1 Kasım 2008 Cumartesi

KÜBA’DA DEVRİMİN 50. YILI

ABD, tam 638 kez Fidel Castro’yu öldürme girişiminde bulunmuş; başaramadı; Fidel’i ancak doğal bir hastalık ayırabildi başkanlıktan. O da tam ayrılma sayılamaz, çünkü düşünsel olarak bütün etkinliği, bütün etkisi sürüyor.
Ve Küba halkı, Mustafa Kemâl Atatürk gibi, devrimcilerin en insan- dünya severinin, Fidel’in mutlu bakışları altında, Devrimi’nin 50. yılını kutlamaya hazırlanıyor 2009’da; hem de insanlık tarihinde görülmemiş acımasızlıktaki 48 yıllık kuşatma, boğma girişimine karşın.
José Marti Küba Dostluk Derneği ile Nâzım Hikmet Kültür Merkezi, Küba ile dayanışma haftası düzenlediler 22-26 Ekim arasında; ilk günün etkinlikleri arasında, saat 18’de, Çağrı Kınıkoğlu ve arkadaşları ile Kübalı sinemacıların el ele hazırladıkları Nâzım’ın Küba Yolculuğu gösterildi.
Çağrı, filmini daha önce Havana Röportajı biçiminde düşünüp çekmişti; izlemiş, bayılmış, izlenimlerini yazıya da dökmüştüm; yeni, genişletilmiş biçimini aslında geçen Mayıs’ta, Feriye Sineması’nda göstermişti, ama haberim olmadığı için kaçırmıştım; dolayısıyla merakla bekliyordum, bekliyorduk Sevil, Nilgün, ben.
Çağrı’da sinema duygusu bulunduğunu o zaman da yazmıştım; Kübalı arkadaşlarıyla birlikte genişletirken o doğal yeteneğin yanına titiz bir çalışma, düşünme, elemeyi eklemiş, dolayısıyla en doyurucu sonuca ulaşmışlar: film çok yerinde bir seçimle, bütün dünyada sömürgecilere karşı ayaklanıp ulusal bağımsızlığı elde etmenin öncüsü Mustafa Kemâl’in Kurtuluş Savaşı’ndan görüntülerde başlıyor.
Filmin ana çatısı yine Havana Röportajı; dolayısıyla, Büyük Ozan’ın ağzından kendi geçmişi ve kimliği özetleniyor; ardından 1961’de Küba’ya yaptığı yolculuk; Küba halkıyla, Fidel’le, Kübalı yazarlarla, ozanlarla tanışıp konuşması geliyor; Sözcükler dergisinin geçen sayısın almış mıydınız bilmem? Orada, Nihal Akbulut’un çevirisiyle, bu gezi sırasında yapılmış söyleşinin ve kimi ozanların şiirlerinin çevirileri vardı. Çağrı ve Kübalı sinemacılar, çok yerinde bir değerlendirmeyle, o yazarlardan yaşayanları, söylediklerini katmışlar filme.
Biliyorsunuz, Küba Devrimi’nin unutulmaz öncülerinden Che Guevera: “Bir tanesi yetmez ,iki, üç, beş Vietnam gerekli dünyamıza!” demişti; filmde konuşan bilge insanlardan biri, “şimdi bayrak Küba’da”, dedi. Evet, sözün en gerçek, en tartışılmaz anlamında 11 milyoncuk o güzelim Küba halkında insan kardeşlerine hepimizi jet hızıyla cehenneme götüren anamalcı çılgınlıktan dönme yönteminin bayrağı.
Çağrı Kınıkoğlu, filmiyle Antalya Film Şenliği’ne katılmış; ama gazetelerde bu konuda tek sözcük okumadım, okuyamam da elbet: anamalcılığın bütün dünyaya yaşattığı şu korkunç bunalımın göbeğinde yurdumun yöneticileri, iş adamları kadınları, hiçbir şey üretmeyen işleyimcileri, gözümüzün içine baka baka: “gereken bütün önlemleri aldık (?!), bunalım bizi ya hiç etkilemez ya da şöyle bir değip geçer” diyorlarsa, Nâzım’ın Havana Yolculuğu’nda vurgulanan, anımsatılan olgulardan, doğrulardan kimse söz edemez bugün yaygın iletişim araçlarında. Dua edin de her şey denk düşsün, Çağrı bir yolunu bulup filmini sinemalarda gösterebilsin; o zaman en azından küçük mü küçük, alabildiğine ayrıcalıklı bir kesim gidip görebilir.
Filmin ardından, saat 20’de, Ruhi Su Salonu’nda çok önemli, doyurucu bir söyleşi vardı: Küba Devrimi ile Latin Amerika Devrimleri.
Söyleşiye, Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal; KKP Merkez Komitesi Uluslar Arası İlişkiler Bürosu üyesi Teresita Trujillo Hernandez; gazeteci Reinaldo Taladrid Herrero ; Venezüla İstanbul konsolosu José Bracho ve TKP. Genel Yazmanı Kemâl Okuyan katıldılar; José Marti Küba Dostluk Derneği İstanbul şubesi başkanı Oğuz Kavala yönetti. Ceren Tamgüler de konuklarımızın konuşmalarını kusursuz biçimde Türkçe’ye, bizim dildekileri de İspanyolca’ya çevirdi.
Sayın Abascal, her zamanki kendinden emin, dingin, sevecen kişiliğiyle, elli yıllık devrim sürecinin çarpıcı bir özetini yaptı; Teresita Hernandez, bütün dünyadaki “körüsel harakiri” yanlılarının, kurbanlarının sabahtan akşama ağızlarından düşürmedikleri “iyi ama bakalım daha kaç yıl, kaç gün dayanabilecekler?” sorusunu yanıtlamak üzere, Küba’da devrimin hangi sağlam temellere dayandığını; yaşanmakta olan, üstelik gittikçe ağırlaşacak bunalıma karşın, nasıl sapasağlam ayakta durduklarını, duracaklarını anımsattı. Reinaldo Herrero, öncelikle “düşmanı=ABD”yi ele aldı; yukarıda değindiğim gibi, Fidel’i ortadan kaldırmak üzere girişilen insanlık-ahlâkdışı denemeleri ele aldı.
Biz üçümüz, öncelikle Fidel’i ve güzelim halkını 1 Mayıs’ta Devrim Alanı’nda görebilmek için, 2006’dan beri üç kez gittik Küba’ya; ilk gidişimizde, büyük bir talihsizlikle, bir haftacık arayla bu büyük armağanı kaçırdık. Buna karşılık, Küba ve halkı konusunda en doyurucu kitabı, Sarı Sıcak Bir Pencere’yi yazmış olan Cüneyt Göksu ile Serpil Kılıç bu mutluluğa hem Devrim Alanı’nda,.hem Castro ile Chavez’in katıldıkları Alba toplantısında ermişler. Ancak biz de, Küba Dostluk Derneği’nde görüp edindiğimiz belgeselleri sayısız kez izlerken, Fidel’in o 638 öldürme girişiminden nasıl kurtulabildiğini açıkça gördük: ister onunla 50 yıldır 24 koyun koyuna yaşadığı Küba’da olsun, ister örneğin Harlem’de ya da Güney Amerika’nın herhangi bir ülkesinde, insanlar bu özü sözü bir, öbür insanları en az kendisi kadar sevip sayan varlığın benzersizliğini kusursuz biliyor; onu bağırlarına bastırıyorlar. Belgesellerden birinde, “çelik yelek giyiyor musunuz?” sorusuna, yeşil gömleğini açıp çıplak göğsünü gösterirken: “Bakın, benim yeleğim tensel değil, tinsel”diyordu; tastamam öyle: halkıyla, dünya halklarıyla arasında kimsenin aşamayacağı tinsel bir çelik bağ, zırh var.
Sayın Venezüla başkonsolusu José Bracho, çok haklı olarak, halkının Küba Devrimi’ne ve Fidel’e neler borçlu olduğunu anımsattı; böylece, Kübalı kardeşlerine, kardeşlerimize, hiç değilse bu söyleşi sırasında, 50 yıllık özverinin, çabanın, çilenin sözlü ödülünü tattırdı.
Kemâl Okuyan, SSCB’de yaşanan toplumcu denemenin ardından, Küba Devrimi’nin hepimiz, bütün insanlık için taşıdığı öneme değindi; 1961 Füze Bunalımı sırasında, Fidel’in ne kadar tutarlı, ahlâklı davrandığını; Kruçef’e “bırakın füzelerin topraklarımızda olduğunu, onları bizim istediğimizi dünyaya duyuralım”dediğini; SSCB yöneticisinin buna yanaşmadığını söyledi. Bu dediği doğruydu elbet; ama biz, Rebeca Chavez’in Fidel’li Dakikalar adlı filminde, şuna da tanık olmuştuk: füzelerin sökülüp götürülüşünden sonra, Fidel, canlı yayında, alıcıların karşısında önce kendi halkına, aynı zamanda bütün dünya insanlarına sesleniyordu:”ABD ile SSCB arasındaki bu pazarlıkta bize hiç danışılmamış olması, buradaki füzelerin Türkiye’dekilere karşılık olarak sökülüp götürülmesi toplumcu ilkelere de, ahlâka aykırıydı; bize danışılmış, bizimle konuşulmuş olsaydı, füzeler yine kaldılılırdı elbet, ama karşılığında şu Guantanamo üssü de oradan sökülüp atılabilirdi” diye haykırıp masayı yumrukluyor, ardından ekliyordu: “ama bütün bunlara karşın, füzeler giderse gitsin, biz Kongo değiliz; ya vatan ya ölüm; sonunda BİZ YENECEĞİZ!”
Evet, dünyanın en büyük parasal askersel gücüne sahip olduğunu sanan ABD başta, anamalcı soygunculara karşı 50 yıldır ayaktalar; hem de, bir lokma bir hırkayla yetinip dünyanın dört bir yanındaki kardeşlerine öğretmen, hekim, ilâç, bilgi, sevgi dağıtarak!
Okuyan’ın sözleri arasında “işçi sınıfı” da geçiyordu elbet; ancak, kanımca hep eski tanımıyla geçiyordu; oysa bırakın başka örnekleri, Küba Devrimi ve Fidel¸ bugünkü anamalcı soysuzluğun ürünü düzensizliği ortadan kaldırmak istiyorsak, yalnız kol işçilerini, işleyim işçileri öne çıkaramayacağımızı; 10 000 yıllık ataerkil, 200 yıllık anamalcı beyin yıkama yüzünden, kendileri tersini söyleseler bile, askerlerin, hekimlerin, öğretim üyelerinin, yöneticilerin de emekçi olduklarını çoktan somut olarak kanıtladılar. Yeryezünde emek verenlerle emeği ve onun yarattığı artıdeğeri sömürünlerden başka küme yok ki!
Kısacası, gerek Çağrı’nın filmi, gerek bu söyleşi, içimizi ışıttı; arkamda oturan gencecik kızın dediği gibi “ yaşama umudumuzu arttırdı”. Emeği geçen herkese yürekten alkış.
Ulus Dağı Yayınları, yeni kitabını gönderdi: Pedro Rosa Mendes’in Kaplanlar Körfezi adlı belge romanı. Bir zamanlar Portekiz’in sömürgesi olan, sevgili Kübalı gönüllülerin kurtuluş savaşlarında seve seve yanlarında çarpışıp can verdikleri Angola’dan ve Zambiya’dan, Mozambik’ten acılı, acıklı öyküler, çığlıklar içeriyor. Kısa bir alıntı yapayım:
“Acıların kadınları.
Teresa Chilambo, 35 yaşında; kocası savaşta ölmüş; evindeki dört kişinin geçimini odun toplayarak sağlıyor.
49 yaşındaki Alice Vissopa’nı bir parsellik küçük bir toprağı var; dört öksüze bakıyor. Öksüzlerin anneleri ölmüş; babalarından biri ormanda, öteki mayın tarlasında ölmüş.
31 yaşındaki Joasquina Nagueve’nin yeri çocuğu var; geçimini mayalı içkiler satarak sağlıyor. İki kocasından biri on beş yıl önce kaybolmuş; ötekiyse iki yıldır Luanda’da.
35 yaşındaki Adelia Jepele’nin kocası üç ay önce hastalıktan ölmüş; altı çocuğu var; geçimini mısır yemeği satarak sağlıyor.
….
1992 yılı Eylül ayında, Huambo sağlık merkezi, çevrede yalnız yaşayan anneleri, kayıkt altına almak için çağırdı. İki hafta içinde 693 kadın geldi. Sağlık merkezi yaklaşık 12.000 aileye, aşağı yukarı 70.000 kişiye hizmet veriyor. Her yüz kişiden beşi, yalnız kalmış anneler. Aslında kadınlar güvenlik kaygısıyla köylerden kentlerin kıyı mahallelerine geliyorlar. Jango gazetesi o ayın on birindeki baskısında ‘Kocalarıyla geldiler ya da kente geldiklerinde yeniden birleştiler’ diye açıkladı ve bir ad listesi yayınladı.
Ardından kocalar yitip gittiler. Bazıları hastalıktan öldü, çoğu da savaşta. Bazıları ailelerini yanlarına almadan başka kentlere göçtüler; bazı başka kadın aldılar ve eşlerin çocuklarıyla birlikte geride bıraktılar.
Kadınlar okuma yazma bilmiyorlar; hiçbir meslekleri yok, yalnız toprağı işlemeyi biliyorlar; ama hiç toprakları yok. Yanmış, yıkıma uğramış köylerden geliyorlar; ait oldukları öbeklerle – aile ve topluluklarla – bağlarını yitirmişler; kendileri gibi birer parya olan başka adamlarla yaşamaya başlamışlar. Şimdi erkekler gitti. Çocuklarla tek başlarına kalan kadınların bir şeyleri yok;hatta varlıkları bile yasalarca tanınmıyor.”
Ne kadar iç açıcı değil mi?
Oysa Cumartesi günü Ulusal Kanal’daki Gazeteci adlı izlencede konuğumuz olan, Sarı Sıcak Bir Pencere adlı çarpıcı kitabın yazarlarından Cüneyt Göksu, Füsun İkikardeş’in “sizi Küba’da, gezgin ve gazeteci olarak çarpan şey neydi?” sorusuna, gözünü kırpmadan şu yanıtı veriyordu: “ sokaklarda dolanan tek bir çocuk, ortaya bırakılmış yaşlı insanlar görmedik; ve bizi en çok etkileyen, toplumcu düzen konusunda kuramsal olarak bildiklerimizin günlük yaşama geçirilmiş olmasıydı; en uzak köye gittiğimizde, bütün öbür evler ne durumda olursa olsun, pırıl pırıl iki yapı vardı: okul ve sağlık ocağı ya da hastane.”
Zaten işte bu yüzden kitaplarının adı, sevgili Nâzım Hikmet’ten de esinlenerek, Sarı/Sıcak Bir Pencere! Hem de dünyanın bütün şımarık soyguncularının, tüketicilerinin yoksul diye nitelendirmekten büyük haz(?) duydukları o 11 milyoncuk alçakgönüllü halk yaratmış bu sımsıcak sarı pencereyi!
*
Ergun Çağatay’ı Cumhuriyet’teki fotoğraflarından anımsar mısınız bilmem? Ya da Orly’de, Amerikan uşağı Asala maşalarının patlattıkları tüple yaralanan insanlar arasında bulunduğunu ve küçük sakatlıkların dışında canını kurtardığını? Bu sabırlı, direngen dostumu nicedir özellikle İstanbul Fotoğraf Merkezi’ndeki sergilerde görüyordum; sürekli beni işliğine çağırıyor, gel yaptıklarımı gör, diyordu. Sonunda başardım ona gitmeyi; daha önce, ortak dostumuz Mehmet Kısmet uyarmıştı güzel bir fotoğraf kitabı çıkardığını; gidince gözüme inanamadım; Doğan Kuban’la ortaklaşa hazırladıkları büyük boy, sımsıkı metin ve fotoğraflarla dolu, 495 sayfalık dev bir yapıt: Türkçe Konuşanlar.
“Orta Asya’dan Balkanlar’a 2000 yıllık Sanat ve Kültür” alt başlığını taşıyan kitapta konu şu başlıklar altında ele alınmış: Dil ve Kimlik; Türk-Avrasya Simbiyozu; Din; Sanat ve Mimari; Güncel Sahne.
Metinlerle ilgili değerlendirmeyi işin uzmanları yapacaktır nasılsa; Ergun’un ele alınan her konu, ülke, halkla ilgili fotoğrafları soluk kesici. Meraklısı için gerçek bir görsel şölen.
İş Bankası Kültür Yyınları’na uğradığımda, Levent Cinemre bir kitap verdi: Mehmet Sarıoğlu’nun Bir Cumhuriyet Aydını: Mehmet Ali Kâğıtçıt’sı.
Ne acıklı değil mi? Cumhuriyetin varını yoğunu sat savur, sonra ilk kâğıt fabrikasını kuran yetenekli, özverili bir insanın kitabı yayınlansın, alay edercesine.
Deyip duruyorum ya küresel harakiri diye; işte onun en canlı kanıtlarından biri bu kitap. Bu kitabı basmak ne kadar değerbilirlikse, Türkiye’yi kâğıt fabrikaları da içinde, kolsuz kanatsız elsiz ayaksız bırakmak da o kadar korkunç! Bakalım bütün bunları yapanlar ilk dalgasının daha henüz yalnız savruntuları gelen küresel bunalımın altından sağ çıkabilecekler mi?
Berfin yayınevi de Kora adıyla iki kitap yayınlamış: Cazim Gürbüz’ün Gelin Ayırt Edin Ulan Bizi adlı gülmece öyküleri ile Sabri Kuşkonmaz’ın Soğuk Takvim adını taşıyan şiirleri.
Hadi gelin şimdi sevgili Fazıl Hüsnü Dağlarca ustayı bir şiiriyle uğurlayalım:
ŞİMŞEK

Samsun’daki at derisi damar damar
Mustafa Kemâl’in atı
Her gün 19 Mayıstır şahlanır durur hep
Gökyüzü kanıyla
Sanki damarları çatlar.

Dev yüreği dar
Yaşadığı binlerce koçaklama birer in
Ağzı kocaman bir soluk
Ağrı Dağıdır belki
Yelesi kar.

Yalazca yansıma var
Üzerinde mutlu çağlardan
Çakar şimşeğini anlatır hepimize
Özgürlükle başlamıştı
Özgürlükle uzayacak yollar.

Berfin/Bahar, s.129. Kasım 2008.

1 Ekim 2008 Çarşamba

OLİMPİYATLAR-KASIRGALAR

Pekin Olimpiyat Oyunları’nı izlemişsinizdir; Çinliler, Tek Dünya, Tek Rüya adın verdikleri oyunları çok güzel hazırlamış. Düzenlemişlerdi; açılışta Çin’in bilerce yıllık tarihini, uygarlık aşamalarını yansıttılar; kâğıdın, basımın bulunuşu çok etkili, şiirsel görüntülerle canlandırıldı; sonra uygarlığın ve ürünlerinin ipek yoluyla, gemilerle bütün dünyaya yayılışı simgelendi hem dev ekranda, hem yarışma alanında. Danslar, şarkılar üstdüzeyliydi.
Yarışmalar sırasında, Tek Dünya, Tek Rüya savsözü bir yana bırakıldı, uluslar, sporcuları, büyük bir hırsla yarıştılar; koşularda, yüzmelerde, çeşitli dallarda saniyenin onda biri, metrenin yüzde biri için dişe diş çekişildi. Bu dünya barışı açısından hiç de umut verici değildi kuşkusuz. Üstelik, şu anda yerküre üzerinde milyarlarca insan aç susuz bakımsız çaresiz sürünmekte; dolayısıyla bu insanlara 100 metreyi 10 saniyenin altında koşulmasının ne gibi bir yarar sağladığı, sağlayacağı açık seçik ortadaydı.
Hakemle yapılan yarışmalarda, yansız olmaları davranmaları gereken, beklenen insanlar ırkçı, ulusçu bağnazlıklar sergilediler, öteden beri olageldiği üzere; çileden çıkan kimi yarışçılar bu yanlı yargıcıların üstüne yürüdü, yarışmalardan atıldı, bundan kimse üzüntü duymadı, utanmadı.
11 milyonluk küçücük Küba’nın onurlu, soylu yarışmacıları 29 Ağustos’ta yurtlarına dönerken, Fidel, art arda gelen üç kasırganın sözün gerçek anlamında alt üst ettiği ülkesindeki direngen, savaşçı, yüce gönüllü insanların savaşından söz eden yazılar yayınlıyordu iletişim ağında.
Bunlardan birinde, küçük Juventud adasında kasırgadan sonraki durumun, atom bombası atılmış Nagazaki’ye benzediğini söylüyordu; bilimadamlarını, bu çapta bir kasırganın gizil gücünü hesaplamaya çağırıyordu.
Evler, yapılar, kurumlar darmadağın olmuş, tarlalar, ekinler, ürünler, hayvanlar yok olmuş; elektrik telleri kopmuş, üretim ve iletim merkezleri kullanılmaz duruma gelmiş; düşünün, bırakın başka besinleri, insanlara bir lokma ekmek ya da peksimet hazırlayabilmek için fırın kalmamış. Nasıl kalktılar bu yıkımın altından, şu anda nasıl çabalıyorlar, bilmiyorum; çünkü dünya televizyonları bunları duyurmuyor. Tersine, tam da o günlerde, “yorulduğunu” söyleyerek Miami’ye kaçan ünlü bir oyuncuyu oturtuyor başköşeye.
Gerçi başta Chavez’in Venezüela’sı, bütün öbür Güney Amerika ülkeleri, daha başka dünya köşeleri bu onurlu, soylu insan kardeşlerimizin yardımına koşuyor, koşmakta; ama düşünüyorum, Pekin oyunlarına harcanan emeğin, paranın binde, milyonda birine neler yapılırdı güzelim Küba adasında?
Yüzmelerde 8 altın madalya kazanın yüzücüyü yetiştiren (?) ABD, batan krediler, çöken kuruluşlar yüzünden o altınların sevincini yaşamaya fırsat bulamadan gittikçe ağırlaşan bunalımın etkisine girdi; ve ataerkil-anamalcı zorbalık yürürlüğe gireli beri uygulayageldiği bin yüzlükle, ezip sömürdüklerine kesin, koşulsuz özel girişimciliği bir saniye unutup batanlardan seçilmiş birkaçına avuç dolusu yardım yapıp kurtardı.
Dünya halklarının amansızca soyulup sömürülmesinde daha düne kadar onunla el ele, yanak yanağa çalışan Merkel Yengemiz, ne olduysa, neresine ne battıysa, ansızın bu çöküşten Başkan Bush’u sorumlu tuttu; bize AB yasalarını, hukukunu benimseyip uygulayın diyen ABD kendisi bundan kaçındı, diye timsah gözyaşı dökmeye girişti. Ee, siz demiyor muydunuz, insan insanın, ulus ulusun kurdudur diye? Kurtlaşma başlayınca, bir de bakarsınız yenme sırası size gelmiş
Güzeller güzeli Fidel, kasırgalardan söz eden yazılarında, her zamanki gibi, onurlu, soylu düşünceler üstün gelecektir sonunda, diyor inançla, dirençle.
Elbette öyle, ortalığı kaplayan, kaplatılan bilgi kirlenmesine, kafa karıştırmaya karşın, yeryüzünde bu biricik temel ilkeye aklı eren, gönül verenlerin sayısı artabilirse, şu güzelim mavi gezegende yaşama umudumuz olacak; yoksa buyurun kar deliklerin sonsuzluğuna!
*
AsyaŞafak yayınları, İlham Aliyev’in Azerbaycan’ıma Güveniyorum’unu basmış, gönderdi; kitabı Türkçe’ye Kemale Elekberova ile Metanet Babayeva çevirmişler.
ABD ile Rusya arasındaki amansız çekişmede çerez yapılmak istenen ülkelerden, üstelik diliyle, soyuyla bize yakın bir ülkenin, Azerbaycan’ın devlet başkanının ağzından hepimizin boynuna dolanan ortak sorunları anımsayıp düşünmek için çok yararlı bir yapıt elbet.
Sevgili A.Kadir Paksoy da üç kitabın gönderdi: 1997-2007 arasındaki şiirlerinden seçmeleri derlediği İnsana İnan; Cumhuriyet’in ve Başkent’in 85. yılına armağan olarak hazırladığı Ankara Aydınlığı; ve Ulus Devlet ve Tarih Eğitimi adlı çalışması.
*
Gelin sözümüzü Ali Yüce’nin bir şiiriyle bağlayalım:

EVRENSEL KARDEŞ

Tarar saçlarını
Örer anam
Bütün çocukların
Anası anam

Kucaklar babam
Şu koca dünyayı
Bütün çocukların
Babası babam

Çarpar yüreğim
Bütün göğüslerde
En uzak ülkenin
Komşusuyum ben

Haydi artık
Doğsun güneş
Batsın karanlık
Bütün çocukların.
Kardeşiyim ben.

Berfin/Bahar. S.128, Ekim 2008.

1 Eylül 2008 Pazartesi

MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK

Bu yaz,Behramkale’de, Nilgün’le sevgili Turgut Özakman’ın Diriliş’ini okuduk Özakman çok önemli bir görevi üstlendi, Cumhuriyetimizin kuruluşunu belgeliyor; Şu Çılgın Türkler’de Kurtuluş Savaşı’nı anlatmıştı; bu kitabında, çağının ve gelişmelerin dışında kalan, hiçbir alanda üretici, yaratıcı olamayan Osmanlı İmparatorluğu’nun yavaş yavaş dağılması sürecinde, 1914-15 yıllarında, Selânikli bir üstünyeteneğin, Sultan Vahdettin’e, Savunma Bakanı ve Başkomutan Enver Paşa’ya karşın, kendi girişimiyle yarı sanal bir tümenin başına gelişini, Balkan Savaşı’nda bozguna uğramış ordunun önüne geçişini, l.Ordu komutanı yeteneksiz Alman generalini aşarak Çanakkale önüne yığılmış İngiliz, Fransız, İtalyan savaş gemilerini, onların taşıdıkları yüzbinlerce kara savaşçısını bozguna uğratışını, geri çekilmeye, sonra yurdumuzdan ayrılmaya zorlayışını anlatıyor.
Bu konuda yazılmış yerli yabancı bütün yapıtları büyük bir dikkat ve ciddilikle inceleyerek; neden-sonuç ilişkilerini olanca açıklığıyla gözler önüne sererek; kimseye haksızlık etmeden, haklı olarak Diriliş adını verdiği silkişini tadına doyulmaz bir coşkuyla, inançla anımsatıyor hepimize.
Alman Mareşali akılalmaz bir yanlış değerlendirmeyle Saros Körfezi’ne bakan tepelerde gece gündüz düşman çıkarması beklerken, okuduğu askerlik sanatını kusursuz uygulayan o benzersiz insan, Mustafa Kemâl, üstelik daha gencecik bir yarbay olarak, en doğru yerleri tutarak, en etkili yerleşimi sağlayarak inanılmazı başarıyor. Daha çok ayrıntıya girmeyeyim, alın bu değerli çalışmayı, 1939 Nisan’ından beri artık okullarımızda okutulmayan gerçek tarihimizin; hem Rusya’nın, hem Anadolu’nun dolayısıyla dünya tarihinin gidişini değiştiren önemli bölümünü okuyun.
İçimize asıl tarihimizi ve Mustafa Kemâl’i yeniden, yakından tanıma ateşi düşünce,olasılık-gereklilik sonucu Behramkale’ye düşmüş eski kitap satıcısı Hüseyin’e koştuk; Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sı ile Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam’ını bulduk, hızla okumaya giriştik.
Demokritos’un deyişiyle “ yeryüzündeki her şeyin yaratıcısı olasılık-gereklilik” ikilisinin Mustafa Kemâl’le aynı dönemde yaşama fırsatını bağışladığı insanlardan Falih Rıfkı, daha birçok yurttaşımız gibi, çöküşü, dağılışı görüyor, bundan yakınıyor, ama örneğin Ruşen Eşref Günaydın gibi, daha başından Anadolu’ya geçip bu eşsiz önderin ardına düşemiyor; ancak İzmir geri alındıktan sonra, Yakup Kadri’yle birlikte oraya gelebiliyor. Ama bundan sonra, Samsun’a çıkan Mustafa Kemâl’le bir avuç gerçek yandaşının soluk kesen atılımlarına doğrudan tanıklık ediyor; çorak toprakların ortasındaki sözün tam anlamıyla kimsiz kimsesiz Ankara’da, ceplerinde güzelim yurtseverlerin bağışladığı üç beş kuruş, bütün destanları, masalları geride bırakan insanların ilk Millet Meclisi’ni oluşturmalarını; ülkenin dört bir yanında, yetke boşluğundan yararlanarak çete kurmuş, düşmanla savaştığı kadar kendi soydaşlarını haraca kesen çapsız serüvencilerden kurtarışlarını; yoksulluk ve yokluk içinde düzenli orduyu kuruşlarını; 1.Dünya Savaşı’ndan yengiyle çıkmış, bunun verdiği güven ve şımarıklıkla Osmanlı Devleti’ni iyice parçalayıp bölüşmek, giderek Türkleri Anadolu’dan kovmak (?!) isteyen İngilizlerle suçortaklarının kışkırttığı şaşkın, insanlık ve uygarlık düşmanı Yunanlıları birbiri ardından yenerek yeni devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşup gelişmesini günümüzün o günleri aratmayan koşullarında bütün Türklerin kesinlikle okumaları gereken anılarla belgelerle anlatıyor.
Ama Mustafa Kemâl’le bir avuç tanıma sığmaz, yiğit, kararlı, sevgi dolu yandaşının soluk kesen serüvenleri bir kitapla doyurur mu insanı? Hemen Tek Adam’a sarıldık; yaşarken benim görebildiğim şu: Atatürk’ün çağdaşları ya da sonradan ona eğilenler, ele alıp irdeleyenler, insanlık tarihinde binlerce yılda bir gözüken bu ender yıldızın düzeyinde değil elbet; kendi yarım yamalak dünya görüşlerine, öğreti diye öğrenebildiklerine dayanarak yargılamışlar Ulu Önderimizi.
Ş.S.Aydemir de ne yazık ki bu takıma giriyor: bir yandan Mustafa Kemâl’in üstünyeteneğini, benzersizliğini kabul ediyor; öte yandan, sınıf çatışmalı toplumcu bakış uyarınca, ikide bir o güzel varlığa kararsızlıklar, bunalımlar yakıştırıyor, ve bu yanlış değerlendirmelerle sayfalar dolduruyor. Öyle yapmayabilse, kitap üç değil, tek ciltte biterdi; dolayısıyla onun dünya görüşü uyarınca, dünyanın, Türk ulusunun kâğıdı, mürekkebi, emeği, bu kitaplara harcayacağı paralar kurtarılmış olurdu.
Ancak, laf kalabalığa arasında da olsa, birtakım temel, önemli bilgiler, olgular okura ulaşıyor; bunların en çarcılarına değineyim:
Birincisi, Çanakkale Savaşı sırasında cephedeki birliklerden birine komutanlık eden, Mustafa Kemâl’in istifasından sonra yerine atanan Fevzi Çakmak’ın; daha birçok benzeri gibi, aldığı aile eğitiminin, etkisinde kaldığı koşullandırmaların sonucu olarak, İstanbul’da yaşanan bütün alçaklıkları, hainlikleri gördüğü hâlde, 19 Mayıs 1919’dan sonra hemen Anadolu’ya geçmeyişi; işbirlikçi Sultan’ın yanında buyruğunda kalışı; Savunma Bakanlığı’na getirilişi; o ad ve yetkiyle, Mustafa Kemâl’le arkadaşlarını hain ilan edişi; yakalanıp İstanbul’a getirilmeleri için kendisine bağlı sandığı komutanlara buyruk gönderişi. Ama İstanbul, hani şu uygar (?) İngilizlerce kesin işgalinden sonra, süngülü askerler çalışma odasını basana dek Sultan’ına, görevine bağlı! Bu zorlamanın ardından Anadolu’ya geçiyor, Adapazarı dolaylarında Ali Fuat Paşa’ya sığınıyor; Ankara’dan haklı olarak geldiği yere gönderin diye yanıt geliyor, ama Ali Fuat epey üsteliyor; bunun üzerine kabul ediliyor ve güzeller güzeli Mustafa Kemâl onu önce milletvekili, sonra bakan, ardından Genelkurmay Başkanı yapıyor, hem de emekli olana dek. Burada ortaya çıkan, insanlardan birinin büyüklüğü, öbürünün sıradanlığı! Ne yazık ulusumuza!
Daha başka bir alayının yanında, bir de Rauf Orbay var elbet; o da çapsızlardan biri; bütün uyarılara karşın İstanbul’daki Meclis’e gidiyor, tutaklanıp Malta’ya sürülüyor; Mustafa Kemâl onu ve benzerlerini, tutuklattığı İngiliz subaylarına karşılık kurtarıyor. Düz mantık artık ömür boyu Ulu Önder’e gönülborcu duymasını, bağlı kalmasını gerektirir değil mi? Ne gezer! Ömür boyu karşıtlık, sıkıntı, sorun! Yok efendim, Halifenin ekmeği varmış karnında, döneklik edemezmiş! Çok doğru, yerli yerinde bir görüş. Ama Halife Efendimiz ölüm fetvaları çıkarabilir, Kurtuluş Savaşı’nı tehlikeye atabilir elbet. Allah’ım emri böyle çünkü!
İnsanın içini kanatan öbür örneklerse, İstanbul’da her kapıya başvuran, çözüm arayan Mustafa Kemâl’e: “burada artık en küçük bir umut yok, hemen Anadolu’ya geç, yanıma gel, birliğim buyruğundadır” diyen; Erzurum’da buluşunca bu sözün gereğini yerine getiren Kâzım Karabekir’in, eksik bilgi ve dünya görüşü tutarsızlığından ötürü, en umulmadık zamanlarda, Büyük Önder’i yalnız bırakışı, Sultancılara katılışı!
Tek Adam’ı alıp okursanız, Refet Bele, Fahrettin Altay gibi ünlü komutanların zaman zaman düştükleri çukurları, yol açtıkları zorlukları görürsünüz; ve insanlık tarihinin benzersiz yıldızı hepsini sabırla, dirençle, kararlılıkla aşa aşa kurmuş Cumhuriyetimizi!
Son olarak, İsmet Paşa’ya değineyim kısaca; 2. İnönü Savaşı yaşanmış, Yunanlıları savaş alanında yenip geri püskürtmüşüz; ama saldırgan bir daha gelmiş üstümüze, bu kez bizim birlikler bozguna uğrayıp dağılmış, karman çorman geri çekiliyor; İsmet Paşa, karşılaştığı Yakup Kadri’ye: “İşte böyle Yakup Kadri, gerçekçi olmak gerek!” diyor. Sizin anlayacağınız, düşman çok güçlü, biz boşuna çarpışıp ölüyoruz!
Peki bu durumda Mustafa Kemâl ne deyip yapıyor? “Savunma çizgisi yoktur, savunma alanı vardır, o alansa bütün yurttur!” Sonra, bezgin, karamsar İsmet’e: “ hemen Sakarya’nın Doğusuna çekilin!” buyruğunu veriyor. Ardından, kitapta bütün ayrıntılarını bulacağınız gelişmelerle Başkomutanlığı kabul ediyor, Sakarya’da düşmanı kesin yenilgiye uğratıyor.
Evet, kitabın adı gölgesiz kuşkusuz haklı: TEK ADAM! O benzersiz Adam yaratmış bugün çarçur ettiklerimizin hepsini!
Nilgün’le bana, şimdi Ruşen Eşref Günaydın’ın, Yakup Kadri’nin, Cevat Abbas’ın anılarını bulup okumak kalıyor; onlar belki daha sevgiyle bakabilmişlerdir Atamıza?
Şimdiye dek okuduklarımızdaki Atatürk değerlendirmeleri böyleydi; buna karşılık, dünyanın başka yörelerinde halklarına öncülük edenler çok daha gerçekçi, yerinde değerlendirmeler yapmışlar insanlığın bu benzersiz çiçeği konusunda; bunları, Dursun Özden’in “Che’nin çantasından Söylev çıktı” başlıklı yazısından alıyorum.
İlki Lenin’den: “Emqeryalizme karşı verdiği savaşı bütünüyle desteklediğimiz yoldaş Mustafa Kemâl çok büyük bir diplomatik zekâya sahip üstün nitelikli, yiğit bir komutandır”.
İkincisi Fidel Castro’nun: “Ben de hatırı sayılır bir Devrim gerçekleştirdim, ama Mustafa Kemâl Atatürk’ün yaptığını asla başaramazdım. Asıl devrimci Atatürk’tür.!
Yine Fidel, 1961’de, Nâzım Hikmet’in Havana gezisinin ardından, Küba Büyükelçisi Bilal Şimşir’i çağırıp: “Bana Söylev’in bir örneğini getirtin lütfen, ama bu isteğimden Amerikalıların kesinlikle haberi olmasın”demiş.
Şu söz de Mao’nun: “Ben Çin’in Atatürk’üyüm.”
Che Guevara Bolivya dağlarında vurulduğuda, sırt çantasından üç kitap çıkmış: “Grand Discurso- Revolucionario Kemal Atatürk (Büyük Söylev), Nâzım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı ve 1961 tarihli Küba Şiir güldestesi.”
Fidel Castro, 70. yaşgünü dolayısıyla düzenlenen Uluslar arası Yazın Yarışması’nda kazandığı ödülü almak üzere Küba’ya giden kursun Dursun Özden’e şunları söylemiş:
“Övgülerinize çok teşekkür ederim. Atatürk’ün ülkesinden genç Türk şairi Dursun Özden’i konuk ettiğim için çok mutluyum. Ama söyledikleriniz yanlış…Devrimci Kemâl Atatürk varken Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar? Atatürk, Anadolu’dan düşmanları kovmak için, 1919’da Bandırma gemisiyle Samsun’a çıktı.Emperyalizme karşı savaş verdi ve yengiye ulaştı. Biz de Atatürk’ün bu devrimci savaşımından esinlenip etkilendik; 40 yıl sonra, 1959’da, Granma gemisiyle Havana’ya çıktık. Ülkemizde emperyalistlerin işbirlikçi faşist Batista’yla kurdukları baskı yönetimini yıkmak üzere. Biz de yengiye ulaştık. Devrimci Kemâl Atatürk, hem bizim, hem bütün ezilen hakların esin kaynağıdır.Sağdan sola uzanan Anap yazısını bırakıp yerine soldan sağa Latin ABC’sini getiren Harf Devrimi başta olmak üzere, bir dizi Çağdaş-Aydınlanmacı Cumhuriyet Devrimi’ni biz bu kadar kısa sürede başaramazdık. Atatürk kendine halkçı değil de toplumcu deseydi de ancak bu kadarını yapabilirdi. Kendinize başka esin kaynağı aramayın.”
İşte bu kadar; ama Kabe’yi Ankara dışında arayan bütün kendini ve Atalarını küçük görenler, çıkmaz yollarda savrulup gittiler, gitmekteler!
Atamız aslında yalnız kendi halkı için değil, bütün insanlık için gerçek, sevgi dolu umuttu; şimdi bu meşaleyi Fidel ve toplumu taşıyor, bunca azgın köpekbalığına karşı!
+
Şimdi bana gönderilen kitaplardan kısaca söz edeyim.
Yılmaz Polat, Ulus Dağı Yayınları’na CİA’nın Muteber Adamı’na hazırlamış; 26 yıldır Vaşington’da çalışan Polat¸ CİA’daki etkili adamların Türkiye’de siyaset sahnesinde indirilip çıkartılacak kuklaları nasıl belirlediklerini yine aynı yayınlardaki Vaşington’da Akrobasi adlı yapıtında incelemiş, bu kitapta öykünün gerisi var. Oradan iki satır:
“Türkiye deneyi başarıya ulaşır, İslamcılar iktidara kuvvet kullanmadan gelerek demokratik yönetimin bir parçası olabilirlerse, İran rejimine karşı yeni bir seçenek oluşur”, diyor kısa boylu, sakallı CİA görevlisi.
Adamların tasarısı bu, bütün sorun buradaki sivil-asker görevlilerin oyuna ne kadar katılacağı, köleliğe ne ölçüde razı olacağı?
İki kitap da Kaynak Yaeyınları’ndan geldi: Arslan Başer Kafaoğlu’nun kitabı AKP’nin Dilenme Ekonomisi ve Çöküş başlığını taşıyor. Sabırlı, çalışkan, yurtsever uzmanımız somut belge ve bilgilerle AKP aracılığıyla (kuşkusuz öncesi de var bu işin, en az 1950’den, giderek 1939’dan beri sabırla örmüş Amerika, Avrupa bu ağı) ülkemizin kıskıvrak bağlanışını, için boşaltılışını bir kez daha gözümüzün önüne seriyor. Görecek can gözümüz kaldıysa…Üçüncü yapıt da bunlar kadar önemli; aslında Mustafa Kemâl Atatürk’ün daha 1900’lerin başlarında görüp dile getirdiği, Türkiye’nin de, bütün öbür ezilenlerin de geleceğinin sımsıkı bağlı bulunduğu bir olguyu, Avrasya işbirliğini inceliyor Aleksandr Dugin Moskova-Ankara Ekseni,”Avrasya Hareketi’nin Temel Görüşleri’inde; son Gürcü-Rus çatışmasından sonra her şey o kadar açık seçik ortada ki! Ancak, başta Avrasya umudunun baş oyuncuları Çin’le Rusya, bütün devletler şu anda ABD’nin çılgınca attığı adımları izlemekle, olaylara ancak çok sonra, büyük ölçüde yetersiz tepkiler göstermekle yetiniyorlar. Tıpkı yurt içinde Atatürkçü’lerin, Ergenekon gibi Amerikan oyunlarına anak cılız sözel tepkiler gösterişi gibi.
Oysa, anamalcılığın bu son çıldırmış saldırıları karşısında Atatürk gibi, Fidel Castro gibi, testi kırılmadan en sert ve kararlı tepkiyi göstermek gerekiyor. Bakalım insanlık bunu becerebilecek mi? Beceremezse zaten sorun kalmıyor, insanları da mamutların yanına yatırır evrensel tarih!
Üç kitap da Berfin Yayayınları gönderdi; Deryla Çağlar’ın Hayali Komünizm/Soğuk Savaş’ın Türkiye Söylemleri, şu anda bütün hızıyla ve yıkıcılığıyla yaşamakta olduğumuz beyinleri yıkayıp teslim alma savaşının ayrıntılarını sunuyor okura.
Avni Kaysal, şiirlerini Leyli Vakti adıyla yayınlamış.
Serhat Taşpınar’ın O Bizim Son Umudumuz, ilginç bir kitap; hem Türkçesi, hem İngilizcesi var art arda; çeviriyi Alper Taşpınar ile A.Zeynep Güden yapmışlar.
1980’den beri Berlin’de yaşayan Gültekin Emre, 1956-80 arasındaki Ankara’sını anlatmış özlemle, Yitik Kent Ankara’da; kitabı heyamola yayınları basmış.
Ah sevgili Emre, yiten yalnızca Ankara mı? Çıldırtılmış insanlar dünyasında olanaksızı oldurmaya çalışan bir avuçluk Küba’nın dışında, bütün gezegen öyle değil mi?

Berfin/Bahar.s.127, Eylül 2008

1 Mayıs 2008 Perşembe

“KİMİM BEN?”

Estela Bravo’nun bir sürü önce yine İstanbul Sinema Şenliği’nde gösterilen “Fidel”ini görebilmiş miydiniz? Görmüşseniz ne sağlam bir sinemacı olduğunu biliyorsunuzdur; bu soylu onurlu yönetmenin yeni çalışması, cunta zamanında Arjantin’de herkesin gözü önünde kaçırılan, zindana tıkılan, işkence edilen, öldürülen, diri diri köpek balıklarına atılan 30 000 kadınla erkeğin el konan, işkencecilere ya da sıradan insanlara dağıtılan çocuklarının öyküsünü ele almış.
Anımsayacaksınız, o korkunç yıllarda, başlarına beyaz örtüler geçiren “Mayıs Alanı Büyükanneleri” bütün itilip kakılmalara, dayağa, gaza, basınçlı suya karşın inatla, inançla sürdürmüşlerdi katilleri yuhalamayı; yıllarca çocuklarının yavrularını, torunları aramışlar. Film bu arayışın acılı öyküsünü anlatıyor. Kızı, damadı, oğlu, gelini yok edilen kahraman nineler, inanılmaz bir dayanışmayla, gazetelere duyurular vererek, resimlerini basarak torunlarını aramışlar, arıyorlar. Film, bulunan talihli çocukları gösterip konuşturdu. Gerçekten yürek paralayıcı öyküler; ama aynı zamanda büyük bir yiğitlik, onur savaşımı. DNA incelemeleriyle, iğneyle kuyu kazar gibi sürdürülen araştırmalar, kıyaslamalar; sonunda kimin kimin çocuğu olduğunun ortaya çıkışı; o destansı büyükannelere katılan yargıçların, savcıların ayakta alkışlanacak savaşımıyla ana babalarına değilse bile, öbür yakınlarına kavuşturulan kızlar, oğlanlar.
Ve asıl çarpıcı, sevindirici, kıskandırıcı olan, bütün bu acılara yol açanların hem halka açık mahkemelerde yargılanışı, cezaya çarptırılıp zindana kapatılışı!
Aslında, bütün dünya halkları beyinlerine vurulan pırangaları kırıp ayağa kalkmadıkça, başta dünyanın tüm ülkelerinde bu iğrenç uygulamalara akıl hocalağı, kılavuzluk eden Amerikalı asker sivil bütün suçlu ve sorumlular, onların yerli ortakları yargıç karşısına dikip hesap soramadıkça, yaşanan, yaşanacak çile bitmez bitemez!
“Kimim Ben? NTV’nin belgesel kuşağında gösterilecekmiş; sakın kaçırmayın!
Bu yılki Sinema Şenliği’nde 200 film arasından biz yalnız üçünü seçmiştik; Ken Loach’un “Bu Özdür Bir Dünyadır”ı ve Carlos Saura’nın “Fadolar”ı.
Saura, İspanya’nın danslarını, şarkılarını en kusursuz biçimde beyaz perdeye yansıttı biliyorsunuz; bu kez Portekiz’in ünlü şarkılarını ele almış.Dünya halklarınn şarkılarını dinlemeye başlayalı büyük bir hazla dinlediğimiz fadoların hem oluşum öyküsünü gösterdi sevgili Saura, hem de en güzel örneklerini, üstelik hepimizi havalara uçuran danslar eşliğinde gözümüzün önüne getirdi.
Bütün İspanya, giderek Avrupa müziğini, ekinini oluşturan öğeleri yeniden anımsattı: Afrika, Çingeneler. Fadoların ezgilerinde, onlara eşlik eden danslarda yüzlerce yıldır amansızca, acımasızca sömürülen, kıyılan Afrika halklarının damgası o kadar açık ki! Dolayısıyla, Portekizli insanların sevdalarını, aşk acılarını üstelik son derece özlü sözler eşliğinde dinleyip izlerken, hazla öfke iç içe: bütün bu güzellikleri, incelikleri Afrika’nın soylu, duyarlı, hünerli insanlarından alırken nasıl gözünüzü kırpmadan kıydınız o benzersiz varlıklara? Onca cicili bicili sözün, allı pullu kavramın arkasına sığınıp oluşturduğunuz Avrupa’nın, giderek o ülkelerde bile küçük bir azınlığın rahatını, erincini sağlamakla yetinirken bu bumerangın geri dönüp sizi de vuracağını göremeyecek kadar körleştiniz mi gerçekten?
İşin toplumsal yanını unutmadan, çoktan piyasaya sürülmüş olan dvd’sini hemen edinin Fadolar’ın; gerçek bir işitsel-görsel şölen.
*
Nisan başında, sıra dışı bir Eşkişehir gezisi yaşadık; hepimiz kendi küçük kafesimizde yaşatıldığımız için adını ve işlerini bilmediğimiz Ahmet Mümtaz Taylan, Albert Camus’nün “Caligula”sını orada sahneye koymaya karar verince açıldı bu beklenmedik mutluluğun yolu.
Ama isterseniz, başa dönelim: her şey, Yılmaz Büyükerşen okulunun görece dar sınırlarından çıkıp kentin Belediye Başkanlığı’na gelince başlamış; sanat eğitimi görmüş, insan kardeşlerine düzeyli, aydınlık bir yaşam sağlamayı amaç edinmiş bu güzel insan halktan toplanan vergilerin harcanma biçimini kararlaştırma sorumluluğunu üstlenince, bildiğim kadarıyla küçücük Küba’nın dışında, bizde ve bütün dünyada sürüp gitmekte olan soygunu, talanı elinin tersiyle itmiş, eldeki olanakları kentini her anlamda çağdaş, uygar kılmaya yatırmaya girişmiş. Oluşturduğu Anadolu Üniversitesi’ni gezdirdi bizi karşılayıp ağarlayan Büyükşehir Tiyatrosu çalışanlarından sevgili Şafak Özen, Basri Albayrak, Savran Perk: üniversitelerin yerleştikleri bölgeye Frenkçesiyle kampüs, yerleşke diyoruz biliyorsunuz; Anadolu Üniversitesi’nin yerleşkesi sözün tam anlamıyla kendine yeten küçük bir yerleşim birimi. Büyükerşen, önce boşu boşuna akıp giden Porsuk Çayı’nın sularını getirip Orta Anadolu topraklarını yeşertmiş; aklınıza gelen bütün ağaçları çiçekleri ekmiş. Ayrıca, adım adım, üniversitenin bütün fakültelerini, bütün bölümlerini tamamlamış. Ayrıca sinema, tiyatro, spor salonları, alanları; kısacası bir yerleşkeye yaşaması için gerekli her şey.
Küçük Anadolu kasabasına bu cıvıl cıvıl yaşam, bilgi kaynağını oturtunca, gerisi kendiliğinden gelmiş: doğru ve çağdaş bilgilerle donatılan gençler elbette bütün öbür sanat dallarına, kentteki bütün üretim yuvalarına doğal tüketici olmuşlar.
Bunun uzantısı olarak, İstanbul’da, Ankara’da bile artık görülmeyen tiyatro salonları dikmiş Büyükerşen; dolayısıyla, Ankara’da, İstanbul’da ya da Eskişehir’de tiyatro sanatı konusunda yetiştirilmiş gençlere paha biçilmez bir sığınak doğmuş. Kuruluş döneminde, Tiyatroların başına Sanat Yönetmeni olarak Ergin Orbey’i getirmiş; o, işini kusursuz bilen bir insan olarak, bizim tanımadığımız, oysa 18-20 yıldır Devlet Tiyatroları’nda oyunculuk,yönetmenlik, yöneticilik yapan Ahmet Mümtaz Taylan’a seslenmiş, gel bir oyun seçip sahneye koy, diye. Böylece Bilgesu Erenus’un “Misafir”i sahnelenmiş, 2001 yılında; Eskişehir’in şaşırtıcı tiyatro izleyicisi, o günden beri kapalı gişe oynatıyormuş yapıtı! Ne inanılmaz değil mi?
Bu oyunda oynayan, aynı zamanda tiyatronun Sanat Yönetmeni vekilliğini yürüten Sinan Demirer, Ahmet Mümtaz’dan yeni bir oyun isteyince, Caligula doğmuş. Doğrusu, dünyamızın, ülkemizin bugünkü koşullarında sahneye konabilecek ender oyunlardan biri bu yapıt; çünkü ABD’nin, AB’nin, çılgınca tüketimden ve para kazanmaktan başka bir şey düşünmeyen anamalcı düzensizliğin güdümündeki yerküremizde artık gerçek sorunlarımızı ele alıp insanları uyunmaya, yazgılarını değiştirmeye çağıran yazar da, yapıt da yok.
Aslında Camus de bu açıdan bakıldığında yetersiz; çünkü dünyamızın, insanlığın en can alıcı sorunu şu ya da bu nedenle çıldırmış bir yöneticinin giriştiği akıldışı eylemler, zorbalıklar değil ki! Temel sorun, yeryüzündeki bütün insanların, Küba’daki gibi, gerçek bir eğitim birliği ile, yalansız, masalsız, bilimsel eğitime kavuşturulması, dolayısıyla bilinçli yurttaşlar yapılması ve buna bağlı olarak da eldeki olanakların herkese, ama herkese tam anlamıyla eşit paylaştırılması!
Bu asal sorunu çözmek tek başına Ahmet Mümtaz Taylan’ın ve hevesli, yetenekli arkadaşlarının işi değil elbet, dünyanın bütün halklarına düşüyor.
Eskişehir Büyükşehir Tiyatroları’nda çalışanlar, Ahmet Mümtaz’la birlikte, oyunu çok doğru yorumlamış, en çarpıcı biçimde sahneye koymuşlar; bu yazı basılana dek, 28 Mayıs’ta İstanbul Uluslararası Tiyatro Şenliği kapsamında AKM’de oynanacak; umarım haber alıp gitmiş olursunuz.
Oyunu izlediğimiz günün ertesinde, genç arkadaşlarımız bizi aldılar, kenti dolaştırdılar; Yılmaz Büyükerşen, tutarlı bir yönetici olarak, kentin başka alanlarına ve sorunlarına da el atmış elbet; bir köşede yıpranan yıkılan eski evleri birer ikişer birleştirmeye, yerlerine yeni, çok çarpıcı yapılar dikmeye girişmiş; bunlar konukevleri, sanat yuvaları olacaklar. Biri şimdiden işlevine kavuşmuş bile: Türkiye’nin ilk Camişleri Müzesi olmuş. Ve yurdumuzda bu alanda ürün veren herkesten birkaç yapıt alınıp yerleştirilmiş, sergileniyor; ayrıca yabancı ülkelerden de örnekler var Müze’de. Gezerken gözümüze kulağımıza inanamadık, tadına doyamadık.
Büyükerşen, kuşkusuz bununla da yetinmemiş, yetinemezdi; yeni tasarıları arasında, o evlerde bütün yere sanat ve zanaatlarını canlandırma, oralarda hem öğretim hem üretim yapma da var.
Ancak, biliyorsunuz, bütün dünyada, ülkemizin her yerinde amansız aralıksız bir çekişme sürüyor soyguncu talancılarla uygarlıkçılar arasında; Eskişehir’de de, elde kalan tek kaleyi, Büyükşehir belediyesini de düşürmek üzere çok şiddetli saldırı var. Bakalım o güzelim kentimizi de, yurdumuzu da kurtarabilecek miyiz?
*
Çınar Yayınları, 10-12 Mayıs 2006’da Kastamonu’da düzenlediği Rıfat Ilgaz Sempozyumu’nu kitap olarak basmış, gönderdi; 903 sayfalık bu dev yapıtta yurdumuzun her alandaki üretici emekçilerinin sevgili Rıfat Ilgaz konusunda düşünceleri, değerlendirmeleri var; gerçek bir başvuru kaynağı. Emeği geçen herkese alkış.
Genç araştırmacı yazar Kaan Turhan dünyanın ve ülkemizin şu olumsuz koşullarında yılmadan bıkmadan çalışıp ürün verenlerden; askerden döner dönmez kalemine sarıldı, birbiri ardından yapıtlar hazırlıyor; en son, yine IQ Kültür Sanat Yayıncılık için önemli bir kitap oluşturmuş:TSK ve Ulus Devleti Hedef Alan VİCDANİ RET.
Adından da anlayacağınız gibi, yurdunu savunma görevini yerine getirmemek için bin bir dümen çeviren, en allı pullu söz ve kavramların ardına sığınan asalakları, bilerek bilmeyerek dünyanın kırılgan düzeninde yarattıkları yıkımı ele almış Kaan.
Gittikçe dayanılmaz duruma giren ortamda bir bakıma çılgınca, kahramanca yayınını sürdüren yayınevlerinden biri de Berfin; yine bir deste kitap gönderdi.
Faik Bulut’un Ordu ve Din:Devlet Gözüyle İslamcı Faaliyetler’i; Hamdi Turgut’un Yıllar Geçiyor Hiç Sormadan, Hikmet Bükrek’in Yüreğimde Neler Var, Raşit Kara’nın Yakın Yüreğimi Sevmesin Bir Daha, Aydın Öztürk’ün Güneş Seninle Gitti adlı şiirleri; Yılmaz Gruda’nın Köylü Devrimci Börklüce Mustafa başlıklı destan-vekayinâmesi; Raşit Kara’nın Niko’nun Şapkası adlı öyküleri ve Demir Ünsal’ın Ephesus’u.
Gelin sözümüzü yine sevgili Ali Yüce bağlasın.
BİR KİŞİLİK SOKAK

Antakya sokakları dar
Antakya sokakları bir kişilik
Sen giderken ben gelemem
Bir gönlümü bahar almış
Bir gönlümü yaz
Antakya sokakları bir kişilik
Öte git biraz

Akşam
Gözlerimin içine doluyor akşam
Vakitlerin dört ayağı bir pabuçta
Dört saçağın suyu bir olukta akıyor
Gölgeler bir olup diriliyor
Ayaklarımın ucunda

Gece
Gözlerimin içine doluyor gece
Bütün süngüler kırık şimdi
Bütün sayıların toplamı sıfır
Ne basıncı var havanın
Ne yerin çekimi
Bir gönlümü bahar almış
Bir gönlümü yaz
Böyle zamanlarda çıkma karşıma
İki sarhoş bir sokağa çıkmaz.
1956.

Berfin/Bahar. S.123, Mayıs 2008.

1 Nisan 2008 Salı

“AMERİKAN KUŞATMASI”

Bu, sevgili dostum Erol Bilbilik’in Profil yayınevince basılan yeni kitabının adı. İnsanlık tarihini zorba katillerin geçmişte kurdukları kanlı egemenlikler (?) sanan günümüz Amerikalıları, daha doğrusu onları koyun sürüsünden beter uyutup yönlendiren bir avuç zırdeli şu güzelim mavi gezegene ve üstünde altındaki tüm kaynaklara el koymak üzere birtakım kavramlar, savlar türetmiş, sonra bunları gerçekleştirmek üzere hem parasal hem askersel örgütler oluşturmuşlar. Bu alanda çevrilen dolapları, oynanan oyunları çözüp açıklamaya ömrünü adamış olan Erol Bilbilik, bu kitabında da dünyanın gözünün içine baka baka örülen çorapları, kurulan tuzakları sabırla, titizlikle anlatıyor uyanmak, yazgısına sahip çıkmak isteyen dünyalı kardeşlerine. Hemen edinin, can gözü ve kulağı körelmemiş bütün dostlarınıza duyurun.
Çok özverili ve çalışkan olduğundan, eşzamanlı olarak bir kitabı da AsyaŞafak yayınlarında basıldı: Geniş Orta Doğu Projesi/Geniş Orta Asya Projesi. Burada da aynı aydınlatma çabası sürüyor elbet: ABD’nin başını çektiği anamalcı-sömürücü çapulcunun en cilili bicili sözler, en soylu kavramlarla bütün dünyayı kandırma, Orta Doğu petrollerinden başlayıp Orta Asya’ya, oradan bütün yerküreye el koyma heveslerini en ince ayrıntılarıyla görmek, anlamak, tepki göstermek isteyen gözlerin önüne seriyor.
Biliyorsunuz, akıl yaşta değil, başta; eğer dışarıdan gelen bütün çarpıtmalara, kandırmacalara direnip orada durabildiyse elbet. Kan Turhan, Erol Bilbilik’ten, Yılmaz Dikbaş’tan, Mustafa Yıldırım’dan yaşça epey küçük, ama ülkemizi kapatıldığı zindandan kurtarma konusunda onların yoldaşı. Sivil Casus adlı kapsamlı çalışmasından sonra, yine can verici bir konuya el atmış, Batılı sömürücülerin ülkeleri kurşun atmadan ele geçirmesinden en etkili kesimlerden gençliğin koşullandırılıp yoğrulmasını işlemiş son çalışmasında:Kripto Devşirme Gençlik/AEGEE.
Kitaptaki ana bölüm başlıklarını yazarsam, hangi konularda gözümüzü açmak istediğini hemen anlayacaksınız: Kripto devşirme güdümlü gençlik/ Türk tarihini yeniden yazmak ve tarihsel gerçekliği yok etmek/ Avrupa’da güdümlü gençlik örgütlenmesi ve tarihi/ Avrupa merkezi açısından Türk gençliğini yitirmek/ Yükselen alçak değer: Yapay kimlik, Avrupalılık/ Kemalist eğitim modeli.
Demek ki, bütün dünyanın başına örülen sivil örümcek ağı’nın zehirli örgülerini kavrayıp dağıtmak istiyorsanız hemen edineceğiniz yapıtlardan biri de Kaan Tuhan’ınki.
Bunlar basılan değerli çalışmalardan benim gözüme ilişenler, kim bilir daha ne önemli kitaplar var gün ışığına çıkabilen.
Ülkemin savunması, yeniden aydınlığa kavuşabilmesi için savaşım eldeki bütün iletişim anlatım araçlarında sürüyor biliyorsunuz; televizyon kanalları da bunlar arasında elbet. Kanaltürk’te genç bir delikanlı, Tuncay Mollaveisoğlu, her hafta, Yolsuzluk ve Yoksulluk adlı izlencede, ciltlerle kitabın yerini tutacak uyarıcı, sarsıcı bir izlenceyi sürdürüyor.
Birçok kez karşımıza getirdiği tutumbilim uzmanı Uğur Civelek ile Selim Somçağ’ın yanında, başka konuların yetkili insanlarını da çağırıp konuşturuyor. Bunlardan biri enerji konusunun en yetkili insanlarından Ünal Erdoğan’dı; Sayın Erdoğan, ülkemizin, giderek bütün dünyanın sömürülüp talan edilmesinde en etkili araçlardan biri olan enejiye, enerji üretimine değindi izlencelerden birinde. Söylediklerini özetlemeye çalışayım; bunlar, yazılı ya da görsel iletişim araçlarıyla ömür boyu uyutulmak üzere sürekli yalancı balonlarla avutulan yığınların bilmeleri gereken asıl, asal konulardı:
İşbaşındaki yönetim, yılbaşından önce elektriğe yaptığı zamla, tükecinin cebinden tam 60 milyar doları alıp örtülü ödeneğe, ileride çevrilecek karanlık işlere aktarmıştı. Yetmedi elbet, yetemezdi, yılbaşından kısa bir süre sonra elektriğe yeni bir zam daha yaptılar: insan kudurdu mu duramaz ki!
Yurdumuz rüzgâr, su, yer altı enerji kaynakları açısından dünyanın en talihli yerlerinden biri olsa da, alçak, acımasız, gözü doymaz Batılı soyguncular, 1970’lerden beri kendi ülkelerinde, doğurduğu giderilmez tehlikeyi çok iyi bildikleri için yapımını yasakladıkları çekirdek enerjisinden elektrik üretim merkezlerini gelip geçen bütün yönetimlere dayatmaktalar. Ve bu üretim pazarının onlara sağlayacağı pasta tam 300 trilyon dolar değerinde; bunun büyük parçasını elbet kendileri yutmak istiyor, ama yerli suçortakları olmadan bunu yapamayacakları için, ülkemizde işadamı, sanayici saydırdıkları talancıları işe katmaları gerekiyor; Sabancılar, Koçlar, Aydın Doğanlar ve aklınıza gelen bütün eski yeni oyuncular, ağızlarının suyu akarak bakıyorlar bu 300 trilyon dolarlık pastaya. Hem de, kendileri tek kuruşluk yatırım yapmadan, bir saniye bile emek vermeden, ter dökmeden, 70 yılda Cumhuriyetimizin kurduğu, uğrunda kuşakların can verdiği, didindiği, emek verdiği hazır kuruluş ve kurumlara bir gecede el koyarak!
Bitmedi; işin bir de düpedüz öldürücü yanı var: çekirdek enerjisi üretiminde kullanılan uranyum ya da plotunyum atıkları, insanlığın, dünyanın baş belası; Amerika ve Avrupa’da bugün, onların yapımından vazgeçtikleri, çalışmasına son verdikleri eski üretim merkezlerinde 200.000’er ton zehirli atığın getirilip güzelim Anadolu topraklarına dikilmesi, sürekli yer sarsıntısı tehlikesi içinde bulunduğumuza göre, bunların her an Çernobil’deki gibi zararlı ışınlarını çevreye yayması olasılığı var. Olsun, Türklerin hepsi kanserden sapır sapır dökülse kim aldırır? Dahası, göbek bile atarlar: kurşunsuz, kan dökmeden ele geçirmiş olurlar benzersiz Anadolu’yu.
Batılı aşağılık sömürgeci açısından bu hesap iyi gibi gözüküyor – oysa değil, çünkü biz hepimiz ölsek, yerimize onlar gelse, güvenlik içinde keyif süremeyecekler ki: öldürücü ışınların etkisi 100-200 yıl sürüyor! Ama hırsın gözü kör, biliyorsunuz.
En çarpıtılmış rakamlarla bile yurdumuzda işsiz insan sayısının ne kadar hızla arttığını çıldırmamış herkes biliyordur; yetmemiş; bu üretim merkezlerini bize kakalamak isteyenler, uzmanlarını da getirip sırtımıza yüklemeyi tasarlıyor: tam 70—80 000 kişi! Başka bir deyişle, Türklerin o kadarı aç kalacak.
Sayın Ünal Erdoğan, Ambarlı’da kurdurulan fuloylla üretim yapan merkezin, çalıştığı 30 yıl boyunca tükettiği yağ yakıta harcanan parayla, tam 12 Keban barajının yapılabileceğini söyledi. Üstelik bu korkunç talan o üretim merkezinin açanın cebini ve ona göz yuman yöneticilerinkini doldururken, çıkardığı zehirli atıklarla Marmara denizini, Trakya’nın verimli topraklarını bir daha düzelmemecesine kirletip bitirmiş. Bitirsin, Türkler böcektir, yeryüzünden ne kadar hızlı silinip giderlerse o kadar iyidir!
Oysa,bırakın öbür kaynakları, salt akarsulardan yalnız Türkiye’nin değil, bütün Orta Doğu’nun, Avrupa’nın enerji gereksinmesini karşılamak elimizdeymiş: Ünal Erdoğan, Karadeniz’e dökülen tam 44 000 akarsu var, dedi; bunların üzerine, öyle dev boyutlu değil, şöyle 5 MW’lık küçük üretim merkezleri kurun, 2 yılda 500 000 000 KW elektrik elde edersiniz; bunu 5 sentten satsanız, yılda 50 000 milyar dolar gelir elde edersiniz; üstelik 15 sente de satmak elinizdedir; ondan sonra asıl Birlik’in merkezi siz olursunuz, Almanya ya da Fransa kapınıza dayanınca,hoppp, dur bakalım, sen geçmişte Yahudilere, Cezayirlilere ne yaptın? Bekle biraz! Dersiniz diye ekledi.
Masal gibi değil mi? Bu masal aslında gerçeğin ta kendisi, tek engel Ankara’daki siyaset, yurdun büyük kentlerindeki para babaları!
Yine Kanaltürk’te, Tuncay Özkan’ın düzenlediği, Biz Kaç Kişiyiz adlı büyük tartışma izlencesine katılınlardan Prof.Dr.İlyas Yılmazer de aynı konuyu rüzgâr enerjisi ve Munzur suyu açısından ele aldı; gerek rüzgârdan elde edilecek elektrik, gerek Munzur suyunun şişelenip satılması Türkiye’mize yılda tam 250 000 000 kazandırabilirmiş; böylece, 1 Milyar dolar için Türk askerinin kanını pazara sürmekten kurtulursunuz! Elbet şimdiye dek aldığınız 500 milyar dolar borcun boyunduruğundan kurtulabilir, kendi ayaklarınız üzerinde durmaya karar verebilirseniz!
Bu güzel, yurtsever insanlardan Selim Somçağ, söyleşilerden birinde, işte bu sihirli-zehirli oyuncakla, dolarla nasıl kıskıvrak bağlandığımızı çok yalın bir örnekle anlatıverdi: 2001’den sonra Amerikan iç pazarında yatırım ve kazanç yeri bulamayan dolarlar öbür ülkelerin borsalarına akar olmuş; bunlar arasında, Brezilya ile Türk borsası hemen hemen benzer yapıdalar; dolayısıyla Batılı yatırımcı geliyor, bir yılda ortalama %80 kâr elde ederek keyif çatıyor. Ama Brezilya, 2007’de Amerikan dizgesinin dayandığı sanal yapı, mortgage’in çöküşüyle sallanmaya başlayınca, hemen önlem alıyor, dolar karşısında parasının değerini düşürüp gerçek değeri benimsiyor, dolayısıyla ülkesinin dışarı mal satmasını kolaylaştırıp dışarıdan mal almasını zorlaştırıyor; bizse dışarıdan akan hani şu “sımsıcak para”ya yaslanıp doları neredeyse Türk lirasına eşit tutmaya çabalıyoruz; 2007 Temmuz’unda hem Brezilya, hem Türk borsasında gösterge 59 000; Ocak 2008’de, Brezilya’nınki 65 000, bizimki 40 000; demek ki biz bunalıma çoktan girdik, dedi sevgili Somçağ.
O da, Uğur Civelek de, şimdi artık tutumlu, ölçülü, sorumlu yaşama dönemi diye bağıra dursunlar; Türk siyasetçileri, işadamları, para babaları, dolayısıyla halkı ise hiçbir şey olmamış, olmayacakmış gibi, vur patlasın çal oynasında! Demek ki, bunalımın gerçek yüzü gözüktüğünde tam anlamıyla silindir altında kalacağız! Ne yazık!
Sanal ortadirek dolara bağlı yapı sallandıkça yalan haber yorum sağanağı artıyor biliyorsunuz; TSK’nin Kuzey Irak’a giriş çıkışı da bunlar arasında.
Dün akşam, Kanaltürk’ün anahaberlerini sevgili Tuncay Mollaveisoğlu okudu; yorumcu olara da yine Uğur Civelek’i çağırmıştı. İlk haber, TÜSİAD’ın başına oturtulan pilli bebektendi: Yürütme, artık öncelikle Türk işleyimini (sanayisini) dikkate almalı, işleyimsel üretimin önündeki engelleri kaldırmalıymış!?
Sevgili Uğur Civelek, her zamanki dingin, ince alaycı anlatımıyla sordu:Peki, TÜSİAD ve ona bağlı para analarıyla babaları, Türkiye’nin alabildiğine ciddi yapısal sorunlarını göğüslemek üzere tepeden tırnağa her şeyin değişmesine hazırlar mı? Yanıt: Koskoca bir HAYIR! Onlar, toplumsal bilinç yoklamasında sıfır almıştır, kendi kör benlerinden başka bir şeyi görmez,göremez, aldırmazlar; dolayısıyla da sorun dedikleri, yaratılmasına kendilerinin de katıldığı dertler çözülmez, çözülmeyecek, gittikçe ağırlaşacak, dedi Civelek. Türkiye’nin bu sorunları aşabilmesi için, kemer sıkmaya, ciddi bir planlama yapmaya ve Türk lirasını dolar karşısında gerçek değerine oturtarak üretim yapmaya geçmesi gerekir. Ne TÜSİAD, ne de başkaları buna hazır. Ama, olup biteni çok iyi bildikleri halde, halk yığınlarını uyutmak üzere, böyle düzmece, içi boş tartışmalar yaratıp vakit geçiriyorlar; oysa büyük bunalım hemen kapıda.
Üretim sıkıntısı yalnız Türkiye’ye özgü değil, bütün dünya o kıskaçta; bunun nedenlerinden biri, üretimin Güneydoğu Asya’ya, Çin’e, Hindistan’a kayması; onların üretimiyse, dünyayı olumsuz etkiliyor, bütün ülkelerdeki üreticiler dara düşüyor, batıyor, batmamışsa batmak üzere. Dolayısıyla işleyimsel üretimde kullanılacak temel gereçlerin hepsi gittikçe pahalanmakta.
Olgular bunlar, ama TÜSİAD’ın para babalarıyla anaları, bu yapısal hastalığa çâre aramayı akıllarının köşesinden geçirmiyor, batan dünya ve Türkiye gemisinde son yağmadan, enerji üretim ve dağıtım pastasından en büyük parçayı koparmaya çalışmaktalar. Ee, bu durumda CEHENNEM kaçınılmaz elbet!
Gözü kör hokkabazlar yalnız TÜSİAD’da değil kuşkusuz, siyasal partiler onlardan geri değil; MHP ile CHP’nin başına çöreklenmiş siyaset cambazları, son sınır ötesi eylemlerden sonra, Büyük Patron’un gözüne girip gelecek seçimlerde biraz daha yüksek oy bahşişi koparabilmek üzere aynı gün öttüler: hazır girmişken PKK işini bitirmeliymiş Türk ordusu! Sanki ayda, Venüs’te yaşıyor beylerimiz! Kendileri RTE’nin yerinde olsa başka bir şey yaparmış, yapabilirmiş gibi! Uğur Civelek’in TÜSİAD’a sorduğu soru onlar için de geçerli: Peki Beyler, hem PKK’nın, hem bütün öbür sorunlarımızın çözümü için, hepsini yaratan ABD’den, AB’den ve bütün uzantılarından kopmaya, ayaklarınızın üzerinde durmaya, kemer sıkıp Küba halkı gibi onurlu, tutumlu, sorumlu yaşamaya hazır mısınız?
Aslında hastalık belli, onun giderilmesini sağlayacak yollar da öyle; ama bilgi karartması, kafa bulandırma o boyutta ki, bu çözüm, tarih boyunca yaşandığı üzere, kendi bedelinin çok çok üstünde acıya, kana, cana patlayacak insanlığa. Ve insan kardeşlerini gerçekten seven gerçek hekimlerin seslerini duyurabilmeleri, fatura ağırlaşmadan yığınları uyarıp uyandırmaları hemen hemen olanaksız gibi; ancak, sersem sülükler son canı da almadan umut kesip teslim olamayız!
Ulus Dağı Yayınları, bu savaşımda yanan sayısız dağ ateşinden biri; son kitabı,Bahadır Selim Dilek’in Küresel Tuzak: Ilımlı İslam.
“Emperyalizme karşı savaşarak bağımsızlığını kazanan Türkiye, çağdaşlaşma, kalkınma yolunda ezilenlere örnekti. Dünyayı yeniden sömürgeleştirmek isteyenler, kirli oyunlarla bu ülkelerdeki aşiretleri, kabileleri kıştırttılar, dinsel çatışmaları körüklediler. Yetiştirdikleri kutsal savaş militanlarıyla ulusların bütünlüğünü bozdular, ülkeleri böldüler.”
Bahadır Selim Dilek, dolaştığı, gözlediği Mısır, Cezayir, Tunus, Irak, İran, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde “ılımlı ya da kökten İslâm”ın nasıl kullanıldığını canlı örnekleriyle gözler önüne seriyor; bu tanıklığı elbette TÜSİAD üyeleri ya da MHP ile CHP’nin başındaki siyaset cambazları okumayacak; o, bütün benzerleri gibi, yalnız yurdumuzu, giderek dünyamızı esenliğe çıkarmaya çalışanları bekliyor.
Kaynak Yayınları yeni kitapların gönderdi, aralarında Dr.M.Kürşat Bozkurt’un Kemoterapi ve Kanser Kök Hücreleri de vardı.
Kanser konusuyla ilgilenmem, Wilhelm Reich’la başlamıştı; bu gerçek insansever bilim adamı, 19. Yüzyıl sonuyla 20.Yüzyıl başının iki temel öğretisini, Marx ile Freud’unki yakından bildiği için, insan adı verilen canlının enerji üretim ve dönüştürümünde örgensel boşalmanın ne kadar asal bir yer tuttuğunu görmüş; dolayısıyla, karşı cinsten birini sevip sevişemeyen, üreme örgenleriyle biriken dirimsel enerjiyi boşaltıp yerine yenisini dolduramayanların önce sinir hastalıklarına, ardından bedensel hastalıklara, miğde yangısına, sonunda da kansere yakalandıklarını saptamıştı.
1983’te, Payel yayınlarına, onun temel yapıtlarından Kanser’i aktardım; ne okurlardan hak ettiği ilgiyi gördü bunca yıldır, ne bilim insanlarından.
Arada, yakın dostumuz Nilgün Şarman’ın hekim babası Fikret Şarman’ın sakladığı Tıp dergilerinden birinde, Dr.Ziya Özel’in Muğla yöresinde zakkum özüyle giriştiği deneyleri okudum; mantık aynıydı: bağışıklığı doğal yoldan güçlendirip kanseri yenmek. Ben bu yönteme okur okumaz inandım, sözümü dinleyip Ziya Bey’e giden, o günlerde parasız dağıttığı zakkum özünü alıp kanına şırınga ettiren, yerleşik yöntemlerle insanları göz göre göre öldüren ünlü hekimleri şaşkına uğratarak iyileşen Yıldız Üniversitesi yazmanlarından Ayşe Aşçı bugün de ayakta.
Derken, olasılık- gereklilik zinciri, sevgili dostumuz Nermi Uygur’un evinde bizi kendisi de prostat kanserine yakalanan, yerleşik sağaltıma girmeyi elinin tersiyle iten, taa San Diego’ya uçup doğal yollardan bağışıklığı güçlendirerek bu amansız hastalığı yenen, Kanserden Korkma, Modası Geçmiş Tedaviden Kork adlı kitabı yazıp yayınlayan Dr.İlhami Güneral’i çıkardı. Onun hastalığa yaklaşımı da Reich’ın, Ziya Özel’inkinin aynıydı: başta şeker gibi kimi şeyleri yemeyerek, besinlerle bağışıklığı güçlendirmek. O da, San Diego’ya gidişinden üç ay sonra yeni doğmuş çocuğa döndü; yaşlanıp yorulana dek gül gibi yaşadı.
Arada,ressam-yazar-hekim Gülseren Engin’i tanıdım; o da kansere yakalanmış, yenmiş, deneyimlerini Kanser ve Beslenme adlı kitapta toplamıştı
Bu yolda, edindiğim bilgilerin doğruluğunu, sağlamlığını kanıtlayanlardan biri de, 1995’te yitirdiğimiz Fransız bilim adamı Henri Laborit oldu; ömrünün sonlarında kaleme aldığı temel yapıtı Davranışların Öyküsü’nde, çok iyi tanıdığım mantıkla, bütün hastalıkların bir canlı varlık, memeli olan insanın karşılaştığı sorunları savaşarak ya da kaçarak çözemeyip kapana kıstırıldığı zaman yaşadığı sürekli gerginlik’ten ileri geldiğini anlatıyordu alabildiğine yalın sözcüklerle.
Dr.M. Kürşat Bozkurt, kitabında bu mantığı benimsemiş; yakından izleyenlerin bildiği gibi, bugün Küba’da, Çin’de kanser denen tatsız hastalığı yenmek üzere çok ciddi araştırma ve çalışmalar yapıldığını okuyorlardır; kanser kök hücresi de bu araştırma ve çalışmaların odak noktasında; özellikle Çin’de inceleme çok sıkı sürdürülüyormuş.
Bu çabaların sonucu ne olur şimdiden bilemeyiz, ama kitapta da vurgulandığı üzere, en azından ilâç ve ışın sağaltımına kesinlikle girmemek, yenmeyecek besinlerden tartışmasız uzak durup yararlı olanları bol bol tüketerek bağışıklığı geri getirmenin en kestirme, güvenilir yol olduğu apaçık. Elbette inanılmaz paralar kazanmak üzere hepimizi bile bile harcayan devşirme hekimlerin elinden kaçabilirsek!
Henüz yüzünü görmediğim, iletişim ağı dostlarımdan Erdal Atıcı, Ürün yayınlarının bastığı öykülerini göndermiş: O Karlı Kış Gecesi.
Din-mafya-siyaset oyuncularının yaşamayı karabasana çevirdikleri şu dayanılmaz ortamda azıcık soluk almak istiyorsanız sarılacağınız bir sığınak.

Berfin/Bahar. S.122. Nisan 2008.

1 Mart 2008 Cumartesi

KÜBA’DA SEÇİM VE EĞİTİM

20 Ocak’ta, Küba’da, 1976 yılından beri yapılan seçimlerin yedincisi gerçekleştirildi; ne var bunda, bizde bilmem kaçıncısı yapılıyor? Demeyin sakın. Çünkü Küba’daki seçimler gerçek halk yönetiminin nasıl olması gerektiğini gösteriyor. Şimdi onun ana çizgilerini anımsatalım:
“Küba’da halk, Belediye Meclisi seçimlerinde doğrudan kendisi aday gösterebiliyor; Eyalet Meclisi ve Milletvekili seçimlerindeyse bu işi Belediye Meclisi Delegeleri yapıyor. Belli başlı Kitlesel-Sivil Toplum Örgütleri, CTC,CDR, FMC,ANAP, FEU, FEEM kurultaylarında saptadıkları adayları seçilmek üzere önerebiliyor.
*Küba Komünist Partisi ne aday gösterebiliyor, önerebiliyor, destekleyebiliyor, ne de seçimlerde kendisini öne çıkarabiliyor.
*Seçmen kaydı ücretsiz, halka açık, kendiliğinden. Bu listeler halkın kolayca ulaşabileceği yerlerde asılıp gösteriliyor.
* Seçilenler görevlerinden alınabiliyor, yaptıklarından dolayı seçmenlere hesap vermekle yükümlü.
*Hiçbir aday seçilmek için kampanya yürütemiyor, ne oy isteyebiliyor, ne de kendini tanıtmak üzere beş kuruş harcayabiliyor; bütün seçim giderlerini devlet karşılıyor.
* Oy sayımı halka açık, öyle de yapılıyor.
* Halk Gücü Eyalet Meclisi delegeleriyle milletvekillerinin %50’si, aynı zamanda Halk Gücü Belediye Meclisi delegesi de olabiliyor.
* Eyalet ya da Belediye Meclisi’nde başkan, başkan yardımcısı görevlerine getirilen milletvekillerinin; Halk Gücü Meclisi’ndeyse Sürekli Çalışma Yarkurulları’nda görevlendirilenlerin dışında, hiç kimse halkı temsil ederken aylık almıyor. Bu, bütünüyle gönüllü bir görev; dolayısıyla Küba’da ömür boyu Belediye ya da Eyalet Meclisi üyeliği ömür boyu süren bir uğraş değil.
*Halkın siyasal-toplumsal erke katılışı seçimle bitmiyor; toplumsal yaşamın her alanında, Sivil Toplum Örgütleri’nin bütün etkinliklerinde, Halk Gücü organlarının alacağı kararlarda kendini gösteriyor.
*Oy kullanmak zorunlu değil, isteğe bağlı; buna karşın 1976’dan beri en düşük katılım % 95,2, en yüksek katılımsa % 98,7 olmuştur.
* Milletvekili ya da Delege olabilmek için geçerli oyların % 50’sini almak gereklidir.”
Bizdeki, daha doğrusu ABD’nin, anamalcı düzensizliğin pençesinde kıvrananlardan seçimlerin nasıl yapıldığını, yaşandığını hepiniz biliyorsunuz; üstelik şimdi çok daha kolayını buldular bilgisayar aracılığıyla: seçime kaç kişi katılsa, kaçı nereye oy verirse versin, önceden saptanan oy oranları bilgisayarın ( daha doğrusu saymazın) istediği gibi oluyor. Sonra milyonlar kuzu kuzu bu sonuca göre yaşayıp acı çekiyor, ölüyor.
Küba’nın güzelim halkı, Fidel Castro ve arkadaşlarının öncülüğünde, bu sağlam, sağlıklı yola 1959’da girebilmiş; kesintisiz bunca yıl başarıyla uygulamış; şimdi insanlık tarihinin en kendini beğenmiş, en acımasız saldırganına karşı çelik gibi ayakta.
26 Ocak, Küba’nın düşünsel-kuramsal-inançsal önderi sayılan José Marti’nin doğum yıldönümüydü; adını taşıyan İstanbul Küba Dostluk Derneği’nde bir etkinlik düzenlendi. Küba Büyükelçiliği Genel Yazmanı Alejandro Simancas kısa bir konuşma yaptı; Marti’nin kısa, onurlu yaşamını özetledi. 1949’da, kurtuluştan on yıl önce, Amerikan donanmasıyla Havana’ya gelen, bütün dünyayla birlikte İstanbul halkının da yakından tanıdığı şımarık denizciler Marti’nin ünlü yontusuna saygısızlık ediyor, tepesine çıkıp olmadık pozlar veriyorlar; ama aralarında Fidel’in de bulunduğu üniversite gençliği ânında en sert tepkiyi gösteriyor, denizcileri Küba polisi ellerinden zor kurtarıyor. Sonra iki ülke arasında pazarlıklar, bu aşağılık suçu işleyenler Küba’da mı yargılansın, ABD’de mi? O günlerde ülkenin başında düzmece seçimlerle işbaşına getirilmiş koşulsuz bir Amerikan uşağı var; ama halkın, gençlerin tepkisi, öfkesi öyle büyük ki, anlı şanlı büyükelçi gelip hem de anıtın önünde Küba halkından özür dilemek zorunda kalıyor.
Bu çarpıcı olayın kısa belgeselini de gösterdiler; bayıldık elbet.
Ardından, geçen yıl da Dernek’de Küba’da eğitimi anlatmış olan Selcan Çınar Önal geldi karşımıza; ve on bin yıllık ataerkil, birkaç yüzyıllık anamalcı düzensizliği aşmak, yerine pırıl pırıl yeni bir düzen kurmak isteyenlerin kaçınılmaz biçimde uygulamaları gereken yeni insan yetiştirip eğitmeyi bir kez daha özetledi.
Küba, insanlığın en büyük sorununu, üretimden elde edilen artı değerin paylaşımını kökten çözmüş mutlu bir ülke; biriken talan edilmiyor, yeniden toplumun mutlu yaşamasına yatırılıyor; bunun başında elbet eğitim öğretim geliyor: Küba’da zorunlu eğitim 9 yıl; ama öncesi çok daha önemli; anneler bütün toplum gibi kesin toplumsal güvenlik içinde, gebe kalınca, tam 1 yıl paralı izinleri var; çocuklar tam donanımlı bakımevlerinde hekim denetiminde doğuyor. 6 yaşına gelene dek her sabah kapılarına bir litre taze, hormonsuz süt bırakılıyor.
11 yaşına gelen her çocuk, yılda 2 ay toplumsal üretime katılıyor – hey gidi Köy Enstitüleri hey! Orada bu çok daha kökten çözülmüştü, eğitimin her aşamasında çocuk üretimin içindeydi, kendi okulunu sırasını her şeyini kendisi yapıyordu, suyunu kendisi getiriyor, yapısını kendi dikiyordu. Ama bu ne korkunç devrim! Gelmiş geçmiş bütün öğretilerden çok daha köktendi. Elbette kökü kazındı, hem de Cumhuriyeti kurtarıp kuranların eliyle!
Zorunlu eğitimin sonunda belli bir dala yönelimi varsa, yüksek öğrenime geçiyor, yoksa toplumsal üretime katılıyor; bir süre çalışıyor, mutlu=verimli değilse, işi değiştiriliyor; ikinci işte de mutsuzluğu sürerse, “gel kardeşim, senin daha çok bilgiye gereksinmen var,” deyip yüksek öğrenimine gönderiliyor. Sarkacın öbür ucunda, bütün tutukevlerindeki insanları kurtarmak üzere, tam 14 cezaevinde açık yüksek öğretim var. Ee, ölümden bile para kazanmayı silip atmışsan, elbet böyle yanaşıyorsun yurttaşlarına: suç işleyen canavar değil, hastadır; öyleyse bakılıp eğitilmesi, sevilmesi gerekir.
Çağrı Kınık’ın hazırladığı, Nâzım’ın ünlü şiirini şiirsel bir anlatımla görselleştiren Havana Röportajı’ında bir sahne vardı; topu topu 10 kişilik bir sınıf, tahtada öğretmen anlatıyor, arkası bize dönük öğrencilerin hepsinin eli havada, “ben söyleyeyim öğretmenim!” diyerek; kısacık bir sahne, ama her şeyi açık seçik anlatıyor: öğrenme , yaşama sevinci bütün bireylerin canında!
Bütün insan kardeşlerine bir lokma bir hırkayla, ama alabildiğine mutlu, sevinçli, verimli yaşamanın canlı örneğini gösteren güzelim Küba halkına, bilge yöneticilerine yürekten alkış!
*
O günkü anmada yeni dostlar kazandık; bunlar arasında Alajendro’ya çevirmenlik yapan Ulvi İçil de vardı.
Ulvi, arkadaşı Esra Karaköse ile el ele, Küba’nın büyük önderi José Marti’nin çok yönlü üretiminden Küba Çocuk Tiyatrosu Kumpanyası için yazdığı Küçük Arı Kovanı adlı bir derleme yapıp çevirmişler; Yazılama Yayınevi de basmış.
Kitabın arka kapağgından birkaç satır paylaşalım:
“Yaşamın bu erken evresinde tiyatro çok yararlı olabileceği gibi çok zararlı da olabilir. Çok dikkatli davranmak gerekir… Bizim ilk gösterimiz , beş bin kişi önünde, Karl Maks Tiyatrosu’nda gerçekleşti, o büyük tiyatroda daha sonra yirmi beş kez oynadık. Çocuk; bütün o çalışmaların sonucunu yaklaşık bir saatte sergiledikten sonra, çoğu zaman ayağa fırlamış, alabildiğine doyumlu, gülen, coşmuş insandan o etkileyici alkışı aldıktan sonra, her sanatçının yaşadığı gibi, kendini beğenme ısıölçerindeki hızlı yükselmeden kaçınamaz; bu, kimi zaman, denetimi dışına taşabilir,özellikle de çocuk ertesi gün okula dönünce ve kendini sınıf arkadaşlarından ‘ayrı’ duyumsamaya başladığında… Küçük Arı Kovanı işte öncelikle bunu engelleme amacını güder. Camila bugün ‘Küçük Hamamböceği’ olabilir, yarınsa korodaki yirmi birinci arı olacaktır, ertesi gün makyajcıdır ya da perdenin arkasında durup öbürlerini yüreklendirecektir.
‘Mini diva’lar ya da ‘yıldızcıklar’ yaratmamaya büyük özen göstermekteyiz. Ruhbilimciler, bizi ‘mini diva’ların ya da ‘yıldızcıklar’ın kişiliklerinde geri dönüşü olmayan, onulmaz yaralar açılabileceği konusunda bizi uyarmaktadır.
Küçük Arı Kovanı’nda ‘aktöresel eğitim’ ilk sıradadır, ‘güzelduyusal(esteki)eğitime’ öncülük eder. Daha önce de çocuk oyuncu yetiştirme hevesinde olmadığımızı belirtmiştik; nitekim, topluluğumuzda yetişen çocukların büyük çoğunluğu uğraş olarak sanatı seçmemiştir. Biz sanatı bir araç olarak kullanmak istiyoruz. Dayanışma, karşılıklı saygı, sıkıdüzen, iyilik etme gibi insan değerlerinin çocuklarımızda kök salmasını sağlamada tiyatro ve toplu çalışma en etkili araçtır.”
Görüyor musunuz sömürüyü ortadan kaldırmış, artıdeğerin bütün toplumun, giderek dünyamızın en akılcı biçimde yaşamasına yatırmaya başlamış bir ulus yarının fidanlarını nasıl yetiştiriyor? Bu toplumdan artık soyguncu, talancı, yalancı dolancı, silah-uyuşturucu üretici ve satıcısı çıkar mı?
Darısı bütün öbür ülkelerin başına!
*
Çalışkan dostum Sezgin Kızılçelik basılmış üç kitabını gönderdi: Batı Sosyolojisini yeniden düşünmek: Marx’ın Sosyolojisi; Cilt 2: Burjuva Sosyolojisi; Sosyoloji Tarihi 1:İbni Haldun, Maciavelli, Montesquieu ve Rousseau’nun Sosyal Teorileri.
Adları, ne kadar temel yapıtlar olduklarını gösteriyor; daha önceki kitapları gibi Anı yayıncılık basmış; hemen edinin
Aynı ölçüde bir öbek ilginç yapıt da Berfin yayınlarıt’ndan geldi.
Ahmet Türkay’ın, Seher Gitti adlı romanı; İnci Barbaros Güzel’in anısal anlatısı Bir Yaşamdan; Ufuk Somer’in “iki Mülkiyelinin Öyküsü”:Gitme Zamanı adlı anıları; Veysel Boğatepe’nin Zarfsız Mektuplar adıyla basılmış denemeleri, sonra üç şiir kitabı: Ahmet Selçuk İlhan’ın Gitmeler Ban Kaldı’sı; Veysel Otunç’un Amansız Bir Aşk’ı; Resul Üstün’ün Deşifre Eke Yalnızlığımı’sı.
Bir başka can dostum, Mustafa Yıldırım o titiz incelemelerinin yatıştıramadığı çığlıklarını şiire dökmüş, basmış, gönderdi: Yürekler Kör.
Ondan bir şiiri paylaşalım:
DÜŞLERDE KALAN

Gel gönül gezelim
elin yüreği taş olmuş
karanlıktayız dost eline hasret
gün yordamınca yaşanmalı
adım üstüne adım dizelim.

Gel gönül gezelim
mahpus duvarlarında sesimiz
umuda yoldaş ranza gıcırtısı
suskun kalplere ilâç olur dizemiz
kırlangıçlara el edelim

Gel gönül gezelim
sökerek doğruyu anılardan
damıtalım iyi gözyaşlarından
biriken kana aldırmadan
kinimizi öldürüp gidelim

Gel gönül gezelim
yanarak geçen günlere
birazcık da yıllara
kapılmadan koyu karanlığa
gecikmeden kendimize gelelim

Gel gönül gezelim
anlık duygulardan koparak
için için yansın ateşimiz
aklımızı öne alarak
o eski şiiri yeniden ezelim.

Berfin/Bahar. S.121, Mart 2008.

1 Ocak 2008 Salı

CENGİZ ÖZAKINCI

Sevgili Cengiz Özakıncı’yı ilkin, Payel Yayınevi’ nin bastığı Dil ve Din ile tanıdım; adından anlaşılacağı üzere, dilden yola çıkarak dinin kökenlerine, aralarındaki sıkı bağlara eğiliyordu. Yapıtı dördüncü basımından sonra kendi yayınevi Otopsi’de yayınladı, geçen gün bana Kasım 2007’de 8. basımı yapılan kitabı yolladı. Doğal olarak üzerinde çalışmış, ilk basımın neredeyse iki katına çıkarmış, adına da küçük bir ekleme yapmış; “Kûr’anı Doğru Anlamak”. Kutsal Kitap’tan bir alıntıyı da önkapağa koymuş:
“Özlü, soylu, sağlam bir söz; toprağa kök salmış, dalları göğe uzanan, sağlam bir ağaç gibidir: Türetici’nin bilgisiyle her çağda ürün verir…Özürlü, bozuk, çürük bir söz, köksüz bir ağaç gibidir; toprağın yüzeyinde savrulup durur; yoktur onun yerleşecek yuvası..(Kûr’an: İbrahim Suresi/24.,25.,26.âyetler).
Bundan daha doğru, güzel söylenmiş söz olur mu? Bütün sorun, bu altın sözü hangi toplumun, hangi bireyin, hangi amaçla kullanacağında: o, dünyayı yaşanır kılmaya, insanlar arasında barış oluşturup sürdürmeye mi, yoksa amipten file, bize kadar canlı cansız bütün varlıkların iliğini kemiğini sömürmeye, bir avuç delinin cebini doldurmaya mı yarayacak?
Sözü uzatmayayım, hemen edinin bu temel yapıtı.
Çalışkan dostum öyle bir kitapla yetinir mi? Gönderdiği ikinci yapıt, en az bunun kadar ilginç, asal: Derin Yahudi/Siyon-Türk Zelda. Bunun üst başlığı “Musevi Tarihinde Bin Yıllık Türk Damgası”; alt başlığıysa: “ Haçlı Emperyalizminin Musevi Kılavuzları/Türk Kökenli Siyonlar ve İsrail.”
Kitabın başlığı size yine yeterince şey anlatıyor olmalı. Onun da arka kapağından kısa bir alıntı yapayım:
“Türkiye’de kimi Türkleri ‘İbrani-Yahudi kökenli Sabetaycılar’ olarak damgalayan yayınlarla Kürtleri İbrani kökenli Yahudiler olarak gösteren yayınlar aynı amaçla tek odaktan mı yürütülüyor? Kürtleri Sabetaycı diye damgalamakta kullanılan ‘adbilim’ yöntemi, dünyadaki Musevilerin soyadlarına uygulandığında, Musevilerin çoğunluğunun Hazar kökenli Türk olduğu gerçeği nasıl ortaya çıkıyor?”
Okuduğunuz gibi, söylencelerin, söylentilerin, masalların aslını aramaya giriştiğinizde karşınıza çok çarpıcı, yalın olgular çıkıyor; yüreğiniz, bilinciniz kaldırıyorsa, alıp düşünme, davranma dizgenizi katıyorsunuz. Cengiz Özakıncı bu konuda bulunmaz bir kılavuz.
Yine Otopsi’de bastığı bu inceleme de 7. basıma ulaşmış.
Üçüncü araştırma da aynı ölçüde sarsıcı, uyarıcı: Euro-Dolar Savaşı/ Yeni-İşgalcilerin İçyüzü Perde Arkası ve Amerikan İmparatorluğunun Sonu.
Kısa, önemli bir alıntı da ondan:
“…Euro-Dolar Savaşı, Cengiz Özakıncı’nın Türkiye’nin bor ve toryum yüzünden işgale uğrayabileceği görüşünü daha 2003’te ortaya koyduğu ilk kitaptır. Yenilmez, yıkılmaz, başaçıkılmaz olarak gösterilen ABD Emperyalizminin, petrol üreticisi İslâm ülkelerinin bir hamlesiyle çökecek en zayıf noktasını gözler önüne seren Euro-Dolar Savaşı, Amerikan güdümlü Türk medyası tarafından inatla gizleniyor.”
Siz bu giz perdesini yırtıp atmak istiyorsanız, hemen alın bu vazgeçilmez incelemeyi.
Bunların dışında, üç de yazın,anlatı-deneme türü yayınını göndermiş: Nilgün Belgün’le ortaklaşa kaleme aldıkları Düet ve Düello/Bir kadın-Bir erkek. Tek başına hazırladığı Münevver ile Neveser.
Ne denebilir? Yürekten alkış.
Yurdumuzun yakın geçmişiyle, geleceğiyle ilgili bir başka temel inceleme de yeminli mali müşavir Hüseyin Perviz Pur’dan geldi: Varlık Vergisi ve Azınlıklar.
Lozan kahramanı (?) İsmet Paşa ve arkadaşlarının 1942’de çıkarıp uyguladıkları, tartışması bir türlü kapanmayan bu yara, “Varlık Vergisi” konusunda en yetkili kişilerden biri, Hüseyin Perviz Pur daha kitabın arka kapağında bakın ne diyor:
“1942 Varlık Vergisi’ne benzer bir uygulama, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik, mali ve idari yapılarında hiçbir zaman yer almamıştı. Özellikle Kurtuluş Savaşı’nı cebindeki son maaşı ile başlatan ve maddi kaynağa en fazla ihtiyacı olan Mustafa Kemâl Paşa, vergiye ve mükelleflere daima hassas davranmıştı. Kurtuluş Savaşı’ndaki harcamaları karşılamak amacıyla vergi kanunlarının Kurucu Meclis’in onayını alarak uygulaması, gelecekte oluşacak yönetimin demokratik modelini belirlemişti.”
Devlete’e, yürütmeye, halka iki ayrı bakışı burada açıkça görüyoruz yeniden: ne denli yetenekli, güçlü olursa olsun, her adımını halka, onun gönüllü onayına dayandıran sahici önderlerin bakışı ile, ürkek, kişiliksiz, hele şu Batı denen masalı gözünde de gönlünde de göklere çıkaran zavallı, ama halkına karşı acımasız, yasa tanımaz insancıkların bakışı ve uygulaması.
Bütün dünya ülkelerine birer Atatürk, birer Fidel gerekiyor kurtulabilmemiz için.
Güzelim Atatürk Cumhuriyeti’nin temelini oyan, kanını canını boşa akıtan o korkunç yanlışın ayrıntılarını öğrenmek istiyorsanız, bu değerli inceleme Eren Yayıncılık basımıyla sizleri bekliyor.
Bir paket de Çınar Yayınları’ndan geldi; ilk kitap Sevgi Özel’in, Yıldızlar mı Suçluydu? adlı yaşanmış olayları anlatan öyküsü; Özel bu yapıtında, ünlü Körfez Sarsıntısı sırasında çekilen acıları dile getirmiş.Ondan da kısa bir alıntı yapayım:
“Haftalarca ölüm haberleri aldık; çocuklar ortada kaldı; çerden-çöpten, tenekeden barınaklar için gözyaşı döküldü. Evler, dükkânlar yağmalandı; ölüler soyuldu. Bizimkiler kaplumbağa hızıyla devinirken, elin adamı uzaklardan ekmeği soğutmadan getirdi. Bölgeyle birlikte Devlet örgütü de sallanmıştı aslında. Yetkililer, hazırlıksız yakalandık, diyordu; ama burası, kuyruğuna basılan bir yılan gibi tepki veren ‘fayların’ birbirine dolandığı bir ülkeydi. Daha önce de çok acı yaşanmıştı. Bu kez başkaydı. Bir daha yaşanmayacağının da güvencesi yoktu. Bu kez de ‘Ölenlere rahmet, kabanlara sabır’la yetinmeli miydik? Bu yıkımın suçlusu yok muydu? O değil, bu değil…Erişemeyeceğimiz kadar uzaktaki yıldızlar mıydı suçlu? Benimse tek bir amacım vardı; hiçbir şey belleklerde tozlanmamalı, yazılmalıydı. Bunu sıradan bir anlatı sayan; yazınsal kaygı taşınmadan oluştuğunu düşünen çıkacaktır. Kim ne düşünürse düşünsün, umurumda değil. Edebiyatın işlevlerindendi yapmak istediğim. Unutturmamak…
Yazdıklarım önce bu yıkımı yaşayanların, yanı sıra benim isyanımdır! Bu isyan ne yazınsal tartıya vurulabilir, ne başka türlü yargılanabilir! O kadar!”
Daha başka söz gerekir mi?
İkinci çalışma, Aydın Ilgaz’ın, sevgili babasının ünlü yapıtını ele alan incelemesi, Sınıf’ın Efsanesi. 1944 yılında basılan Sınıf adlı şiir kitabının sonra hangi çilelerden, serüvenlerden geçip Hababam Sınıfı’na dönüştüğünü anlatmış Aydın. Kitaptan yola çıkılarak hazırlanmış filmden görüntülerin, o konuda yazılmış yazıların yer aldığı belgesel bir çalışma.
Üçüncü kitap, 1971-1980 Amerikancı darbeleri sırasında ülkemizin yaşadığı acılara tanıklık eden çok önemli bir belge: Yaşamda ve Yargıda Devrimci Duruş:Halit Çelenk.
Rona Aybay-Ümit Altaş ikilisi, o yılların çilesini çekmiş insanlardan 70’inin büyük hukuk savaşçısı için düşünüp dile getirdiklerini derlemişler. Kitap en iyi kâğıda basılmış, Büyük Usta’nın yaşamından çeşitli görüntülerle bezenmiş; meraklısı için gerçek bir hazine. Ben bu tanıklıklardan sevgili dostum Fakir Baykurt’unkinden küçük bir alıntı yapayım:
“Halit Çelenk, Bükülmes Bir Savunman.
Halit Çelenk’le dostluk, yaşamı güzelleştiren olaylardandır. Konuşmak kadar dinlemeyi de iyi bilir, gülmece duygusu vardır, şiir okumayı, hem de dinlemeyi sever, özverilidir, merttir hepsinden önce, işinin ustasıdır. Kusurları da kendine göre güzeldir.
Türkiye’de, seçimle ya da atamayla gelen cumhurbaşkanlarına bakıp, yağmayacak yağmura âmin der gibi ben de adaylarımı öne sürerim içimden. Bunların ilki Vedat Günyol’du. Ne yapayım, seçilemedi. Cemâl Süreya Atuf Kansu’yu önerdi. Hay Allah; bunu ben neden düşünemedim diye üzüldüm, onu da destekledim. Sonra o makama savunman Halit Çelenk’i uygun gördüm.(…)
Madem adları aklımdan geçirdim, açılmamam gerekir; neden Halit Çelenk örneğin? Halit Çelenk ekmeği, gülü, eti, sütü, tatlıları yalnız yukarıdaki mutlu azınlığa değil, ulusun bütününe bölüştürmeye dikkat edecek insandır.Halkın sağlığına, halkın eğitimine, onların öğretmelerine, gözbebeğimiz gençlere, ağzı var dili yok kadınlarımıza, esnafa, darda kalmışa, işçiye, çiftçiye, askere, başıbozuğa gerekli özeni gösterecek insandır. Onun döneminde adaletsiz işlem olmaz. Yalnız yoksul hırsızlar değil, asıl büyük hırsızlar da cezalanır, cezalardan doğacak ıslah ve ibret ile toplum düzelir. Şehirler bu derece hesapsız doldurulmaz, köylüler düşmanca söndürülmez. Göğsünde sevmeyi, acımayı gerçekten bilen bir yüreği vardır. Halit Çelenk, benim bu derece güvendiğim insan, bir hukukçudur. Bu özellikleriyle onun cumhurbaşkanlığı halkın tarihinde altın dönem olur.*
Sevgili dostum Halûk Tarcan’dan ard arda iletiler geldi; zavallı aşağılık Amerikalılar, dünyaya egemen olabilme (?) yolundaki en büyük engel saydıkları Türkleri çökertmek, en büyük silahları olan düşünsel dirençlerini kırmak üzere, 2007 yılı başından beri üniversiteleri aracılığıyla ve elbet paralı-gönüllü devşirme Türkler(!) eliyle yeni bir saldırıya geçmişler: “Anadolu’da Türk ve Türk uygarlığı diye bir şey yoktur; Türklük, topu topu 200 yıllık bir Türk uydurmasıdır!”
Geçenlerde Bakû’da toplanan Konferans’ta da bu yalanı, hem de bilimsel bulgularla(?) kanıtlayıp özellikle Türk kökenli ulusların beynine çakmayı sürdürmüşler. Sanırım bir ara bir zıpır çıkıp ben hastayım, gönüllü kan bağışı istiyorum demişti ya, o çağrıya koşan temiz yürekli Türklerden aldıkları kan örneklerini çözümleyerek şu sonuca varmışlar güya: Anadolu’da yaşayanların en çok %10 ya da 15’i Türk kökenledir!
Eh bunu bilimsel(!) olarak buldunuz mu, gerisi kolay elbet: bir araştırma daha yaparsınız, seçtiğiniz birilerinin oranının (Kürtlerin, Ermenilerin, Yahudilerin) %50-55 olduğunu saptayıverirsiniz, tamam. Zaten özellikle sınır ve kıyı bölgelerindeki silahla alamadığınız toprakları dolarla ele geçirdiğinize göre, üstüne bu bilimsel bulguyu da koydunuz mu, olmayan Türkleri Anadolu’dan söküp atmak çocuk oyuncağı oluverir.
Nitekim, yine kendi yaptıkları, ama böyle çarpıtılmamış araştırmalar Etrüsklerin kanında %97 oranında, Aborijinlerinkinde de %99 oranında Türk DNA’sı buldular.
Ancak, diyor sevgili Halûk Tarcan,, bir ulusun, bir uygarlığın kökenini saptamada DNA tek başına belirleyici olamaz; asıl önemli olan, ele alınan topluluğun, halkın yaşadığı yerde bıraktığı silinmez izler, kaya resimleri, yazıtlardır. Bunlarsa, hem dünyanın hem Anadolu’nun sayısız yerinde yazıyı ilk bulanların Ön-Türkler olduğunu tartışma götürmez biçimde kanıtlamaktadır, hem de binlerce yıldır.
Nitekim, 16 Aralık Pazar günü, Ulusal Kanal’daki Gazeteci adlı izlencede, Füsun İkikardeş’in sorularını yanıtlamak üzere, önceden getirdiği çizimleri, belgeleri göstererek Türklerin, Batılı kafa karıştırıcıların, Ekrem Akurgal gibi gönüllü devşirmeleri de kullanarak öne sürdükleri gibi ancak İS 1071’de değil, İÖ 13 000’de Anadolu’ya geldiklerini kanıtladı. Ersin Alok’un, Ali Rıza Bilginer’in Sat ve Cilo dağlarında çektikleri kaya resimleri, Servet Somuncuoğlu ve arkadaşlarının Orta Asya’dan başlayıp Anadolu’ya dek uzanan geniş alanda görüntülediği resimler, yazıtlar Tarcan’ın dediklerini su götürmez biçimde doğruluyordu.
Ama bütün bu bulgular, kanıtlar sömürgeci asalak Batılıya sökmez; onlar hangi yolu yöntemi uygulayacaklarını çoktan saptamışlar: Lafontaine’in Kurtla Kuzu Meseli. Dolayısıyla, su kurttan kuzuya doğru da aksa, kuzudur suyu bulandıran!
Dolayısıyla iş kalıyor, başta Türkler, bütün dünyanın ezilen sömürülen kandırılan uluslarının yeniden birer Atatürk, Fidel, Chavez çıkarıp bu alçak oyunu bozmalarına. Üstelik, şimdiki tutumlarıyla kendilerini de doğruca cehenneme koşturan bu şaşkın, sersem Batılıları da bu kez gerçekten kurtarmak üzere!
Can dostlarımdan Saim Bugay¸ yaklaşık bir yıldır sağlık sorunuyla boğuşuyormuş; ama beyni üretimini sürdürmüş; ahşap yontularını Kare Galerisi’nde sergiledi. Her zamanki gibi, ince alayla ustalığın kaynaştırıldığı temiz, titiz çalışmalar. Yontular bu kez ikili, bir kitleden kopmuş, izlerini onda bırakmış, onun şurasına burasına yerleşmişler.
Sanatın, sanatçının, dahası insanın hiçe sayıldığı; binlerce yıllık uygarlık birikimlerinin bir anda yok edildiği şu acılı dönemde hâlâ sanatsal üretimde bulunabilmek de, bu ender ürünleri sergilemeyi göze almak da tam anlamıyla kahramanlık; o yüzden sevgili Saim Bugay’ı da, Kare’nin yaşatıcısı Fatoş’u da yürekten alkışlıyorum.
Hadi gelin sözümüzü yine temiz bir Anadolu çocuğunun, Ali Yüce’nin dizeleriyle bağlayalım.
OLMACA

Ben çocuk olsaydım eğer
Kav çakmak satardım
Bulut amcalara
Patlamış mısır alırdım
Bulut amcalardan

Ben çiçek olsaydım eğer
Hiç saksı giymezdim ayağıma
Ödünç kanat alırdım
Güvercin teyzemden
Üstünüze barış uçardım

Ben ırmak olsaydım eğer
Altıma saklamazdım ayaklarımı
Öyle yaklaşmazdım denize
Düşmana yaklaşır gibi
Sürüne sürüne

Ben tüfek olsaydım eğer
Üstüne patlamazdım kimsenin
Bir tetiğimden utanırdım
Bir de eğri parmağından
İnsan amcaların.
1971.

Berfin/Bahar. S. 120, Ocak 2008.