırf dekoratif endişelerle yaptıkları resimler peinture’ün ta kendisidir. Mimar olduğum için bir binanın içinde veya dışında yapılacak dekoratif resmin, yeri, konusu, ışık ve malzemesi iyi tayin edilmek şartıyla resim olabileceğine, resim olarak yaşayabileceğine inanıyorum.”
Bu bilge, çelebi insanla söyleşmek istiyorsanız, sergisine koşun, Yapı Kredi’nin özenle bastığı öykülerini alıp okuyun.
*
Assos’tan dönüşte, Nişantaşı’nda yene açılmış bir galeriden çağrı aldım; Küba Dostluk Derneği’nin düzenlediği Küba Renkleri sergisi galeri e-gale’de açılıyordu; hemen koştuk Nilgün’le; Küba gezimizden kalanları ana ana, dolaştığımız sokakları, o güzelim çikolata renkli insanları düşüne düşüne gezdik.
Biz dinlencedeyken, İstanbul Fotoğraf Merkezi’nde de bir sergi açılmıştı, gidip onu da gezdik; Litvanyalı İnta Ruka, Karşılaştığım İnsanlar adıyla yaşadığı yerlerde ilgisini çeken imgeleri saptamış, siyah-beyaz basıp sergilemiş. Küresel yağmanın ezdiği kederli, acılı, gösterişsiz dünya yurttaşları.
Hey ulu Tanrım! Ne zaman alacağız bütün bu soygunculardan haklarımızı?
*
İçiniz yine de umutlu kalsın diye size, Dünya Yayıncılık’ın bastığı, Zeynep Uzunbay’ın Yara Falı’ndan bir şiir alayım.

göle taş attım

beni uzağına attı
yağız yerde sancılandım da
Çuçu’yla Ki-Ki tuttu elimden
gülüşerek yaşamamış hiçbiri
koşuk söylediler dinledim
Ki-Ki bildi:
burnun göğe de sürtülecek senin!

çığırıma indim
topuğumun yarıklarında akça çiçekler bitti
bir bildiği oluyor yaşamanın
bana da söyledi
yürüyüşler türedim

yoruldum
dağ başında bir kayaya oturdum
ey gözüm, gel dilimi bul:
kurtlaar! beni yiyin!
kar ışıdı, uğultu dindi
böyle çıplak oturdum
sarılmaz alageyik
güneşe yalvarayım

yine aldım geldim beni
ha buraya ha oraya
tekti, derin batmıştı
ha çıkmış ha çıkmamış
ben yolun ucunda
öyle rahat
yol koşuyor arkaya

bir elimden öbürüne
taşa gizimi sardım
ağladım, güldüm, bitti
bildiğimi taşa sardım
göl taşa süslü sevinir
neye yarar
belki bana, şimdilik

her şey yerli yerinde
ben de, ellerime bakmadım
gelmeyeni beklermiş insan
beklemeyene gidermiş
aferin!

29 Kasım 2006 Çarşamba

“SİVİL CASUS”

“Sivil Casus”, genç yazar Kaan Turhan’ın IQ Kültür Sanat Yayıncılık’ın bastığı 736 sayfalık çalışmasının adı; onu Türk okurlarına ilkin Ulusal Kanal’da sevgili Vural Savaş duyurdu Pazar akşamları yaptığı söyleşilerin birinde.
Adından da anlaşılacağı üzere, Mustafa Yıldırım’ın Sivil Örümceğin Ağındası’sının akrabası; Turhan da Yıldırım gibi, doymak bilmez anamalcı ülkelerin, o arada ABD’nin dünyanın iliğini kemiğini yutmak üzere uydurup sabahtan akşama yirmi dört saat ellerindeki bütün yayın araçlarıyla zavallı insanların beyinlerine çaktıkları sivil toplum ve onun örgütleri kandırmacasının çok titiz, ayrıntılı dökümü.
Ulusal Kanal’ın hazırlayıp sunduğu çok değerli, önemli Gizlenen Atatürk belgeselinde de sık sık vurgulandığı üzere, anamalcı soygun ve talanın sürebilmesi için, kimi temel kavramların ve onları simgeleyen insanların yıpratılması, gözden düşürülmesi, eritilmesi gerekiyor; bunların başında şimdi Ulusal devlet, kamu yararı, planlı yaşama ve kalkınma geliyor elbet; dolayısıyla bu kavramları savunan, simgeleyen insanlar: Mustafa Kemâl Atatürk, Fidel Castro, Hugo Chavez, Morales falan.
Kaan Turhan, bu önemli çalışmasının daha başında, şu zehirli elma şekerinin, sivil toplum’un, kuramcılarından birinin, Hayek’in ağzından tanımını anımsatıyor: hür bir toplumda(?), toplumsal hayatın temelleri, bilinçli planlamadan çok, toplumsal gelişmeye bağlı olmalıdır…dolayısıyla, devletçiliğin en aza indirgendiği sivil toplum anlayışında, toplumsal ya da yeniden dağıtımcı adaletin yetkinlikten uzak olduğu vurgulanmakta ve yürütmenin keyfi yetkilerini en aza çekecek bir anayasal düzende ısrar edilmektedir”.
Bu tür laf ebeliklerinin hepsinde olduğu gibi, burada da, bugün kullanılan bütün terim ve kavramlar karman çorman art arda sıralanmış olsa da, işin özü belli: aman soyguncuların özgürlüğüne toplum adına kısıtlama, yasak getirmeyin; bırakın yesinler yutsunlar! Onlar yuttukça, siz de televizyonlarda, gazetelerde, uzaktan bakar yalanırsınız!
Nitekim başka bir gözbağcı, Prof. Norman Barry, hiç çekinmeden, şöyle diyebiliyor: “sivil toplumla liberalizm arasında yakın bir ilişki bulunduğu açıkça bellidir: iki öğreti de bireysel özgürlükten, azınlık haklarından ve siyasetten etkilenmeyen bir hukuk dizgesinin korunmasından yanadır.”
Kaan Turhan, canımızı yakan her alan ve konuda, özelleştirme, kamu yatırımlarının yağmalanması, bankacılık, çevre, siyanürle altın arama, Hasankeyf gibi tarihsel kalıtların sular altında bırakılması gibi usunuza gelecek her sorunda, uzmanlarına, belgelere dayanarak anımsatmalar yapıyor; çıldırmış sömürücülerin amansız saldırıları ve onların yerli ortakları karşısında güzelim yurdumuzu, canımızı nasıl koruyabileceğimizi düşünüp çözüm bulabilmemiz için hepimize çağrıda bulunuyor.
Titreyip kendimize dönebildiğimiz zaman uygulayacağımız örnek içinse, sevgili Atatürk’ün, çorak Ankara’da, şimdi hırsla talan edilen, adını verdiği çiftliği kurarken uyguladığı yöntemi anımsatıyor:
“Çiftliğin, insan, bitki ve hayvanlarının gereksineceği suyu karşılamak üzere, üretimliğin elverişli yerlerine birer küçük Van Gölü, Marmara Denizi, Karadeniz oturtmuş:”
İnsan kimin için, ne yapmak istediğini biliyorsa, işte böyle en doğal, en gösterişsiz, en kestirme yoldan çözümünü de yaratıyor.
Dünyanın bütün öbür soylu halkları gibi, Türk halkı da, Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına düzen, uyum, uygarlık götürmeye başladığı günden beri, bunu eksiksiz biliyordu; yukarıda andığım belgeselde Mustafa Kemâl Atatürk’ün, giderini cebinden karşılayarak daha Sivas’ta çıkarmaya başladığı Ulusal Egemenlik gazetesinde bıkıp usanmadan yinelediği gibi, insanlığın biricik amansız düşmanı anamalcılık, ve onun kaçınılmaz türevi buyuruculuktur; bütün ezilenler el ele verip bu mikrobu yok etmedikçe, kimseye rahat, erinç, mutluluk yok!

18 Ekim 2006 Çarşamba

NÂZIM’IN HAVANASI

José Marti Küba Dostluk Derneği, Avrupa’daki bütün Küba Dostluk Dernekleri’nin katılacağı bir toplantı düzenledi; 6 Ekim akşamı, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde konukları ağırlamak üzere toplanıldı. Emine Tahsin’in kısa konuşmasından sonra, Küba Halklarla Dostluk Enstitüsü Başkanı, milletvekili Sergio Corrieri de birkaç söz söyledi.
Ardından, bir film izledik; Dostluk Derneği üyelerinden bir küme gençkızımız Himalaya’ya tırmanmış geçen yıl; ve giderken yanlarında bir Küba bayrağı götürmüş, onu dağın doruğuna dikmişler. İçlerinden üçü, Burçak Özoğlu Poçan, Eylem Elif Maviş, Meltem Çolak, filmden sonra, dorukta çekilmiş fotoğrafı, Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal’ın da çağrıldığı sahnede Sergio Corrieri’ye sundular.
Sonra, NHKM Sinegöz kolunda çalışan Çağrı Kınıkoğlu’nun yönetiminde, Mart 2005’te JMKD’nin “Küba İle Dayanışma Haftası” için hazırlanmış “Havana Röportajı”nı izledik. Filmin kurgusunu Mustafa Temretaş, Ayhan Genç, Tümay Şahin ve Çağrı yapmışlar.
Adından anlaşılacağı üzere, Nâzım’ın unutulmaz şiirinden yola çıkmış; Küba’dan elde ettikleri belgesel görüntüleri şiiri görüntülerle canlandırmakta, dolayısıyla Küba Devrimi’ni en çarpıcı biçimde özetlemekte kullanmışlar.
Doğrusu, son yıllarda, içeriğin, görüntünün, sesin, kurgunun bu kadar kusursuz birbirini tamamladığı belgesel görmemiştik.
Fidel de içlerinde 82’nin 12’si sağ kalmıştı
Fidel de içlerinde 12 kişiydiler 56’nın Kasımında
Fidel de içlerinde 150 kişiydiler Aralığında 56’nın
Fidel de içlerinde 500 kişiydiler Şubatında 57’nin
Fidel de içlerinde 1000 oldular 5000 oldular Fidel de içlerinde
Fidel de içlerinde bir milyon yüz milyon bütün insanlık oldular yıktılar Batista’yı 959’un Ocağında ve 50 binlik orduyu ve şekerkamışı milyonerlerini yerlisini de Yankisini de ve tütün ve kahve milyonerlerinin yerlisini de Yankisini de ve kışlaları ve önlerinde cesetler çürüyen karakolları ve eroin toptancılarını ve kumarhaneleri ve Birleşik Amerika Devletleri Büyükelçisini ve Birleşik Amerika Devletleri hava deniz ve kara kuvvetlerini ve Birleşik Amerika Devletleri dolarını ve Küba’nın havasında ağır çiçek kokularına karışık leş kokusu dağıldı yani Birleşik Amerika Devletleri kokusu.

Havana’ya yaklaşıyoruz dedi hostes
Palmiyeler palmiyeler diye haykırdı birisi
anne anne diye haykırıyor sandım
Küba bale takımı lumbuzların camlarında kocaman
Kelebekler gibi çırpınıyor
tümü on sekiz saatlik bir uçuştan sonra toprağa betona
değil aydınlığa inip konduk
aydınlığın içinde gördüm onları aydınlıkta sarmaş dolaş
üç kişiydiler iki erkek bir kadın
biri sakallı
gençtiler
hangisi ak hangisi melez hangisi kara seçemedim
sakallısı ak mı kara mı melez mi seçemedim
seçemedim kadın kara mıydı ak mıydı melez miydi
gözleri birbirine öylesine benziyordu ki her şeyleri de
öylesine gözlerindeki derilerinin renklerini birbirinden
ayırt etmek olmuyor
zaten bu eritip dağıtan yuğurup yaratan güneşte kanlar ve
deriler birbirine karışmış türküler ve oyunlar gibi…
Evet, biz de Küba’ya gittiğimizde aynı inanılmaz eritilmeyi görmüş, havalara uçmuştuk. Yaşasın yalansız talansız bir toplum yaratıp insan kardeşlerine armağan edenler! Yaşasın bunu o şiirsel belgeselde bize yeniden tattıranlar!

15 Ekim 2006 Pazar

“AB: TABUTA ÇAKILAN SON ÇİVİ”

AsyaŞafak yayınları, sevgili dostum Yılmaz Dikbaş’ın tam 756 sayfalakı son kitabını Kitap Fuarı’na yetiştirebildi: AB: Tabuta Çakılan Son Çivi.
Kestirebileceğiniz üzere, buradaki tabut güzelim yurdumuzun içine tıkılacağı sanduka; ölü gömücüler, kimilerimizin büyük bir aymazlıkla, kimilerimizin de paralı uşak olarak kulağımızın dibinde “uygarlığın beşiği, hattâ ta kendisi” olduğunu” söyleyegeldikleri Batı, Avrupa, Amerika.
Yılmaz Dikbaş, bütün erdemlerin başı, toplamı saydığım tutarlılıkla, Hint fakirlerinin yılan oynatırken çaldıkları zurnanın yerini tutan bu büyüleyici şarkıyı bütün ayrıntılarıyla bir kez daha gözler önüne seriyor bu ayrıntılı çalışmasında.
Tabutumuzun dört köşesine çakılan dört ana çiviyi şöyle sıralıyor: İlk Çivi, İMF.
Oysa dünyamızın en büyük para babalarından Mayer Amschel Rothschild açıkça söylemiş: “Bir ulusun parasının denetimini bana verin, orada yasaları kimin çıkardığı umurumda bile olmaz!”
Dünya Bankası başuzmanlarından, Bill Clinton’ın danışmanı, 2001 yılında Nobel Ekonomi Ödülü verilmiş, Prof.Dr. Joseph Stiglitz açıkça dile getirmiş: “İMF ve yandaşı kuruluşlar, borç verdikleri ülkelerin çıkarlarını gözetmezler. Onlar, varlıklı ülkelerdeki kuruluşların tecimsel ve parasal çıkarlarını kollar.”
İkinci çivi, özelleştirme. Bu sihirli sözcük, güzelim yurdumuzda, Atatürk devrimleriyle oluşturulmuş bütün büyük üretim kurumlarının, bankaların, doğal kaynakların göz göre göre talan edilişini örtüyor.
Üçüncü çivi, Gümrük Birliği. “Büyük bir pazara katılıyoruz” diye hepimize yutturulan bu çivi, aslında, başka bir uyarıcının, Erol Manisalı’nın deyişiyle, sözün gerçek anlamında “Sivil Darbe”.
Son çivi, Avrupa Birliği
Kitapta bütün ayrıntılarıyla okuyacaksınız, bu çivilerden en önemlisini, Gümrük Birliği Çivisi’ni, Atamızın kurduğu partinin iki ünlü yöneticisine imzalatıyor yılan oynatıcısı Batılılar 6 Mart ve 13 Aralık 1995’te.
Zavallı halkımın Çoban adını taktığı bir siyasetçinin: “Bu gelişme, Türkiye-Avrupa ilişkilerinde tarihsel bir aşamadır. Zenginlik denizine dalıyoruz” demesi onun uşaklık çizgisine uygundur.
Ama bayrağında Cumhuriyetimizin 6 temelini taşıyan bir partinin o gün Dışişleri Bakanı, bugün başkanı olan birinin şu sözlerine ne diyelim: “Türkiye’de hiçbir siyasal bunalı, Gümrük Birliği’ne girişimizi engelleyemez!”
Yılmaz Dikbaş, bu güzel yapıtının başına Atamızın aslında gerek bizim, gerek bütün sömürülenlerin Anayasalarının ilk sayfasına oturtulması gereken şu sözlerini almış:
“Temel ilke, Türk Ulusunun onurlu, şerefli yaşamasıdır. Buysa, ancak tam bağımsızlıkla sağlanır. Ne denli varlıklı ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde, uşaklığın dışında bir yer edinemez. Yabancı bir devletin güdümüne girmeyi istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü, uyuşukluğu açıkça kabul etmek demektir. Gerçekten bu kadar alçalmamış olanların, bile bile yabancı denetim ve yönetimine girmeleri düşünülemez bile.
Oysa Türkün onur ve yetenekleri çok yüksektir, çok büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşayacağına, yok olsun çok daha iyidir!
Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm!”
Biliyorsunuz, bu aşağılık Batılılar, her zaman hem yapar eder, hem açıkça dile getirirler; bakın ne buyurmuş Lord Pearson:
“Egemenlik, kızoğlan kızlık gibidir, ya kızsınızdır ya da değil!”
Egemenliğimizi, bağımsızlığımızı geri almak istiyorsanız, hemen edinin Yılmaz Dikbaş’ın bu pırlantasını; okuyun, sivil-asker her satılmamışa okutun.


Cumhuriyet, 15 Kasım 2006

4 Ekim 2006 Çarşamba

BİRHAN KESKİN’İN “Y’OL”U

Birhan Keskin’in Kim Bağışlayacak Beni adlı kitabından bu köşede söz etmiş, birkaç örnek de vermiştim; yeni yapıtını da Metis basmış. Her zamanki özenle hazırlanmış kitap iki bölüme ayrılmış: “Eski Dünya” başlığı altında toplanan şiirler Mayıs-Ekim 2005 arasında; “Taş Parçaları” ise 17 Kasım 2005-11 Ocak 2006 arasında yazılmış.
Romen rakamlarıyla adlandırılmış Taş Parçaları’nın üçüncüsü okuyalım:

III

Madem arkandan ağlamamı bile çok gördün bana
Al bu taşlar senin olsun…O halde ve bundan böyle
Bütün davullar vursun, telleri kopsun sazların
boşluğa bağırsınlar, birlikte;
Kan kusacağız.
Kan kusacağız.
Madem dünya bunca zalim
Madem yakışmıyor kalbimize.

Bütün davullar gümlesin.
Boşluktan gelen, boşluğu dolduranı
Boşluğa böğüreni
Vursunnnn.

Bak! Nasıl kan kusuyor külde uyuyan
Dünya görsün.

İkinci şiir Eski İnsan’dan:
İNSAN

Neşeyle yaptıklarımdan geçtim
Kederle durulan yere geldim,
İnce uzun bir öfkenin sessiz ipiyle
Günün saf ışığının altına çömeldim.

Yenildim ben, unutuldum ve üzgün
değilim inan.
Büyüktü çünkü onların dünya arzusu
Benim otların sesiyle kaplı kalbimden
Söktüm atımı söğüdün gölgesinden
Şimdi yol benim yeniden.

Bir cümledir insan
arşla ferş arasında ve hep haklı
Vardım işte demek için
ömür denen cisimde saklı.

Sonunda kimseciklere kalmayacak koltuklar, adlar sanlar, paralar pullar uğruna dünyamızın cehenneme çevrildiği günlerde duyarlı, acılı bir insanın ezgileriyle yunup arınmak istiyorsanız hemen alın Birhan Keskin’in “Y’ol”unu.

1 Eylül 2006 Cuma

ÜZÜMLÜ KÖYÜNÜN DASDAR’I

Cumhuriyet Dört Mevsim Gezi’de Lütfü Özgünaydın yazdı, Fethiye’nin Üzümlü Köyü, çok sevindirici bir girişimdi bulunmuş ve başarıya ulaşmış. Fethiye Esnaf Kefalet Kooperatif Başkanı İsmail Başoğlu önayak olmuş, yörenin bir zamanlar en gözde dokuması “dasdar”ı canlandırmışlar.
Yüzüstü bırıkalmış eski tezgahlar elden geçirilmiş, yenileri yapılmış; kumaşın dokunuşunu bilen ustalarla bir yetiştirme okulu açmışlar, köyün kadınları koşup bu eski işi öğrenmiş, güzelim kumaşlar dokumuşlar. O köyden Fatma Özbalı öne düşmüş, köyün terzileri bu kumaşlardan giysiler dikmişler; o giysileri köyün kızları giyip fotoğraf çektirmiş, ürünlerin tanıtımı sağlanmış. Şimdi gerek yurt içinden gerek yurtdışından sipariş alıyorlarmış.
Lütfü Özgünaydın da, köyün kızlarından Ülkü Koca, Sevtap Özer, Dilek Ergün ve Yağmur Çıtalı’nın bu giysilerle resimlerini çekip dergiye basmış.
Bu güzel örnek, insanı sevindiriyor elbet, ama ondan daha çok üzüyor: dasdar gibi yurdumuzun dört bir yanında kim bilir daha ne ince, güzel ürünler vardı; dünyanın her köşesinde daha ne inanılmaz yaratılar vardı? Hepsi, her şey, çıldırmış tekelci anamalcıların kurbanı oldu yıllardır, hâlâ olmakta.
Bu tasarıyı, her gün, her saniye ülkemizi çökertmek için karar üstüne karar alan; bildiri üstüne bildiri yayınlayan; eleştiri değil düpedüz ezme belgeleri hazırlayan AB (?) desteklemiş.
Oysa bütün ülkelerin soyulan yutulan, bu soygunun sürebilmesi için silahlara harcanan artıdeğerlerinin işte bu ürünlere ayrılması gerekirdi. O zaman dünyamız çiçeklerine denk renklere bezenmiş ürünler, bunları giyip salınan mutlu, mutluluk dağıtan kadınlarla dolardı.
Oysa ülkemin kadınları her gün acılar içinde çığlık atmaktalar: kandırılmış Kürtlere bir yurt kazandırmak üzere savaştıklarını sanan PKK katillerinin vurduğu, parçaladığı çocuklarının gömme törenlerinde üç günlük siyasal erkleri uğruna her şeyin başı ABD’ye teslim olmuş yöneticilerimize ilençler yağdırmaktalar.
Yalnız onlar mı? Iraklı, Afganlı, Lübnanlı analar bacılar kızlar da, bombalarla yanıp uçmamışlarsa, yeri göğü inletmekteler.
Ama kuşkusuz bu ağlayıp inlemelerin, ilenmelerin hiçbir yararı yok: gözü gönlü dönmüş para ve erk düşkünleri bunlara hiç aldırmaz; olmayan BM’lerde o azılı katillerle aynı çatı altında, aynı masada oturup beş bin yıllık sümürücülerin vetolarına kuzu kuzu boyuneğenler silkinip bütün dünya ezilenlerinin önüne düşmedikçe; üstelik onları serbest piyasada yenmek üzere değil, Küba’daki gibi, yeni, insanca bir toplumsal düzen yaratmak üzere çalışmaya koyulamadıkça, en küçük bir umut yok.
*

Yeryüzündeki bütün varlıkların, o arada insanların da hakkı olan bu güzel düzeni yaratamadığımıza göre, gelin sanal uyum dünyasına sığınalım.
Dünya Kitapları, Zeynep Uzunbay’ın nicedir bekleyen şiirlerini sonunda bastı:Yara Falı.
Özenle basılmış kitaptan bir iki şiiri paylaşalım.

h


“Neden bana gerçeği anlatmadın?”

şimdi ben böyle büyük yara görmedim
ben bunun neresinden baksam eksik kalır
ne söylesem üstünden
yine de…

dünyaya yeter bir ayna bu yara
yürürsen, bakarlarsa
bakacak göz kaldıysa
- gerçi ay var –
bakıp dönerlerse içlerine
harflerini bulurlarsa korkunun
ancak o zaman
bir gül dalı olup sarkacaksın dünyaya
artık güzel güzel yaşlanırsın
( beni gördüm)
şimdi git!
(çıplağım, yarayım.)
doya doya utandım
artık git!

her dilden şarkıyı anlıyor bu özlem

yoksa niye büyüsün ki
sırları da çözüyor ama söylemiyor bana
ara dur, uyuma!

gece biriktirdiğim adıyla doldurdum göğü
adının çok halini saydım basamaklarda
adımlarımı yokluğuna ayarladım
koluna girdim boşluğunun
el ele geçtik karşıya
hafif yan dönüp biraz kaldırıp başımı
her günaydında gülümsedim ona
kuşlar öttü, otlar koktu, otobüs geldi
biz durunca duran yürüyünce yürüyen
bir dal güle benzeyen bulut
şimdi nereye, o nerde?

1 Ağustos 2006 Salı

“TÜRKİYE’DE YUNAN VAHŞETİ”

Bu, Müdafaa-i Hukuk Yayınları’nın son kitabının adı; insanın içini parçalayan bir kapakla hazırlanmış yapıtı Türkçe’ye Dr. Necdet Ekinci çevirmiş.
Kitap, Osmanlı ya da Türk belgeleriyle değil, ülkemizi çiğnemeye gelmiş çizmeleri giyenlerce, İngiliz, Fransız, İtalyan güçlerince ya da Kızılhaç Soruşturma Yarkuralları’nca saptanmış tutanaklara dayanıyor.
Bilmem kaç yıl Osmanlılarla bir arada yaşamış Anadolu Rumlarıyla İzmir’den başlayarak bütün yurdumuzu ateşe veren Yunan Birlikleri vardıkları her köyü, kasabayı, kenti yakıp yıkmış, insanları öyle birer kurşunla öldürmek hırslarını dindiremediği için kesmiş, parçalamış, ezmişler. Kitabın kapağında, ırzına geçildikten sonra ağzında bomba patlatılan 13 yaşında bir kızın resmi var.
Aslında bu, tek bir ulusa, kişiye özgü hastalık değil, biliyorsunuz; buyurucu sömürücü ataerkil anamalcı düzensizlik yürürlüğe konalı beri dünyanın her köşesinde, her çağda kendini gösterdi, gösteriyor.
Hani şu Büyük olduğu öne sürülen İskender, ilk Haçlı Orduları, 30 yıl, doyamayınca 100 yıl Avrupa’yı kasıp kavuran savaşlar, 1. ve 2. Dünya Savaşları, Almanlar, Japonlar, Amerikalılar, Fransızlar, İngilizler, İspanyollar yüzlerce yıldır neler ettiler insan kardeşlerine? Şu anda Afganistan’da, Irak’ta, Guantanamo zindanlarında, dünyanın bütün tutukevlerinde neler yaşanıyor?
Bunun bilimsel gerekçesi de egemenlerin (?) kuramsal yaymacasına ta başında damgasını vurmuş: büyük balık küçüğü yer.
Oysa, daha yansız bilim adamları gösterdiler ki, evrim, yalnız büyüğün küçüğü yutmasına, aralarındaki amansız koşup kovalamacaya değil, karşılıklı yardımlaşmaya, dayanışmaya dayanmıştır.
Bunun toplumsal-siyasal alana uygulanmasını ilk düşünüp yürürlüğe koyanların başında, sevgili Mustafa Kemâl Atatürk var: Yurtta Barış, Dünyada Barış.
Daha sonra gelen önderler arasından bir tek Fidel Castro bunu eksiksiz kavramış, Küba’daki parklardan birine yerleştirdiği Atamızın gövde-baş yontusunun altına hem Türkçesini, hem İspanyolcasını yazdırdığı bu ilkeye bütün varlığıyla inanmış.
Nitekim, eski SSCB’nin ya da Çin’in tersine, bugün dünyanın dört bir yanına, toplumcu öğretiyi benimsetmek üzere tank, top, uçak değil, eğitim orduları, hekim alayları gönderiyor.
O ve arkadaşları, işbaşına geldiklerinde Küba halkının %80’den fazlası okuma yazma bilmiyormuş; yalnızca bir yılda herkesi okur yazar kılmışlar; evrensel dayanışma yasasını eksiksiz bildiği için, kendisine çağrıda bunan herkese, Venezüella’ya, Bolivya’ya önce öğretmenlerini, ardından da yoksul insanları bağırlarına bassınlar diye hekimlerini gönderiyor.
Geçende Küba Dostluk Derneği’nde, 2005 Ocak ayında Pakistan’da yüzbinlerce insanı toprağa gömen depremin ardından bu ülkeye yollanan hekimlerin 5-20 Ocak arasındaki çalışmalarını gösteren bir belgesel izledik; filmin sonlarında, belki de dünyanın en tutucu insanları arasında yer alan Pakistanlıların, sözlü olarak anlaşamadıkları Kübalı kadın erkek hekimlere nasıl sarıldıklarını, bütün yüz ve beden anlatımlarıyla teşekkür ettiklerini görmenizi isterdim; içlerinden biri, sakalını sıvazlarken: “Fidel benim kardeşim, onun da işte tam böyle sakalı var”, diyordu.
Hayır, Fidel’in, tıpkı Atatürk gibi, kusursuz, apaydınlık bir bilinci var!
Bânû Avar’ın TRT 1’deki Sınırlar Arasında’sına rastlayıp baktınız mı hiç? Yalın, dürüst dille çok çarpıcı, yararlı bilgiler verir sürekli olarak.
Doğan Kitap, bu izlencenin eski bölümlerini kitaplaştırmış: Hüznün Toprağı Balkanlar’dan Geleceğin Gücü Avrasya’ya Sınırlar Arasında.
Avar, annesine adadığı kitabının başında şöyle diyor:
“Koskoca Osmanlı coğrafyası parçalanıp bölündüğünde, milyonlarca insan sınırla arasında kalmıştı. Balkanlar’dan Ortadoğu’ya, Kafkaslar’a kadar aynı dili konuşan, benzer davranışlara, benzer hislere sahip, aynı tehditlere maruz milyonlarca insan. Onlar yüzyıldır, hangi ülke sınırları içinde yaşarlarsa yaşasınlar, hep ‘sınırların arasında’ kaldılar…
Onlar Bulgaristan’ın Kırcaalisi’nde, Yunanistan’ın Gümülcine’sinde, Kamedonya’nın Kocaalisi ya da Suriye’nin sınır köylerinde yaşarlar. Batum’da, Kırım’da, Kerkük’te, İran’da onlara rastlarsınız.
Uzaklarda bizi anarlar, biz de uzaklara bakarız. Her ailenin kuşaktan kuşağa aktarılan anıları vardır.
Ben de sık sık uzakları hüzünle anan bir ailede büyüdüm. Belki bu yüzdendir ‘sınırlar arasında’ olup bitenlere merakım, bizden olanlara dokunma tutkum.”
Bu amaçla ilkin Balkanlar’a eğiliyor kitabında; bin bir yüzlü, acımasız Batılıların her birine ayrı bir mavi boncuk vererek kışkırttıkları Hırvatlarla Sırplar, güzelim Yugoslavya’yı nasıl kana buladı; Boşnakları, ardından Kosovalıları, Arnavutları, Makedonları nasıl çil yavrusu gibi dağıttı, anımsatıyor yerinde örneklerle.
Sonra Moldova’ya, Kırım’a, Gagauzya’ya, Kafkaslar’a geçiyor.
Batum’u, Bakû’yu kucaklıyor.
Yukarıda değindiğim dayanışmanın, yardımlaşmanın Türkiye, Rusya, İran, Orta Asya Cumhuriyetleri, Çin, Hindistan ve elbette Ortadoğu ülkeleri arasında olması gerektiğini iyi bildiği için, geleceğin gücü saydığı Avrasya’nın başlıca ülkelerini de ele alıyor; SSCB’nin nasıl çöktüğünü, ondan sonra Rusya’nın hangi sorunlarla boğuştuğunu, şu anda boğuşmakta olduğunu anımsatıyor.
Orta Asya petrollerini giden yolda büyük engel saydığı için ABD’nin Irak’tan sonraki hedef olarak bütün dünyaya yutturmak istediği İran’ı yapıcı, kollayıcı bakışla anlatıyor.
Dışişleri eski bakanı Ali Akbar Velayeti’nin danışmanı Prof Asgar Fardi:
“Türkler İran’ın her yerine yayılmıştır”,diyor;”İran hükümetinde bakanların yarısı Türk’tür. Ben İranlıyım, ama Türkiye’de kar yağsa, ben burada üşürüm”
“Türkiye ile İran birbirine karşı çok açık olmalı. Batı’nın, o tek dişi kalmış canavarın çökmekte olduğunu görmeliyiz. Biz, birbirimize muhtacız. Hava kadar, su kadar muhtacız.”
Ahhh sevgili Bânû, çok doğru elbet, ama bunu görmemizi engelleyen ABD, AB perdesini kim kaldırıp atacak?
Daha sonra, babasının doğduğu Halep’i gezip anlatmış; yine çarpıcı saptamalar yapıyor:
“Yüzyılın başı. Petrolün en yoğun bulunduğu yer Osmanlı Devleti toprakları.
Osmanlı hasta adam, güçsüz, borç batağında. O hâlde…
Paylaşımın başlayacağı yer de orası.
İngiltere ve Fransa Osmanlının ölümü için aralarında gizli bir anlaşma imzalıyor. Bu anlaşma imzacıların ismiyle anılıyor. Sykes-Picot Anlaşması’yla tüm Ortadoğu haritası değişiyor ( ne garip, tıpkı şimdiki gibi!). Yıl 1916.
Bir emperyalist devlet niye savaşırsa, Fransızları harekete geçiren de oydu. Fransız Dupleix Komitesi o yıllarda Osmanlı topraklarının nimetlerini şöyle açıklıyordu:
Kilikya, Suriye, Filistin, Kürdistan ve Musul bize hemen şunları sağlayacaktır:
Buğday: yılda 115 milyon kental.
Petrol: başka hiçbir yerde bulamadığımız ve yarın onsuz büyük bir millet olunamayacak petrol. Zira hayatî önem taşıyan petrolsüz ne ordu ne deniz kuvveti mümkündür.
Pamuk ve yün: işletmelerimiz bu maddeleri büyük güçlük ve korkunç fiyatlarla İngiltere ve Amerika’dan alabiliyor.”
Ne acı değil mi? şimdi Büyük Ortadoğu Projesi ya da Demokrasi Getirme Girişimi olarak yutturulmaya çalışılan bir elkoyma için o zamanlar çok daha dürüst ve açıksözlü davranıyormuş saldırganlar; ve bu uluslar arası çapulcu takımı de kadar açıkça söylerse söylesin, dağıttıkları kırıntılarla, yerli uşakları, basını, etkili kurumları öyle sımsıkı bağlıyorlar ki, en kesin olgular bile kurbanların gözünden, bilincinden kaçıyor, kaçırılıyor.
Batılı anamalcı sömürücülerin bu acımasız - üstelik canlı varlık olarak kendi geleceklerini de bile bile yok eden – saldırısını önlemek üzere, aslında, gelmiş geçmiş önderlerin en kavrayışlısı Mustafa Kemâl Atatürk’ün daha Selanik’te okurken koyduğu tanı uyarınca, ezilenlerin, sömürülenlerin uyanması, el ele vermesi, dayanışması gereği bugün çok daha ivedilikle gündemde.
Bunun olması gerekenden daha çekingen adımlarını, atılımlarını özetlemeye çalışıyor Avar son bölümde: Çin Mucizesi Mi?
Çin’de bağrına bastığı dostu Ren’e soruyor:
“Bu oluşumlarda Doğu’nun ‘birlikten güç doğar’ felsefesi önemli bir rol oynuyor olabilir mi Ren?
Doğru, diyor. Burada devlet, uyumlu toplum, uyumlu devlet, uyumlu bölge görüşünü önde tutuyor.”
Görünen o ki Çin, önce içinde uyumu sağladı, şimdi dıştaki uyumu yakalıyor.”

“Çin, bin yıl boyunca bünyesine giren her şeyi özümseyip bir sentez çıkarıyor. Budizm’de de, Marksizm’de de böyle oldu. Çin, yabancı her şeyi yoğurdu. Üzerine Çin damgasını vurdu.
Tüm dünyada aynı kelimeler bile Çinlileştirilmiştir. Televizyonun Çincesi ‘elektronik görme’dir. Telefona ‘elektrik ses’ denir.
Çin deyince sadece ekonomik büyümeyi görenler Asya’daki bu devi anlamadılar. ‘Çok fakirlik çektiler, n’apsınlar, komünist devlet eziyetine alışmışlar’, dediler.
Binlerce yıllık kültür ve gelenekleri göz ardı ettiler.
Biliyor musunuz, Çin’deki lokantaların adları bile derin bir felsegenin ipucunu verir.
Bir lokantanın adı ‘Göğün ardındaki gök’, bir başkası ‘Dağın ardındaki dağ’.
Ren’e sormuştum:
‘Sadece senin gördüğün gökyüzü yok, başka gökler de var’, demişti.
‘Bir dağın tepesine çıktığında, daha büyük başka bir dağların olduğunu görebilirsin’, demişti.
Ama önce bir dağa tırmanmak gerek. Çin diğer dağların varlığının farkında, ama kendi dağına tırmanıyor. Darısı başımıza!”
Son söz, Avar’ın dopdolu bir bilinçle andığı Atamızın:
“Bir ulusun mutluluk saydığı şey, diğer ulus için felaket olabilir. Aynı neden ve koşullar birini mutlu ederken diğerini mutsuz edebilir. Onun için halka gideceği yolu gösterirken, dünyanın tüm bilim, buluş ve gelişmelerinden yararlanalım, ama unutmayalım ki asıl temeli içimizden çıkarmak zorundayız.”
Sevgili Büyük Önder, Cumhuriyeti kurarken bunu eksiksiz uyguladı; Fidel de, Chavez de, Morales de şimdi aynı yoldalar.
Darısı yeniden ülkemizin, bütün ezilenlerin, sömürülenlerin başına!

Berfin-Bahar, Ağustos 2006, s.102

1 Temmuz 2006 Cumartesi

KÜBALI HEKİMLER

KÜBALI HEKİMLER


9 Haziran akşamı José Marti Küba Dostluk Derneği’ndeydik; Küba Elçiliği 1. Yazmanı Alejandro Simancas Martin, ABD’de, mahkeme kararlarını da çiğneyerek – ne kadar tanıdık geliyor değil mi? – zindanda tutulan 5 Kabılının son durumunu anlattı kısaca. Uluslar arası toplum bu hukuk, insanlıkdışı tutumu kınamalı, bireysel olarak ya da topluca, örneğin BM Genel Yazmanı Kofi Annan’a kınama yazıları yollamalı, dedi. Ah iyiniyetli dostum benim! BM bağımsız bir örgüt mü? Geçen ay TRT1’de Banû Avar’ın başarılı belgeselinde de vurgulandı: yapılan bütün oylamalarda, 191 üyenin 188’i Kübaya uygulanan ambargonun kaldırılması için oy veriyormuş, ama bu akıldışı uygulama sürüyormuş! Çünkü dünyanın efendisi (?) böyle istiyor!
Aslında 1492’den beri, yeryüzünde ne hukuk var, ne adalet; parasal ve askersel gücü olan, gözüne kestirdiğini yiyor.
Bunun için yüzyıllardır son derece cicili bicili kılıflar da buldular, buluyorlar: ya insanları dinsizlikten kurtarıp İsa’nın kollarına kavuşturmak için yapılıyor bütün rezillikler, ya insan hakları, özgürlük, halk yönetimi için!
Başta ABD’de, dünyanın dört bir yanında parasal ve siyasal gücü ellerine geçirmiş olan çok küçük bir açgözlü azınlık ya demokrasi tasarısı’yla geliyorlar insanların karşısına, ya da Büyük Ortadoğu Tasarısı ile. Eh dağıttıkları dolarlarla her ülkede bu yalanın yutturulmasına gönüllü uşaklık edecekleri de buluyorlar.
Dolayısıyla, Alejandro gibi tertemiz yürekli insanlar uluslar arası tepkilerle, kınamalarla birtakım şeylerin düzeleceğini sanıyorlarsa – ki hiç olasılık vermiyorum buna – korkunç yanılıyorlar.
47 yıldır Küba’da uygulanageldiği, şimdi yavaş yavaş Günel Amerika ülkelerine yayıldığı üzere, anamalcı sömürgecilerin bütün kandırmaca örgüt ve kuruluşlarından çıkmak; sevgili Atatürk’ün de yaptığı gibi, ezilenler arasındaki dayanışmayı güçlendirip bu kör gidişe son vermek gerekiyor.
Sayın Martin’in konuşmasından sonra, geçen yıl Pakistan’ı yerle bir eden korkunç sarsıntının ardından yüzyıllardır soyulmuş soğana çevrilmiş, hem aç hem bilgisiz bırakılmış bu ülkeye yardıma koşan gönüllü hekimlerden daha önce bir yazımda söz etmiştim. Bu akşam bu güzeller güzeli insanların deneyimlerini kendi gözlerimizle gördük: atlamışlar uçaklarına, dağıtacakları ilaçları, hattâ orada tütecekleri besinleri de yanlarında getirerek uçmuşlar Pakistan’a; sarsıntı kış aylarında olmuştu; film de 6-20 Ocak 2005’te çekilmiş. Sözün gerçek anlamında çökmüş ülkede, eksi bilmem kaç derecede, lapa lapa yağan kar ya da sağanak altında, araçların gittiği yere dek onlarla, gidemediği yerdeyse sırt çantalarını yüklenip el ele tutuşarak Himalaya Dağı’nın yamaçlarındaki en ırak köylere gitti anamalcı çürüyüşten kurtarılmış gerçek insan kardeşlerimiz. Göz kırpmadan sürdürülen amansız acımasız sömürünün yere serdiği Pakistanlı kardeşlerine önce sevgiyi, hemen yanında sabırlı, eliaçık bilgiyi götürdüler: sardılar sarmaladılar, yeniden yaşama sevinci aşılamaya giriştiler. Ve dil engeline karşın, bunda öyle eksiksiz başarıya ulaştılar ki, en azından orada kaldıkları süre boyunca, zavallı insancıkların yüzleri güldü, gözlerine ışık geldi.
Tıpkı Guantanamo Yolu gibi; bu belgesel de Batılı şımarıkların yüzlerce yıldır dünyaya ettiklerini olduğu gibi gözler önüne seriyordu; ama burada, o ürkütücü filmin tersine, kurtuluş yolu da görünüyordu: şu bir avuç eşkiyanın elinden yarattığımız artıdeğerleri kurtarıp yeniden kendi erincimize harcayabilirsek, yeryüzü yeniden Kutsal Kitap’ta anlatılan, zorla elimizden alınmış Cennet’e kavuşacak!
Bu yalın, kolay, ama şimdi erişilmesi alabildiğine zor işi kendi ülkelerinde gerçekleştirip dünyalı kardeşleriyle paylaşmaya karar vermiş Fidel Castro ve ulusunu ne kadar alkışlasak azdır!
Dostluk Derneği gönderdiği iletilerden birinde Sayın Büyükelçi Ernesto Gómez Abascal’ın, Ankara’ya gelmezden önce çalıştığı Bağdat’taki izlenimlerini yansıtan kitabının Nâzım Kitaplığı’ınca basıldığını duyurmuştu: Bağdat Görevi.
Sonraki gidişimizde Emine Tahsin büyük incelik gösterip kitabı armağan etti. “Rastlantı+gereklilik” ikilisi öyle getirmiş ki, Sayın Abascal tam 2. Körfez Savaşı sırasında Bağdat’ta görev yapmış; Ekim 2002-18 Mart 2003 arasında, insanlığın oluşturduğu en yüce kavramları ağzına sakız eden, özgürlük, insan hakları, demokrasi için Irak’a geldiğini öne süren, binlerce, yüzbinlerce kişiyi bombalarla, kurşunlarla öldüren, insanlığın en değerli kalıtlarından Sümer Uygarlığı’nın Bağdat’taki bütün izlerini yerle bir eden, yıkmadıkları yağmalayıp ABD’ye götürenlerin bu edepsiz, hukuk, insanlıkdışı saldırısının hazırlığına da, uygulanmasına tanık olmuş. Sözümona “kitle imha silahlarına” elkoyacak; Saddam’ın çevreye zarar vermesini önleyeceklerdi; yaşarken bütün bu savların boş olduğunu, istemeye istemeye, kendileri de kabul etmek zorunda kalsalar da, oyun La Fontaine masalındaki gidi sürüp gidiyor: suyu bulandırmasa da kurt kuzuyu yiyor, hem de bütün dünyanın gözü önünde.
Burada savaştan, saldırıdan daha acıklı, geleceğimiz için tehlikeli bir şey ortaya çıkıyor: Anamalcı, sömürgeci, saldırgan Avrupalı şımarıklarla ABD’nin dışında kalanlar, başta Rusya ve Çin, bu korkunç eylemlere dur diyemiyor, yeterli caydırıcı tepkiyi gösteremiyorlar.
Tıpkı yurdumuzdaki ABD buyruklu PKK saldırıları sonunda şehit düşen yurttaşlarımıza sivil asker bütün insanların gömme töreni sırasında selam durması, övgü yağdırması, gözyaşı dökmesi gibi, sömürücülerin amansız saldırısı kınamayla, ilenmeyle önlenemiyor ki! Dünyanın dürüst emekçi halkları bu edilgenliğin sonunda kendi canlarını da alıp götüreceğini neden görmüyor, ya da görüyorlarsa, neden aynı derecede kararlı, somut bir tepkiyle karşı çıkmıyorlar? Uyutucu televizyonlarla basın bu kadar mı uyuşturdu hepimizi? Öyleyse canlı kalmaya hiç hakkımız kalmamış demektir.
Bereket yerküremizin öbür köşesinde, sevgili Fidel Castro’nun simgelediği bir uyanış derlenip toparlanış, el ele veriş var; zavallı çürümüş anamalcılar elbet aman buyurun istediğinizi yapın demeyecekler bu süreç karşısında; ama etkiye tepki böyle işliyor ne yazık ki: binlerce yıllık koşullanmayı bedelini ödemeden kıramayız.
Özlem Kumrular’ın Türkçeye çevirdiği Bağdat Görevi’ni alın Ernesto Gómez Abascal’ın; burnumuzun dibinde sürdürülen kıyım yurdumuzu parçalayıp yutmadan içinizdeki tepkinin diri kalmasına yardım edin: kitaptaki ayrıntılar, Uğur Mumcu’nun dediği gibi, bilgi edinerek kişisel bir görüş geliştirmenize olanak sağlar.
İki yararlı kitap da Berfin ile AsyaŞafak’tan geldi: Sedat Umran’ın çevirdiği Giordano Bruno’nun Diyaloglar’ı ve Yusuf Ziya Bahadınlı’nın Meclis’in İçinde Vurdular Bizi’si.
Meraklılar biliyordur, Giordano Bruno, Galileo’dan önce, evreni, dünyayı, insanı sarayın ve kilisenin kör çıkarcı buyruklarına göre değil, somut evrensel yasalara göre anlayıp açıklamaya girişmiş öncülerden; acımasız soyguna çomak sokmaya kalkınca yargılanmış elbet, ve ne yazık ki, Galileo kadar bilgelik gösterip o benzersiz, değerli beynini kurtarmayı içine sindirememiş, dünya dönüyor demeyi sürdürüp diri diri çarmıha gerilmiş, ateşe atılmış. Keşke öyle yapmasaydı da beyninde birikenleri insan kardeşlerine biraz daha yayabilseydi. Neyse, bu kitap, soylu düşünürün dünya görüşünü yakından tanımanıza yardım edecektir.
Bahadınlı ise, kestireceğiniz üzere, hani o düş gibi geçip giden TİP’si deneyiminin TBMM’sinde yaşanış öyküsünü özetliyor; şu zorlu dönemde aynı yanlışlara yeniden düşmemek, aynı acıları bir kez daha çekmemek için başvuru yapıtlarından biri.
Bu Salı, Dernek’te Didem Pakkan ile Serkan Arıkuşu’nun görüntülü söyleşisi vardı; el ele tutuşup geçen yılın Şubat’ında Küba’ya gitmiş on gün kalmış, belli başlı yerleri gezmiş, epey görüntü derlemişler. Biz de yeni döndüğümüz için izlenimler birbirini tamamladı. Sanırım bizim yarı yaşımızdalar, ama insan neye bakacağını biliyorsa, asal olanı görüyor.
Serkan’ın yüksek sesli soruları arasında biri çok öğreticiydi: 47 yıllık uygulamadan sonra, belli ki yeni düzeni özümsemişler; ama insan ‘neden devrimciliklerini daha açıkça dile getirip göstermiyorlar?’ diye merak ediyordu, dedi. Bunda bizim gibi Atatürk gideli beri, devrimi kitaplarda, filmlerde yakıcı bir özlem olarak görüp bekleyenler için belki olağan bir soruydu bu; oysa, gerek Avrupa’da, gerek bütün öbür toplumculuk denemesi yapmış ülkelerde tanık olunan gerçekleştirilmesi özlenen devrimi bıkıp usanmadan anlatmaya Küba’da gerek kalmamış ki! Onca kuşatmaya, yıkma girişimlerine, yaratılan yapay darlığa karşın, bir devrimin yurttaşlara kazandırması gereken en temel şeyler, parasız eğitim, sağlık, barınma, beslenme burada günlük yaşamın akışına çoktan girmiş; dahası, devrimciliğin vazgeçilmez ülküsü “bunu bütün dünya uluslarına yayma” hem sağlık, hem eğitim alanında elin erdiği her yere koşturuluyor.
Bir avuç çılgının bir türlü dolmayan keselerini beslemek üzere kamçılanan şu tüketime dayalı yaşam böyle sürüp gidemez oysa; akıldışı nüfus artışı da, dünyamızın sınırlı olanakları da buna izin vermiyor. Dolayısıyla, tıpkı Eski Çağların bilge insanları, Orta Asya halkları, Kızılderililer gibi, canlı cansız bütün varlıkları gözeten alabildiğine tutumlu bir yaşama dönülmesi gerekiyor. Küba ve güzelim halkı bunun yaşayan canlı örneği; doğrusu biz üçümüz, Sevil, Nilgün, ben, sanırım her şeyden çok buna sevindik Küba’da; bunu hepimizin geleceği için paha biçilmez bir umut saydık.

Ülkemin ve bütün ezilenlerin ölüm-kalım savaşı verdiği günlerde soylu, onurlu Anadolu çocuklarından Mustafa Yıldırım, aslında kendi karınlarına bıçak sokan şaşkın sömürücü İspanyollara karşı yalnız Kübalı kardeşlerini değil, insan türünü kurtarmak üzere başkaldırıp can vermiş devrimci ozan yoldaşına yazmış bu şiiri; okuyup ikisini birden kucaklayalım.
acemi avcı

okunu yüreğine saplamış
gecikmiş sevdalar avcısı
yeni zamanlar düşmanı
aşk öğütücüsü, uyku törpüsü
yırtılıp durmakta ufuklar
titriyor şimdi yıldızlar
aysız geceye tutsak beden
yorgun baş duvarlarda
yalnızlığa yatmış öfke
uzaklarda saklanmış özgürlük
Jóse Marti sierrasında isyan
kapanda ayaklar kanamakta
sağımda yalan zırhında bir ay.

Berfin/Bahar. S. 101. Temmuz 2006.

1 Haziran 2006 Perşembe

BATILININ GERÇEK YÜZÜ


                                                   


            Yaklaşık 10 000 yıllık kandırmaca, uyutmacadan sonra, ancak şimdi, can gözünü açık tutmayı başarabilenler görüyorlar hepimize “uygarlık” diye yutturulanın ne büyük bir yalan olduğunu.
            Kimi filmler bunun çok çarpıcı örnekleri; bunlardan birini, ABD’nin kuyruğuna takılıp bütün dünyayı kana bulayan İngilizlerden geldi. Michael Winterbottomla Mat Whitecross’un  Guantanamo Yolu. İngiltere’de okuyan Pakistanlı bir delikanlı, evlenmek üzere ülkesine dönüyor; arkadaşlarıyla, düğün öncesi, komşu Afganistan’a geçip dolaşmak istiyor. Oysa orada, dünyalı kardeşlerine 1917’den beri toplumcu olduğu masalını anlatan, ne yazık ki en az ABD ya da AB kadar buyurucu, sömürücü olan Rus merkezli S.S.C.B.’nin tanklarının ardından ortalığı kaplayan ikili bir fırtına esmekte, Talibanla Batılılar çarpışmaktadır. Gençlerin sağ kalanları yakapaça ünlü Küba toplama kampına, Guantanamo’ya götürülür; sorgular, işkenceler, hep  insan hakları, yıldırmayı önleme  adına.
            İşkenceli soğrulama sahneleri çok çarpıcı elbet; ama filmin öyküsünü yazıp çekenler, gerçekte yapılanların sanırım silik benzerleri olan bunların yerine, alıcıyı Afganistan, Pakistan sokaklarında dolaştırmayı sürdürselerdi yeterdi:  insana yakıştırılan erdemlerin hepsinden yoksun Batılı sömürgenlerin yüzlerce, binlerce yıldır dünyaya, insanlara neler yaptıklarını görüp anlayabilirdi can gözleri körelmemiş olanlar! O yoksul, bilgisiz, hoyrat, gözünü kırpmadan birbirini kesmeye hazır kılınmış erkek yığınları tasarlanabilecek bütün karabasanlardan daha ürkütücü çünkü.
            Bu dediğimin doğrulaması, Darwin’in Karabasanı’ndan geliverdi. Bu film geçen Film Şenliği’nde gösterilmiş, ardından NTV de oynatmış, ama biz ikisini de kaçırmışız; sağolsun, sevgili dostum Hasan Özay iletişim ağından indirip verdi, izledim.
            Yine şu uygar (!) Avrupalı karşımızda: yüzlerce yıldır gözünü kırpmadan sürdürdüğü acımasız oyunun bir parçası olarak Afrika’ya, Victoria Gölü kıyısına gelmişler; göl bin bir balıkla dolu, yöre halkı hem tarımla, hem bu balıklarla gül gibi yaşayıp gidiyor. Ama bu alçaklar buna izin verir mi? şeytanların bile aklına gelmeyeni düşünüp yürürlüğe koyar: Nil Nehri’nde yaşayan iri, yırtıcı balığı getirip güzelim Victoria Gölü’ne bırakır; canavar kısa sürede bütün öbür türleri tüketir. Kalan iri balıklar gölün de çevresinde yaşayanların da  karabasanı  olup çıkar: her yerde olduğu gibi, katil Batılı can alma işini aracılara, Hintli gözü dönmüş işadamlarına (?) yaptırır. Gecekondu mahallelerine tıkılmış insancıklar o beyaz etli iri balıkları bulanık sularda avlar, getirip hastanedeymiş gibi beyaz giysilerle maskelerle çalışan kölelerin önüne bırakırlar. Kılçıklar kafalar kesilip alınır, geriye kalan kocaman beyaz et dilimleri buzlanıp kutulanır, eski bir İlyuşinle Avrupa Birliği’nin bir avuç azınlığına gönderilir.
            Ve tamamlanan ölüm çemberine bakın: İlyuşini, bir süre önce Afganistan’da insanların tepesine bomba yağdıran Ukraynalı pilotlar kullanmaktadır. Filmin sonlarında, yaptıklarını anlatırken, nicedir göremediği kendi çocuklarını, gözünün önünde aids’den ölüp giden güzelim Afrikalı çocukları düşünüp gözü yaşaran Ukraynalı ile arkadaşları, Avrupa’nın bol ışıklı, gösterişli kentlerinden o lezzetli balık dilimlerini almaya gelirken boş gelemez elbet: Afrika’da birbirine kırdırılan uluslara, kavimlere o kusursuz Kalaşnikofları getirir.
            Kendi toprağını ekemeyen, kendi balığını tutup yiyemeyen Afrikalıya ne kalmıştır dersiniz? Balıkhaneden kamyonlarla getirilen balık kafalarıyla kılçıklarını alıp kavuran, sonra o aç, açık, çaresiz yığınlara parayla satan açgözlülere para kazandıran, hani şu ünlü Potemkin Zırhlısı’ndaki kokuşmuş etlere taş çıkartan kurtlu artıklar!
            Avrupalı hanımlarla beylere o kılçıksız balıkları hazırlayanların sığındıkları adayı, ev saydıkları döküntüleri, bu kurtlu artıkları kapışmalarını  24 saat aralıksız göstermeli bütün dünya televizyonları:  uygar Avrupalının, Amerikalının çirkin yüzünü unutmamacasına görmeye razı olur belki o zaman bütün dünyanın sömürülen, ezilen, kıyılan yığınları!
            Bu iç karartıcı, çıldırtıcı filmlerden sonra, sağaltım soylu, onurlu, sevgi dolu bir Türk’ten geldi: onca televole kanalı arasına girmeyi başarabilmiş birkaç dürüst kanaldan biri olan ART-Avrasya, bir akşam, Mustafa Yıldırım’ı canlı yayınına konut etti.
            Sivil Örümceğin Ağında’yı alıp okumuştuk; yurdun çeşitli köşelerindeki CUMOK toplantılarına katılıp insan kardeşlerini uyandırıp aydınlatmaya çalıştığını biliyordum, ama henüz yüzünü görüp sesini duymamıştım Mustafa Yıldırım’ın. Meğer sevgili mimar dostum Metin Aydoğan gibi, o da somut bilimden, mühendislikten geçmiş yazıya, kitaba. Çok da iyi etmiş: Welhelm Reich’ı,  Henri Laborit’yi, François Jacob’u tanıyıp okuyalı beri, matematik, doğabilim, dirimbilim, kimya gibi temel bilimleri bilmeden yazınsal yapıt vermeye kalkışılmasını düpedüz soykırım sayıyorum çünkü. Öyle soyut özgürlük, ruh, bilinçaltı bilinçüstü gibi sözcük ve kavramlarla yeterince kandırılıp sömürüldü, kıyılıp harcandı insanlar.
            Mustafa Yıldırım, somut bilim ve bilgiye dayanan bütün insanlar gibi ayağı yerde, tutarlı bir kişi; dolayısıyla, günümüzde dünyanın ve yurdumuzun sürüklendiği koşullarda, yaşananların, yaşanacakların neden ve sonuçlarını çok iyi görüyor. O söyleşide, son kitabı 58 Gün ile önceki yapıtı Ulus Dağı’na Düşen Ateş’i el aldı konuşmacı hanımla.
            Bugün dünya tarihi de, ülkemizinki de yalan dolanla, çarpıtmayla, kısacası sömürünün sürebilmesi için ataerkil anamalcı düzenin kör çıkarlarını savunan masallarla dolu; sevgili Mustafa Yıldırım bu mantığı kavradığı için, şu anda Irak’ta sürdürülen kıyımla ilk Haçlı Seferleri arasındaki bağı açık seçik görebilmiş; 58 Gün’de, yüzlerce yıldır Ortadoğu’nun verimli kaynaklarına göz dikmiş canavar Avrupalıların 1918’de, Osmanlı Devleti’ni parçalayıp yutmak üzere giriştikleri amansız saldırıyı; bütün birey ve kurumların sapır sapır döküldüğü, birer birer teslim olduğu günlerde, adaşının, Mustafa Kemâl’in hâlâ oluk oluk kanın akıtıldığı Filistin’de başlayıp Toroslar’a dek uzanan direniş ve savaşını anlatmış.
            Osmanlının,  padişahıyla, bütün ünlü paşalarıyla, üstelik Mustafa Kemâl’in Çanakkale’de yendiği İngilizlere teslim olduğu günlerde, 7. Ordu’nun, Filistin’de, Halep’te kendini beğenmiş eşkiyaya nasıl bir ders verdiğini öğrenmek; paylaşım savaşının bugünkü aşamasında onca uygarlığı yaratıp yaşatmış Anadolu halkının, 1919’daki gibi, başta bütün ezilenler, istemeseler de, ezenleri bile kurtarmak üzere nasıl bir savaşıma hazır olması gerektiğini anımsayıp gereğini yerine getirmek istiyorsanız, hemen alın 58 Gün  ile Ulus Dağı’na Düşen Ateş’i.
            Bir ara dergisine katkıda bulunduğum, nicedir haber alamadığım F.Nisa  Kadıbeşegil, Hüseyin Alemdar’la, Yabancı Kalemlerden Seçkiler’i yollamış. Sevdiği, beğendiği yazarlardan şiirler, öyküler, denemeler çevirip bastırmış. Bulup edinebilirseniz, şu hır gür arasında değişik bir tat alırsınız.
            Onun gibi, İngilizce öğretmenliğinden gelen başka bir dostum, Evin Okçuoğlu da, çocuklarla gençler için sıcacık, sevecen öyküler yazmış; Sakın Kızma Anne’yi  ATP Yayınevi, Genç Kitaplar dizisinde basmış; kapağını da ortak dostumuz ressam Hatice Nalbant  yapmış.
            Ali Arslan’ın Küçük Umutlar adlı öyküleriniyse Berfin Yayınları basmış.
            Şimdilerde hemen herkes sanat, ulusal sanat nasıl olmalı, ne yazılmalı, nasıl yazılmalı? diye sorup duruyor, söylevlerin ardı arkası kesilmiyor. Her şey görece ya, bana göre bir film, öykü, roman işte şunun gibi yazılmalı, bunu anlatmalı bugün, eğer yaratıcı kendini ve bizi kandırmak istemiyorsa. Alıntı 58 Gün’den:
           
            “Yurdumda vursalar da duymaz olan insanlara, Leyla’nın kuşkanadı gibi yukarı kalkmış kollarını göstersem uyanırlar mı? Elimi cebime attım. Hayır,  olama! Fotoğraf yok! İskenderun limanında yabancı subay ve askerleri yere yatıran binbaşının haberini veren gazete kesiği de yok.
            “Kahretsin!” diyerek kendimi attım sokaklara. Beynim bir soru kovanı sanki. Ben neresinden toparlayacağım bu gecikmiş kitap dosyasını? Pakistanlı Remzi’yi nasıl bulacağım seksen beş yıl geriye gidip? O kör karanlık, onu da, beni de yutmayacak mı?
            Sorulardan yorgun düşmüş ve bir ağıcın dibine oturmuştum ki, birden onu gördüm. Bastonunu iki yana açtığı dizlerinin ortasında yere dayamış, çenesi bastonu tutan elinin üstünde, bana bakıyor. Pamuk gibi derler ya, işte öylesine sarı-beyaz bir yüz ve yaşlanmaya isyan eden mavi ışıltılı gözler. Seksenden az olamaz yaşı, ama neden gülümsüyor? Beni tanıyor mu? İçimdeki soruları nasıl duydu?
            Birden seslendi:
            “Üzülme! Sevdanın iyisi zor elde edilir. Gözden ırak olduğunda anlaşılır sevda olup olmadığı.”
            “Ey benim efendim! Ben sevdadan caydım. Kalemimin ucu kırıldı, yüreğimde iyi ne varsa dibe  çöktü. Mısır’a gidip Seydi Beşir esir kampına girmeliydim. Daha sonra Gazze’ye geçmeli ve Filistin topraklarında gece yürümeli, Tulkerim’e ulaşmalı, oradan da Nablus’taki Tukan şatosuna varmalı, Kumandan Mustafa Kemâl’e son saldırıyı haber vermeliydim.”
            Bir an durakladım. Alnımdan terler akıyordu. Gözlerim yanıyordu. Başımı önüme eğdim. Sesim boğuklaşıyordu:
            “Nablus’ta Samarit kızı Asu’yu bulup ‘Haydi durma koş! Selanikli Recep’i bul ve Şeria nehrini bu gece geçin! Yoksa size kıyacaklar!’ demeliydim.
            Gözlerini kıstı, acır gibi baktı bana:
            “Yapamazsın!”
            “Neden?”
            “Sen daha dün, Cenin’de o küçük kızın ağlamasına engel olamadın! Felluceli Leyla’yı kucaklayıp şahinlerin pençesinden kurtaramadın!”
            İyi ama… Eşkiyayı durdurmalıyız. Baksanıza yine geliyorlar.”
            “Sakin ol! Ver şu dosyanı bana!”
            Sayfaları karıştırmaya başladı. Arada bir “Hımmm” diyor başını iki yana sallıyordu. Bir süre sonra kalın dosyayı yanındaki taşın üstüne koydu; bastonunu yere vurdu, öteki elini dizine dayayıp doğruldu:
            “Ben de gençliğimde oralardan geçtim.”
            “Ben yalnız gitmelere alışık değilim. Islak yeşil gözleri…”
            Duymazdan geldi; akkavakların arasında uzanan dar yolda, sağ ayağını hafiften sürüyerek, kısa adımlarla yürümeye başladı. Başını bile çevirmeden “Gel” dedi, “Huzuru öldürülmüş topraklarda, gözyaşları dinmeyen çocukları görüp dururken, aradığın sevdayı bulamazsın. Sevdanı ancak karanlığın içinden geçerken sınayabilirsin. Yalnızlık içinde çırpındığın anda, o ıslak yeşil gözlü dediğin her kimse, onu yanında bulabilirsen, işte o zaman sevda da sevdaya benzer.”
            “Belki de haklısınız.”
            “Ortadoğu’daki kopuş, tarihin yazacağı en acı kopuştur. Bunu görmeyenler kendilerini Ege’nin lacivert sularında avuturlar ve yeni kılıklara bürünmüş eşkiyaya bilip bilmeden ortak olurlar.”
            “Ben de bunu duyumsuyorum, ama sonuçta bir savaş işte!”
            “Gerçekler büyük kalabalıkların yaşadıklarıyla sınırlı değildir. Şimdiki istilayı anlayabilmek için Nablus’tan Şeria ırmağına, oradan Acun dağlarına, daha sonra da Lübnan dağlarına uzanmalı ve soluğu Toroslar’da almalısın!”
            Durakladıktan sonra gözlerini gözlerime dikti:
            “Bu da yetmez!”
            “Ya ne?”
            “Önce Mısır sahillerine varmalı ve Seyid Beşir esir kampına girmelisin. 58 günde, üç dört yılı değil, bin yılı yürümelisin,”
            “Ya ıslak yeşil gözlü?”
            Sözümü kesti ve içtenliğimi anlamak istercesine gözlerimin içine baktı.
            “Sen benimle bin yıl yürümeyi başarırsan ve o seni gerçekten sevdiyse, dediğim gibi; o seni karanlıklar içinde bırakmayacak, ırmağın kıyısında bekliyor olacak! Yeter ki sen geç kalma.”
            “Ya İskenderun limanındakiler?”
            “Yolumuzun sonunda onları da göreceksin…”
            “Irmağın karanlığını nasıl geçeceğiz?”
            Olduğu yerde durdu. Kamburunu düzeltmeye çabalayarak başını kaldırdı, gittikçe kararan göğe baktı ve “Karanlığı yakarak!” dedi.
            Gözlerimi yumdum; derin bir soluk alıp içimden haykırdım:
            “Karanlığı yakmalı!”
            Yaşlı Bilge Adam bastonunu sağa doğru uzattı:
            “İstenderiye’ye bu yandan gideceğiz ve esirleri kampa götüren kamyona yetişeceğiz; haydi yürü bakalım.”
            Uzanıp mürekkepli kalemi  aldım ve Ortadoğu’daki son saldırı karşısında uyanmayanları uyandırma kararlılığıyla yeniden yazmaya başladım…”

                                                                                              Berfin/Bahar. S. 100, Haziran 2006.
           
   

31 Mayıs 2006 Çarşamba

FİDEL’İN MUTLU ÇOCUKLARI

Sevil artık gezmeye başlayalım, dedi; oturup gitmek istediğimiz yerleri sıraladık, Küba ağır bastı. Bunun üzerine, birkaç girişimde bulunduk; ikisi sonuç vermedi, özel bir gezi kuruluşuyla gitmeyi kararlaştırdık, ve Sevil, Nilgün, ben uçağa atladık.
Daha önce Küba’yla ilgili bütün haberleri yakından izlemiş, Oliver Stone’un Castro’yla ilgili iki filmini ve Bânu Avar’ın Küba Belgeseli’ni görmüştük; yine de büyük merak içindeydik, göreceklerimiz umutlarımızı kıracak mıydı yoksa bizi sevindirecek mi?
Doğrusu, uzun bir yolculuktan sonra Havana’ya indiğimizde, daha ilk izlenim son derece olumluydu: Havaalanındaki bütün görevliler, kadınlı erkekli, güleçti . Pasaportlarımıza küçük kulübeciklere oturmuş özenli, bakımlı, güleryüzlü kızlar baktı.
Gezi kılavuzumuz da onlar kadar güleryüzlü, tatlı dilliydi: Tülin Uğurlu. Kapıda bizi yerli kılavuzumuz Joel karşıladı; havalandırmalı otobüsümüzle kalacağımız konukevine gittik. Bu işe ayrılmış özel bölgedeki konukevimizin açılışını Fidel’in kardeşi Raoul Castro yapmıştı. Odamım alabildiğine geniş, temiz, serindi. Konukevinin giriş katında şırıl şırıl akan bir su, arkasında kocaman bir havuz. Öbür yakada, yan yana sıralanmış çeşitli özel lokantalar; hepsinde kızlı oğlanlı pırıl pırıl gençler, herkesin yüzü gülüyor, her fırsatta şarkılar mırıldanıyor, dans etmeye başlıyorlar.
İlk gün Havana’yı geziyoruz, belli başlı yerleri, Hemingway’in içki içtiği barları, Devrim Alanı’nı dolaşıyoruz.
Bir ara bir parktan geçiyoruz, ilk köşede tertemiz kırmızı etekler, beyaz gömlekler giymiş kızlar bez bir topla gürültü etmeden oynuyorlar; az ileride, sıcak taşlara oturmuş iki küçük çocuk, yapraklarla oynuyor; biraz sağında başka bir küme başka bir oyuna dalmış. Bağırıp çağırma, itişip kakışma yok.
9 Yıllık temel eğitim, bütün öbür temel gereksinmeler gibi, parasız; ilkokul çocuklarının kırmızı etek pantalonları, ortada tütün rengi etek pantalona bırakıyor yerini; liselilerinki daha koyu renk. Bütün bu öğrenciler, günün her saatinde, kentin cıvıl cıvıl sokaklarında çok sıkı olmayan bir düzen içinde gidip geliyorlar; yine en küçük bir gürültü itişip kakışma yok.
Küba yemyeşil, suyu bol; toprakların %25’i tarıma ayrılmış; bunun da %21’inde sulu tarım yapılıyormuş; konukevindeki sofra Küba’nın bütün ürün zenginliğini önümüze seriyor.
Sokaklar, caddeler, kentler arası yollar düzgün, temiz; araba çok az; dolayısıyla gerçek bir sessiz cennet. Yüzü gülen insanlar, duraklarda, sabırla kamu araçlarını bekliyor.
Küba’da Fidel’in bir tek yontusunu, resmini göremedik; buna karşılık, Devrim Şehidi Che hemen her yerde; ama bizdeki ürün tanıtım panolarının yerini Fidel’in halkına seslenişleri almış: Devrim nereden nereye geldi, bundan sonra nereye gidecek, anlatılıyor sayısız kez. Nilgün bunlardan birini defterine yazdı: Sorumluluk sizde, koruyun!
Yine bizdeki avaz avaz bağıran plak disk satan dükkânların tersine burada her köşede canlı insanlar tek ya da birkaç kişi çalıp söylüyor, çoğu kez oynuyorlar: tadına doyulmaz bir şenlik. Ve hepsinin ceplerinde hazırladıkları diskler var, çalıp söylemeye ara verince, getirip sunuyorlar: yalnız 10 peso. Demek ki herkesin emeği değerlendirilmiş.
Bir akşam, Küba Ulusal Konukevi’nde bir gösteri izledik: binbir renkli giysilerle, danslar ve şarkılarla Küba’da yaşamış, iç içe geçmiş halkların, Yerlilerin, Karaların, İspanyolların tarihi özetlendi.
Fidel Castro, gördüğüm kadarıyla, iki büyük kuramcının, Marx’la Reich’ın tasarladıklarını eksiksiz uygulamış; halkını hem siyasal-parasal, hem cinsel açıdan gerçek bir devrime kavuşturmuş – bunu ne yazık ki Moskova gerçekleştiremedi, şimdi çektiğimiz, daha da çekeceğimiz acılar bundan.
Sağlanan bu genel güvenlik, eşitlik, mutluluk içinde elbet kimi eksikler göze çarpıyor; ama bu güzelim Küba halkının ve başarılı yöneticilerinin değil, bizim de içinde bulunduğumuz savurgan, sorumsuz anamalcı dünyanın kusuru: aynı ülküyü paylaştığını savunan Putin’in neden Küba halkına yardım etmediğini ben anlayamadım, anlayan varsa beni aydınlatsın lütfen.
Sözün kısası, bizde sevgili Atatürk’ün tasarladığı, düşlediği şeyler Küba’da insanların günlük yaşamında; üstelik, onca acıdan sonra, öbür Güney Amerika ülkeleri de Fidel ağabeylerinin, dedelerinin yoluna girmekte. Darısı bütün dünyanın başına!

Cumhuriyet, 31 Mayıs 2006

1 Mayıs 2006 Pazartesi

“GÜNAYDIN AŞK”

Stephen Gaghan’ın “Syriana”sına vakit bulup gidebildiniz mi bilmem? Bu yılın en çarpıcı filmlerinden biriydi. Günümüzün en can alıcı konusu, petrol-siyaset ilişkisi ele alınmıştı; ve bir Amerikalıdan beklenmeyecek ölçüde yansız bir yaklaşımla, büyük uluslar arası kuruluşların, haberalma örgütlerinin, başkanların sultanların nasıl bir öldürücü çark içinde yuvarlanıp gittikleri; herkesin her an birbirinin kuyusunu nasıl kazıp o körolası petrolü çıkarmaya ya da çıkarılmışı ele geçirmeye çalıştığı çok çarpıcı görüntülerle, izlenmesi zaman zaman zor bir kurguyla anlatıldı.
“Günaydın Gece, İyi Şanslar”dan sonra doğrusu bu kadar dürüst bir Amerikan filmi beklemiyordum; oynanan oyunun büyüklüğü, acımasızlığı elbet kanımızı dondurdu; ama şimdi Güney Amerika’da uçveren umudu bütün dünyaya yayabilmenin başka yolu var mı? Önce olup biteni bütün ayrıntılarıyla, açık seçik kavrayalım ki, sonra gereken tepkiyi gösterebilelim, anamalcılık canavarını yere serebilmek için doğru ve kararlı savaşı bulalım.
İşin umut kırıcı bir yanı da, bu gerçekçi filmi bir avuç insan izledik; oysa o anda abidik gubidiklerde kim bilir kaç kişi vardı? Eh, kimilerinin giriştiği gibi, silahı kapıp inanmayanları kurşuna dizmekle de sorunu çözemeyeceğimize göre, küresel bilgi karartması içinde, bakalım bıçak hepimizin kemiğini ne zaman kesecek?
Değerli ustamız Mehmet Başaran, eytişimi daha kapağında özetlemiş yeni kitabını yolladı: “Kuşatılmış Yaşam/ Günaydın Aşk”.
“Cumhuriyet eğitiminin amacı, tam bağımsız, onurlu, yüce bir toplum olarak yaşamayı gerçekleştirmekti. Kurtuluş Savaşı coşkusuyla çalışmalar sürüyordu. Bilimin yol göstericiliğiyle çağdaşlaşacaktık. 2. Dünya Savaşı sona erince, Amerika ile ikili anlaşmalar imzaladık. Koşullu Marshall yardımı başladı. Komünizmle savaşılacaktı. İlk serbest seçimde sağcılar, gericiler başa geçti. Karşıdevrim başladı. 1946’dan beri aymazlık, ihanet kuşatması altındayız…” diyor kitabın arka kapağı. Ve Başaran’ın karanlığa meydan okuyan şiiri:
GÜNAYDIN

Elinde malası çekici kitabı murcu/Kulağının ardında mor kalem/ Günaydın demeye gelmiş dünyaya? Geceyi yırtan alnına dağın/ Taşı delen tohuma/ Can suyuna türkülerin/ Erken öten horozla/ Günaydın demeye insana.

O günaydın dedi mi,/ Gözünü açar karasabanla/ Soluğu kesilmiş evler/ Yönünü bulur karınca/ Birden kapı vurulmuş gibi/ Titrer anaların sesi/ Şaşıran gelinin kirpiklerinde/Işır bir damla sevinç/ Kitaplar buğday kokar.

İç çeken bir kızın yüreğinde/ İlk kez patlayan o al gül gibi/ Onun diline yakışır en çok/ Günaydın sözcüğü/ Silip terli yüzünü yaşamın/ Hünerli elleriyle/ Günaydın yazar her gün yeniden/ Okullara fabrikalara kırlara/ Günaydın özgürlük barış sevgi.

Erdal Atıcı’yı, önceki kitabı Ortacalı Yıllar’dan tanıyorum; bu kez Ürün Yanları’nın bastığı Güvercinler adlı öykülerini gönderdi.
Tuttuğu sağlam yol Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’ndaki genel yazmanlığından belli olan sevgili Atıcı, bu kitabında da sıradan insanların, emekçilerin yaşamlarından kesitleri duyarlı bir dille anlatmış. Atamızın ve güzelim şehitlerin armağan ettikleri aydınlık yolu canla başla korumaya çalışanlardan biri o da.
Sevgili dostum Canan Ünal, son çalışmalarını Marmara Oteli’nin ayakaltı koridorunda sergiledi; sanata, sanatçıya ayrılan yer bu işte günümüzde. Üstelik onu bulmak bile ayrıcalık sayılıyor.
Demet Yersel bu açıdan daha talihliydi, Kızıltoprak Sanat Galerisi’nde kendine yer bulabilmişti. Demet’çiğim “Kadın Olma Hâlleri” adını verdiği sergide, yaşamın çeşitli kesimlerinden, çeşitli kadınlarımızı yansıtmıştı; duyarlı, içten çalışmalar. O yakada oturanların dışında korkarım pek kimse gidip görememiştir.
Önce Cumhuriyet’in Kitap Eki’nde gördüm sevgili dostum Bekir Yıldız’ın bütün yapıtlarının basıldığını; sonra sağolsun, İskele Yayınları hepsini gönderdi.
Tuğba Yaşar yönetiminde hazırlanmış bu dizi; Bekirciğimin bütün çalışmaları atıldıkları karanlık kuyudan çıkarılmış, günümüz okuruna çok özenli basımlarla sunulmuş. Nasıl sevindim!
Kitaplarının re birinin arkasına bir yazar dostunun kısa yorumu konmuş; böylece hep birlikte kucaklanmış Bekir.
Yargılayan Zaman İçinden’in arka kapağındaysa kendi sözleri var.
“Kitaba neden Yargılayan Zaman İçinden adını verdim? Yazarlığa başladığım ilk yıldan bugüne kadar yazdıklarımı masanın üzerine koydum. Sonra eleştirileri, soruşturmalara verdiğim yanıtları, konuşmaları birbirinden ayırıp okudum. Geçen zaman karşısında yargılamaya çalıştım kendimi. Açıkçası, başım öne düşmedi. Haklı-haksız yazdıklarım olmuştu kuşkusuz. Ama, genelde utanılacak, hesabı verilemeyecek ikiyüzlülük yapmamıştım hayata karşı. Sonunda sevinerek bu yazıların yayımlanmasına karar verdim.”
Burada, benim bir yazarda, bir yorumcuda, yaratıcıda aradığım temel niteliklerin hepsi var: tutarlılık, özü sözü bir olma, özeleştiri.
Dostluğumuz yeterince uzun süremedi ne yazık ki, ama Bekir Yıldız’ı tanımak, onunla aynı kavgada yer almak, ortak kurumlarda buluşup el ele vermek büyük kazançtı.
İskele Yayınları’nı yürekten kutluyorum.
Tuncay Özkan, çok yerinde bir seçimle, geçen akşam anal Türk’te, Atam Egoyan’ın “Ağrı Dağı”nı gösterdi. “Syriana”nın tersine, hiçbir belge ve bilgiye dayanmayan, başta Amerika, 19. Yüzyıl sonundan beri Osmanlı Devleti’ni Avrupa’dan söküp atmaya, hızını alamayıp Anadolu’yu ele geçirmeye, Türkleri geldikleri yere, Orta Asya’ya sürmeye – sanki orada bizi bekleyen bir toprak varmış, orada şimdi yaşayan insan kardeşlerimiz bir gecede buhar olup uçacakmış gibi! – yemin etmiş Batılıların ağızlarındaki önyargı sakızını çiğneyen bir film. Egoyan’ı önceki bir iki filmiyle beğenip sevmiştik; meğer içi hepten boşmuş.
Bir de, yazıp söylediği sözü ezgisi güzel, gerçekçi şarkılara kendimi bildim bileli bayıldığım Charles Aznavour’a çok yazık oldu: ipe sapa gelmez bir öyküde bozuk para gibi harcandı. Film boyunca, buğulu gözlerle, düzmece bir acıyla bakıp gezindi. Demek onun da kafası boşmuş.
Be hey uyurgezerler, hani kendilerine G7 (Gelişmiş ‘ler) diyen alçakların bütün dünyayı sömürmek üzere halkları nasıl birbirine düşürüp kırdırdıklarını; “iki kapalı şu handa” canlı cansız bütün varlıkların geçici olarak şu kılıkta, şurada bulunduklarını hiç mi duymadınız? Ağrı Dağı’nın da, Himalaya’nın da, And Dağları’nın kimsenin malı olmadığını, olamayacağını; doğa kimleri orada oluşturduysa, o varlıkların geçici ömürlerini oralarda tüketip uzaya karışacaklarını kendi başınıza bilemediğinize göre Kızılderili’sinden Alevisi’ne, Şaman’ından Hindusu’na dünyalı kardeşlerinize kulak vermeyi de öğrenemediniz mi?
Paris’te yaşayıp çalışan bir araştırmacı-müzikçi dostum var, Halûk Tarcan; arkadaşlarıyla bu konuda ulaştıkları somut, gerçek bilgileri Fransa’da dile getirmeleri, yayınlamaları olanaksız, ya kodese tıkılırlar ya da sınırdışı edilirler. Onları zaman zaman bana gönderiyor. Egoyan ve benzerleri elbet bu bilgi belgelere inanmaz, inanamaz, buyurgan efendilerinden izin yoktur.
Ama son zamanlarda, aralarında ünlü tarihçilerin de bulunduğu bir küme gerçek Fransız aydını bildiri yayınladılar; Ermeni Soykırımı suçlaması yalandır; bundan dolayı konuşma yasağı koyamayız, insanları zindana tıkamayız, diye. Egoyan’ın gözü kulağı bütün bilinci bunlara da kapalı besbelli.

Ama dediğim gibi, sağolsun Tuncay Özkan bu filmi göstermekle çok yararlı bir iş yaptı, boş bir balonu gözümüzün önünde patlattı.
Sevgili dostum Bennû Yıldırımlar aradı, Şehir Tiyatroları Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ndeki oyununa çağırdı: Jean-Paul Sartre’ın Saygılı Yosma’sı. Oyunu Orhan Veli çevirmiş, Hüseyin Köroğlu sahneye koymuş. Bezemi Barış Dinçel, giysiyi Duygu Türkekul, ışığı Özcan Çelik, sesli-görüntülü etkileri Ersin Aşar, dramaturjiyi Dilet Tekintaş, devinimlerin düzenlenmesini Mustafa Kaplan üstlenmiş.
Oyundaki kişileri, Burak Davutoğlu, Taner Barlar, Cengiz Tangör, Hakan Arlı, İbrahim Can, Caner Bilginer, Samet Hafızoğlu canlandırdılar.
Oyunun sahneye konuşu, oynanışı başarılıydı; dışarıdaki bahar havasına karşın, özellikle de gençler koşmuştu tiyatroya.
Oyunun kendisine gelince; ben Sartre’ı 1964’de Memet Fuat’ın De Yayınevi’ne yaptığım Baudelaire ve Sözcükler çevirileriyle yakından tanımaya başladım; o yıllar, onun adıyla anılan varoluşçuluk’un gözde olduğu dönemdi. Sonra 1974’te, bir düşünürle tanıştım: Wilhelm Reich. O zaman, Sartre’ın ve bütün öbür ünlü yazarların neyi bilmediklerini öğrendim acıyla: kendi düşünsel-dinsel dünyalarının iki büyük öncüsünü, Marx’la Freud’u hiç katamamışlardı yaşamlarına da yapıtlarına da. Oysa o iki büyük usta, binlerce yıldır sürüp gelen soyut evren+insan yorumuna acunsal yaşama enerjisini ve onun bir türevi olan emeği, bunun sonucunda yaratılan artıdeğeri katmışlardı. Dolayısıyla gerek bireysel, gerek toplumsal olgu ve olayları binlerce yılın kalıp kavramlarıyla, sözcükleriyle sürdürdü onların katkısından habersiz ya da bu katkıya duyarsız yazar ve düşünürler yorumlarını.
Saygılı Yosma da bunun örneklerinden; kadın erkek, Zenci Beyaz ilişkisi en beylik kalıplarıyla ele alınmış; Wilhelm Reich’ın Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı’nı okumamış ya da sindirmemişseniz, ancak bunu yapabilirsiniz. Irkçılığın, zorba buyurganlığın; kadını ve karayı, sarıyı, sana benzemeyeni aşağılayıp ezmenin nereden kaynaklandığını bilmez ya da unutur, işte böyle kestirme suçlamalarla kendini ve bütün dünyayı kandırıp avutursun.
Azıcık düşünün, bugün yeryüzündeki kötülüğü anlatmak isteyince hemen koştuğumuz hazır kalıplardan biri Naziler’dir; oysa hastalığın başı ataerkil anamalcı düzensizlik’tir; dolayısıyla, yalnız Almanlar değil, yeryüzündeki bütün ulus ve toplumlar, ama özellikle Avrupalılarla Amerikalılar anlatılmaz derecede ırkçı, kıyıcı, sömürücüdüydüler, hâlâ öyleler.
Amerikalı Beyazlar Zencilerine oyunda söylenenleri yaptılar elbet, iyi ama sevgili (!) Fransızlar, varoluşçu ya da bilmem neci yazar ve düşünürleriyle, Afrikalı insan kardeşlerimize neler yaptılar acaba? Gül sümbül mü götürdüler? Uygarlık tarihini anlatırken adlarını baş köşeye oturttuğumuz bütün o ünlü adlarıyla, Almanlar, Belçikalılar, Hollandalılar, Danimarkalılar, İspanyollar, Portekizliler neler ettiler yeryüzündeki insan kardeşlerine? Tavernier’nin filmi dolayısıyla andığımız Güneydoğu Asya’ya kaç yıl sülük gibi yapıştı Fransızlar, ardından Amerikalılar?
Bugün dünya sineması da, tiyatrosu da, bütün öbür sanatları da çok acı bir çıkmaza saplanmış durumda: asıl hastalığın ister istemez bencil anamalcı düzensizlik olduğunu açık seçik görüp dile getiremedikçe, en küçük bir umut olamayacak insanlık için.
1917’de kaçırılan fırsat, bugün Küba’da başlayıp Güney Amerika’ya yayılan yeniden yapılanmayla yakalanabilir mi? Bilemem; vebalıların bilinçleri kör, ellerinde çok korkunç olanaklar ve silahlar var: hem kendilerini hem hepimizi yakabilirler. Eh, o zaman yerküremiz, dolayısıyla evren şu kendini beğenmiş çelimsiz böcekten, insandan kurtulmuş olur; uçsuz bucaksız evrenin de umuru bile olmaz.
Berfin/Bahar. S.99, Mayıs 2006.

1 Nisan 2006 Cumartesi

“DÜNYA TUTULMASI”

Bu, ozan dostum Çiğdem Sezer’in Yom Yayınları’nca basılan kitabının adı. Karadeniz kıyılarından koşup gelip Ankara’ya konmuş bu kadınlara zindan ettiğimiz yaşamın öfkesiyle dopdolu bacım, bıçak gibi şiirler yazıyor. Birini paylaşalım:

İncirin Nar’a Küsmediği

çatıya değmeyen yağmur bahçeyi sınar
uzar saçları incirin

ölü bir sevgili göl
göğsündeki saatte
çürüğünü arar

öyle dağılmış ki nar
emzirdiği gül kokar

dünya, mağara
büyük zaman tapınağında
yağmurun çatıya değmediği
okunuyor ordan bakıldığında

insan
öyle ağır ki yağmurdan
kultulduğunda

dilim beni çöz
ya da bağla
incirin nar’a
küsmediği zaman

ben değilim konuşan
içimdeki mağara

Başka bir onurlu savaşçı, eşini bu yağmacı düzensizliğe kurban vermiş olan Şengül Hablemitoğlu, Toplumsal Dönüşüm Yayınları’nın bir zamanlar bastığı iki çalışmasını yolladı: “Küreselleşme:Düşlerden Gerçeklere” ve “Toplumsal Cinsiyet Yazıları:Kadınlara Dair Birkaç Söz”.
Çiğdem gibi şu baskıcı ataerkil düzenin bütün acıları çekmiş, çekmekte olan Şengül de, aslında erkekleri de kurtarmak üzere, yürürlükteki eşitsizlikleri, haksızlıkları, çarpıkları irdelemiş iki yapıtında da.
Ama gördüğüm kadarıyla, bütün dünya, aynı zamanda, el ele içinde çürümekte olduğumuz anamalcı üretim-tüketim-eğitimden kurtulmaya başlamadıkça, söylenenlerin, söyleneceklerin hepsi şimdilerde yaşadığımız başka bir sayfadaki, Atatürk, Kurtuluş Savaşı, Gazilerimiz sayfasındaki gibi, eskiyi anıp avunmaktan; geçmiş başarılara övgüler yağdırmaktan öteye geçemeyecek.
Öteden beri düşünürüm, insanlar köyde yaşarken tarıma dayalı bir ekin, bir uygarlık oluşturmuşlar; ama köyleri büyütüp kasabalara kentlere geçtiklerinde; el üretiminden işleyimsel üretime sıçradıklarında, artıdeğere el koyup başkasının sırtından geçinme hastalığına yakalandıklarında sağlarını sollarını şaşırmışlar; ağızlarından düşürmedikleri insanca değerler yele verilmiş; şimdi onların ardından ağıtlar yakmakla vakit geçiriyorlar. Oysa gidiş çok ciddi, tehlike çok büyük: aslında evrende enerji, onun özdeğe dönüşmüş en küçük zerresi alabildiğine değerli, önemli; üstelik tıpkı güneşin kendisi gibi, sınırlı; dolayısıyla şımarık anamalcı toplumların yalanına ayak uydurup boşa harcanmaması, son derece tutumlu kullanılması gerekiyor. Bu gidişle, arkamızdan, bizim dinozorlara yaptığımız gibi, öykümüzü yazacak canlı kalmayacak yeryüzünde.
Bir başka hanım arkadaşım, ressam Nevin Çokay, son çalışmalarını Kızıltoprak Sanat Galerisi’nde sergiledi.
Nevin de siyasal-toplumsal bilincini geliştirmiş, geliştirmekte olan dünya yurttaşlarından; dolayısıyla emekten emekçiden yana seçimini yapmış bilinci yapıtlarına yansıdı hep. Bu kez öyleydi; ayrıntıdaki küçük değişimlerle kendi özgül anlatımını sürdürmüştü.
Yine bir kadın savaşçının, Cumhuriyet savunucusu Mahiye Morgül’ün de iki yapıtı yayınlandı art arda; birini Kök Yayıncılık bastı: “İlk Çocuklukta Müzik Nasıl Öğretilir: Oynayarak Yaşayarak Öğren.”
İkincisi Otopsi Yayınevi’nden: “Eğitimde Emperyalist Kuşatma”.
Mahiye bir öğretmen, müzik-drama öğretmeye çalışarak geçirdi yaşamını; bu yıl emekli oldu. Enerjisi, inancı sınırsız; okuldaki çalışması ona hiçbir zaman yetmedi haklı olarak; ayrıca doğduğu kentin yerel gazetesine, Zümrüt Rize’ye yazdı çığlıklarını sürekli olarak; şimdilerde birçok sitenin gönüllü yazarı.
ABD’nin, AB’nin, bütün şımarık, sömürücü Avrupalıların yurdumuzu ve kaynaklarını nasıl hırsla paylaşmak istediklerini çok iyi biliyor; ve elinde, hepimiz gibi, kalemden başka silah yok; o bu silahla savunmaya çalışıyor canını, canlarımızı.
Siz de canınızı, yurdunuzu, bağımsızlığınızı seviyorsanız, hemen alın bu yapıtı; Mahiyecim, su katılmamış bilinci, coşkusuyla size gözünüzden kaçanları anımsatacaktır.

Berfin/Bahar. S.98, Nisan 2006.

1 Mart 2006 Çarşamba

SÖMÜRGECİ UYGARLIĞI

CNBC-E, Kasım’da, Gillo Pontecorvo’nun unutulmaz filmi “Quiemada”yı gösterdi; çekimöyküsünü bu işin ustalarından Solanas’ın yazdığı film tam bir sömürgeleştirme tarihi özetiydi.
Antil Adaları’ndan biri olan Yanık Ada bir Portekiz sömürgesidir; İngilizler, geç kalmış olsalar da, buraya el koymak üzere Marlon’un canlandırdığı bir görevli (Walker) gönderirler: orada yerliler arasında baş göstermiş olan ayaklanmaya yol gösterecek, yetenekli bir önder bulacaktır. Uzun aralamalardan sonra tam umudunu kesip gitmeye hazırlanırken, Jose Dolores’i bulur; ona banka soymayı, Portekizli öldürmeyi öğretir; çalınan altınlarla sözümona ikisi de Ada’dan kaçacaklar, Jose köle olarak getirildiği Afrika’ya,Walker da İngiltere’ye dönecektir.Ama o tarih boyunca olageldiği üzere iki yanlı oynamaktadır; arada gidip Melezlerden birine Vali’yi öldürtür; elbet çalınan altınların ardına asker gönderilir.O da kucağı tüfek dolu Jose’nin sığındığı köye yerlilere silah kullanmayı öğretmeye gelir. Böylece, çatışa çatışa pişen Jose halk ordusunun başında Başkent’e gelir, yönetime ortak olur, ancak deneyimden yoksundur, dolayısıyla Melez’den hakça davranma sözü alıp köyüne çekilir. Walker da İngiltere’ye döner. Yeni yönetim şekerkamışının işlenip satılmasını bir İngiliz Kurumu’na vermiştir. Kurum gidişten hoşnut kalmaz, Walker’ı bu kez o çağırır; gelir, dün ortaya çıkmasını sağladığı Jose’yi tepeleme işine girişir; arada ordu, halkını gözetmeye çalışan Melez Başkan’ı devirip kurşuna dizer; o da ayaklanmacıların köylere sızıp dayanmalarını önlemek üzere Ada’yı yeniden ateşe verir, sonunda Jose’yi yakalayıp kente getirirler. Asılacak. Ama bizimkinin kafasındaki oyun bitmez; gidip iplerini keser, hadi kaç, özgürsün, der. Bereket Jose de onun kadar akıllıdır, ülküsünü korumak için kalıp asılmayı seçer. Hem de yine simgesel olarak Walker’ın yapımını öğrettiği iple asılmaya götürülürken bizim yetenekli paralı karıştırıcı da ülkesine dönmek üzere atına atlar.
Filmin bütün konuşmaları yerli yerinde, doğru ve çarpıcıdır; bir sahnede, yönetimi Melezlerle paylaşmaya razı olmayan Jose’ye, kapıda bekleyen çulsuzları göstererek:” Uygarlık zor iştir, Jose,der; çocuklarını bu adam mı okutacak, şu mu, öteki mi?”
Jose de, asılmaya götürülürken: “Hey İngiliz, bu mu senin uygarlığın? Ve ne zamana dek?” diye sorar.
Bu tutarlı filmin bence en zayıf – izleyici çekme açısından yararlı – sahnesi, Walker’ın tıpkı başta Jose’nin yaptığı gibi bavullarını taşıma önerisinde bulunan Kara Derili’nin bıçağıyla öldürülmesiydi: sömürgeci barbar Batı giden Walker’ın yerine binlercesini bulup kullanabilir, kullanmaktadır.
Bu nitelikli, soylu film 1970’lerin ürünü; sinemasız durulmadığından, sonra iki günceline gittik; birini, Kimin Fesi Olduğu’nu ancak kendisinin ve ağzı açık ayran budalalarının bildiği bir Koreli çekmiş:”Yay”. İnsanın böyle bir edepsizliği düşünebilmesi, yazabilmesi, onca para ve emek harcayıp çekebilmesi başlı başına başarı(!?) Ama dünya yurttaşlarının bunu sanat sayması, bu rezil adama ödüller bile vermesi daha da büyük ahmaklık başarısı!
Mehmet Günyeli, yaz başında, Bilim-Sanat Galerisi’nde “Yaşasın Küba” adlı bir sergi açmış, Fotoğrafevi serginin kitabını basmış, ben de burada sözünü etmiştim; onun verdiği coşkuyla olacak, Sinema Tarih Buluşması’nda aynı adda bir film görünce koştuk, ağzımızın payını aldık. Bu kez korkarım Kübalı bir soysuz dipyapıtına bu adı vermiş; al Kübalıyı vur Koreliye: sonunda bütün dünyanın saçmalık afyonuyla uyuşturulup şimdiki çetecilere armağan edilmesi sağlanmış olur!
O epeydir çalışıp ürettiği halde yeni tanıyabildiğim Sezgin Kızılçelik, bir toplantı için İstanbul’a gelince aradı, buluşup bir iki saat söyleştik; çoban kalmaktan benim gibi bir öğretmenin kendisini ve arkadaşlarını sınava sokmasıyla kurtulup sevgili Fakir Baykurt’u da okutmuş olan Gönen’e, Türkiye’mizin ve bütün dünyanın kurtulmasını sağlayabilecek olan Köy Enstitüleri yele verildiği için Öğretmen Okulu’nu bitirmiş; üniversiteyi Cumhuriyet Üniversitesi Toplumbilim Bölümü’nde okumuş, öğretim üyesi olmuş. Kökünü kökenini unutmayanlardan; dolayısıyla öğrendiklerini nereden gelip nereye götürüldüğümüzü aramakta kullanmış, gördüklerini kâğıda dökmeyi hiç aksatmamış. Gelirken çalışmalarından bir öbeğini alıp getirmiş, armağan etti. Kitapların hepsini Ankara’da Anı Yayıncılık basmış. “Küreselleşmenin İnsanî Olmayan Doğası:Zalimler ve Mazlumlar”, “Batı Barbarlığı 1”, “Frankfurt Okulu”, “Sefaletin Sosyolojisi” ,”Sosyal Bilimleri Yeniden Yapılandırmak”, “Özgünlüğün Sosyolojisi” ve “Atatürk’ü Doğru Anlamak”
Tam 656 sayfalık bu son kitabı, kaçınılmaz bir çağrıyla bitiriyor: “DÜNYANIN BÜTÜN EZİLEN ULUSLARI AMERİKA’NIN VE AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KAPİTALİST VE EMPERYALİST SİSTEMLERİNE KARŞI BİRLEŞİN!”
Zaten ya ezilenler bunu başaracak ya da bu çılgın çeteler hepimizi tarihin gömütlüğüne gömecek!
İşçi Partisi, Mustafa Kemâl’in Kurtuluş Savaşımızı tasarlayıp yakın arkadaşlarıyla konuştuğu Pera Palas’ta, 11 Aralık akşamı bir tanıtım toplantısı düzenledi: “Ermeni Soykırımı Yalanına Karşı Büyük Proje 2006”.
Lozan 2005’te yapıldığı gibi, çeşitli düzeydeki meclislerinden, ABD’nin öncülüğünde, art arta Türkler 1915-1923 arasında düzenli ve dizgeli olarak Ermenilerin soyunu yok etmişlerdir kararı çıkartan ülkelerin Başkentlerine gidip oralarda yaşayan Türklerle el ele bu kararları kınamak, kamuoylarını aydınlatmak üzere bir atılım başlatılıyordu; bunun ilk adımı olarak, Mehmet Perinçek’in Rus belgeliklerini tarayarak gün ışığına çıkardığı, Arif Acaloğlu’nun çevirdiği, Ermenistan’ın ilk başbakanı Ovanes Kaçaznuni’nin 1923 Parti Konferansı’na sunduğu “Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok” adlı raporu basmış Kaynak Yayınları.
Daha sonra, Ermeni birliklerinin başında o kıyıma katılmış olan subayların anılarını, tanıklıklarını yayınlamayı tasarlıyorlar.
Bunların hepsi çok yararlı, çok aydınlatıcı çalışmalar kuşkusuz; ama bir konuda küçük bir yanılsama içindeler sanıyorum: bütün dünyayı yüzyıllardır haraca bağlamış olan Barbar sömürgeci kıyımcı Batılılar öyle belgeye falan aldırmaz, bunlarla yol gelmez. Nitekim dün akşam televizyon kanallarının birinde 15-16 Aralık günlerinde Maçka Maden Fakültesi’nde yapılan Ermeni Soykırımı toplantılarında konuşan Onur Öymen, 1952’de bu raporun Amerika’da yayınlandığını, ama sonra bir çırpıda yok dildiğini söyledi. Bütün dünyayı 365 gün 24 saat, her saniye dinleyen görüntüleyen bu edepsizler işin aslını bilmiyor mu? Şimdi bizim bin bir engeli aşarak, tırım tırım ortaya dökeceğimiz belgelerin asılları onlarda değil mi?
Demek ki sorun belge bilgi sorunu değil; kurt kuzuyu yemeye çoktan karar vermiş! Sorun, tıpkı Mustafa Kemâl gibi, üstümüze gelene, “sakın ha, yoksa senden önce davranır canını alırım” deyip dememekte; şimdiki gönüllü ya da paralı devşirmeler elbet bunu yapmayacaklar; Anadolu halkı bağımsız kalıp onurlu yaşamak istiyorsa, Chavez gibi bir önder bulup bu yerli yabancı sülükleri üstünden atmayı başarmalıdır.
Bu bağlamda yeni bir kitap geldi dün; sevgili Metin Aydoğan’ın Umay Yayınları, Hakan Baş’ın “Unutulan Batı Trakya Türkleri” adlı çalışması.
Hakan Baş, aslında gözümüzün önünde duran, daha doğrusu binlerce soydaşımızın göbeğinde yaşadığı acı gerçekleri dile getirmiş kitabında; Anadolu’yu iyice parçalayıp yutmak, hastalıklı düşlerini gerçekleştirmek isteyen sınır komşularımız, bütün öbür AB ülkeleri gibi, sabahtan akşama “insan hakları”,”evrensel hukuk yasaları” diye ensemizde boza pişirirken, Batı Trakya’daki soydaşlarımıza, belli ki Atatürk’ün ölümünden bu yana etmediklerini bırakmamışlar. Hele şimdi hazır ABD’nin buyruğuyla AB kapısına sımsıkı bağlanmışken, her gün her saat ağızlarına gelen hakareti yağdırıyor, buradaki gönüllü ya da paralı uşaklarına her türlü akıldışı yasayı çıkarttırıyorlar. Yunan dışişleri bakanlarıyla sirtaki oynayanların elbet umurunda bile değil bu utanç verici gidiş; ama asıl şaşırtıcısı, Atatürk’ün ardını ağzından düşürmeyen ordusu; o nasıl katlanıyor bütün bu adım adım teslim edilişe?
Hakan Baş o ordunun deniz subaylarından biri; bu ayrıntılı, belgeli çalışmayı içi kan ağlayarak hazırladı belselli; eline beynine sağlık.
Güzel güzel yaşarken bir amansız yel Nihat Ziyalan’ı alıp yerkürenin öbür ucuna, Avustralya’ya uçurmuştu; orada filmlerde oynayıp oynamadığın bilmiyorum, ama yazınsal yaşamı sürdü elbet; derken iletişim ağında çıkageldi son şiirleriyle. Ardından, Adam Yayınları’nın Şubat 20005’te bastığı öykülerini yolladı:” Severim Pazartesileri”.
Ozanca yazılmış, içten öyküler; araya kısa şiirler serpiştirmiş; birini okuyup analım güzel dostumuzu:

saksıda bir yaşam olduğumu unutmuş
kök salmaya
toprak arıyorum


gübre bol
su eksiksiz
şaşırtıyor insanı havalar
olmadık yerde çiçek açıyorum

Kızıltoprak Galerisi, 10. Yılını kutlamak üzere düzenlediği sergilerin ikincisini 25 Aralık’ta açtı; bu kez sevgili sanatçılarından şunları kucakladı: Bedri Rahmi Eyüboğlu, Tülin Demiray,Zeynep Göle, Dilek Işıksel, Yusuf Katipoğlu, Maria Kılıçlıoğlu, Rasim Konyar, Türkân Sılay Rador, Hâle Sontaş, Gülseren Südor, Teoman Südor, Demet Yersel.
2005’i Birhan Keskin’in bir şiiriyle bitirelim, belki 2006 şiirsel geçer.


MORSALKIM

Gel çekirdeğe gidelim
Kışı duydu gözlerim.

Çıkmadım çünkü hiç. Uzanmadım. Sarmadım.
Toprağın gevşek karnında,
vaktin sarmalında döndüm,
döndüm.Döndümmm ve
Zamanın aynasında yapraklarımı gördüm.
Çıkmasam bile duvarın dibi gölge,
Ve baygındı kokum gölgede.

Gel çekirdeğe gidelim
Armut uyudu bahçede.

Vakit geniştir, vakit geniştir
Söyledim kaç kere!
Sarmak için bahçeyi bir köşeden bir köşeye
morsalkımlarla, yarısı öğle güneşinde
yarısı gölge
Morsalkımım: kokuna yandığım
Morsalkımım hey!
hey, yankım!
Gel çekirdeğe gidelim.




Berfin Bahar, Mart 2006, s. 97