1 Haziran 2006 Perşembe

BATILININ GERÇEK YÜZÜ


                                                   


            Yaklaşık 10 000 yıllık kandırmaca, uyutmacadan sonra, ancak şimdi, can gözünü açık tutmayı başarabilenler görüyorlar hepimize “uygarlık” diye yutturulanın ne büyük bir yalan olduğunu.
            Kimi filmler bunun çok çarpıcı örnekleri; bunlardan birini, ABD’nin kuyruğuna takılıp bütün dünyayı kana bulayan İngilizlerden geldi. Michael Winterbottomla Mat Whitecross’un  Guantanamo Yolu. İngiltere’de okuyan Pakistanlı bir delikanlı, evlenmek üzere ülkesine dönüyor; arkadaşlarıyla, düğün öncesi, komşu Afganistan’a geçip dolaşmak istiyor. Oysa orada, dünyalı kardeşlerine 1917’den beri toplumcu olduğu masalını anlatan, ne yazık ki en az ABD ya da AB kadar buyurucu, sömürücü olan Rus merkezli S.S.C.B.’nin tanklarının ardından ortalığı kaplayan ikili bir fırtına esmekte, Talibanla Batılılar çarpışmaktadır. Gençlerin sağ kalanları yakapaça ünlü Küba toplama kampına, Guantanamo’ya götürülür; sorgular, işkenceler, hep  insan hakları, yıldırmayı önleme  adına.
            İşkenceli soğrulama sahneleri çok çarpıcı elbet; ama filmin öyküsünü yazıp çekenler, gerçekte yapılanların sanırım silik benzerleri olan bunların yerine, alıcıyı Afganistan, Pakistan sokaklarında dolaştırmayı sürdürselerdi yeterdi:  insana yakıştırılan erdemlerin hepsinden yoksun Batılı sömürgenlerin yüzlerce, binlerce yıldır dünyaya, insanlara neler yaptıklarını görüp anlayabilirdi can gözleri körelmemiş olanlar! O yoksul, bilgisiz, hoyrat, gözünü kırpmadan birbirini kesmeye hazır kılınmış erkek yığınları tasarlanabilecek bütün karabasanlardan daha ürkütücü çünkü.
            Bu dediğimin doğrulaması, Darwin’in Karabasanı’ndan geliverdi. Bu film geçen Film Şenliği’nde gösterilmiş, ardından NTV de oynatmış, ama biz ikisini de kaçırmışız; sağolsun, sevgili dostum Hasan Özay iletişim ağından indirip verdi, izledim.
            Yine şu uygar (!) Avrupalı karşımızda: yüzlerce yıldır gözünü kırpmadan sürdürdüğü acımasız oyunun bir parçası olarak Afrika’ya, Victoria Gölü kıyısına gelmişler; göl bin bir balıkla dolu, yöre halkı hem tarımla, hem bu balıklarla gül gibi yaşayıp gidiyor. Ama bu alçaklar buna izin verir mi? şeytanların bile aklına gelmeyeni düşünüp yürürlüğe koyar: Nil Nehri’nde yaşayan iri, yırtıcı balığı getirip güzelim Victoria Gölü’ne bırakır; canavar kısa sürede bütün öbür türleri tüketir. Kalan iri balıklar gölün de çevresinde yaşayanların da  karabasanı  olup çıkar: her yerde olduğu gibi, katil Batılı can alma işini aracılara, Hintli gözü dönmüş işadamlarına (?) yaptırır. Gecekondu mahallelerine tıkılmış insancıklar o beyaz etli iri balıkları bulanık sularda avlar, getirip hastanedeymiş gibi beyaz giysilerle maskelerle çalışan kölelerin önüne bırakırlar. Kılçıklar kafalar kesilip alınır, geriye kalan kocaman beyaz et dilimleri buzlanıp kutulanır, eski bir İlyuşinle Avrupa Birliği’nin bir avuç azınlığına gönderilir.
            Ve tamamlanan ölüm çemberine bakın: İlyuşini, bir süre önce Afganistan’da insanların tepesine bomba yağdıran Ukraynalı pilotlar kullanmaktadır. Filmin sonlarında, yaptıklarını anlatırken, nicedir göremediği kendi çocuklarını, gözünün önünde aids’den ölüp giden güzelim Afrikalı çocukları düşünüp gözü yaşaran Ukraynalı ile arkadaşları, Avrupa’nın bol ışıklı, gösterişli kentlerinden o lezzetli balık dilimlerini almaya gelirken boş gelemez elbet: Afrika’da birbirine kırdırılan uluslara, kavimlere o kusursuz Kalaşnikofları getirir.
            Kendi toprağını ekemeyen, kendi balığını tutup yiyemeyen Afrikalıya ne kalmıştır dersiniz? Balıkhaneden kamyonlarla getirilen balık kafalarıyla kılçıklarını alıp kavuran, sonra o aç, açık, çaresiz yığınlara parayla satan açgözlülere para kazandıran, hani şu ünlü Potemkin Zırhlısı’ndaki kokuşmuş etlere taş çıkartan kurtlu artıklar!
            Avrupalı hanımlarla beylere o kılçıksız balıkları hazırlayanların sığındıkları adayı, ev saydıkları döküntüleri, bu kurtlu artıkları kapışmalarını  24 saat aralıksız göstermeli bütün dünya televizyonları:  uygar Avrupalının, Amerikalının çirkin yüzünü unutmamacasına görmeye razı olur belki o zaman bütün dünyanın sömürülen, ezilen, kıyılan yığınları!
            Bu iç karartıcı, çıldırtıcı filmlerden sonra, sağaltım soylu, onurlu, sevgi dolu bir Türk’ten geldi: onca televole kanalı arasına girmeyi başarabilmiş birkaç dürüst kanaldan biri olan ART-Avrasya, bir akşam, Mustafa Yıldırım’ı canlı yayınına konut etti.
            Sivil Örümceğin Ağında’yı alıp okumuştuk; yurdun çeşitli köşelerindeki CUMOK toplantılarına katılıp insan kardeşlerini uyandırıp aydınlatmaya çalıştığını biliyordum, ama henüz yüzünü görüp sesini duymamıştım Mustafa Yıldırım’ın. Meğer sevgili mimar dostum Metin Aydoğan gibi, o da somut bilimden, mühendislikten geçmiş yazıya, kitaba. Çok da iyi etmiş: Welhelm Reich’ı,  Henri Laborit’yi, François Jacob’u tanıyıp okuyalı beri, matematik, doğabilim, dirimbilim, kimya gibi temel bilimleri bilmeden yazınsal yapıt vermeye kalkışılmasını düpedüz soykırım sayıyorum çünkü. Öyle soyut özgürlük, ruh, bilinçaltı bilinçüstü gibi sözcük ve kavramlarla yeterince kandırılıp sömürüldü, kıyılıp harcandı insanlar.
            Mustafa Yıldırım, somut bilim ve bilgiye dayanan bütün insanlar gibi ayağı yerde, tutarlı bir kişi; dolayısıyla, günümüzde dünyanın ve yurdumuzun sürüklendiği koşullarda, yaşananların, yaşanacakların neden ve sonuçlarını çok iyi görüyor. O söyleşide, son kitabı 58 Gün ile önceki yapıtı Ulus Dağı’na Düşen Ateş’i el aldı konuşmacı hanımla.
            Bugün dünya tarihi de, ülkemizinki de yalan dolanla, çarpıtmayla, kısacası sömürünün sürebilmesi için ataerkil anamalcı düzenin kör çıkarlarını savunan masallarla dolu; sevgili Mustafa Yıldırım bu mantığı kavradığı için, şu anda Irak’ta sürdürülen kıyımla ilk Haçlı Seferleri arasındaki bağı açık seçik görebilmiş; 58 Gün’de, yüzlerce yıldır Ortadoğu’nun verimli kaynaklarına göz dikmiş canavar Avrupalıların 1918’de, Osmanlı Devleti’ni parçalayıp yutmak üzere giriştikleri amansız saldırıyı; bütün birey ve kurumların sapır sapır döküldüğü, birer birer teslim olduğu günlerde, adaşının, Mustafa Kemâl’in hâlâ oluk oluk kanın akıtıldığı Filistin’de başlayıp Toroslar’a dek uzanan direniş ve savaşını anlatmış.
            Osmanlının,  padişahıyla, bütün ünlü paşalarıyla, üstelik Mustafa Kemâl’in Çanakkale’de yendiği İngilizlere teslim olduğu günlerde, 7. Ordu’nun, Filistin’de, Halep’te kendini beğenmiş eşkiyaya nasıl bir ders verdiğini öğrenmek; paylaşım savaşının bugünkü aşamasında onca uygarlığı yaratıp yaşatmış Anadolu halkının, 1919’daki gibi, başta bütün ezilenler, istemeseler de, ezenleri bile kurtarmak üzere nasıl bir savaşıma hazır olması gerektiğini anımsayıp gereğini yerine getirmek istiyorsanız, hemen alın 58 Gün  ile Ulus Dağı’na Düşen Ateş’i.
            Bir ara dergisine katkıda bulunduğum, nicedir haber alamadığım F.Nisa  Kadıbeşegil, Hüseyin Alemdar’la, Yabancı Kalemlerden Seçkiler’i yollamış. Sevdiği, beğendiği yazarlardan şiirler, öyküler, denemeler çevirip bastırmış. Bulup edinebilirseniz, şu hır gür arasında değişik bir tat alırsınız.
            Onun gibi, İngilizce öğretmenliğinden gelen başka bir dostum, Evin Okçuoğlu da, çocuklarla gençler için sıcacık, sevecen öyküler yazmış; Sakın Kızma Anne’yi  ATP Yayınevi, Genç Kitaplar dizisinde basmış; kapağını da ortak dostumuz ressam Hatice Nalbant  yapmış.
            Ali Arslan’ın Küçük Umutlar adlı öyküleriniyse Berfin Yayınları basmış.
            Şimdilerde hemen herkes sanat, ulusal sanat nasıl olmalı, ne yazılmalı, nasıl yazılmalı? diye sorup duruyor, söylevlerin ardı arkası kesilmiyor. Her şey görece ya, bana göre bir film, öykü, roman işte şunun gibi yazılmalı, bunu anlatmalı bugün, eğer yaratıcı kendini ve bizi kandırmak istemiyorsa. Alıntı 58 Gün’den:
           
            “Yurdumda vursalar da duymaz olan insanlara, Leyla’nın kuşkanadı gibi yukarı kalkmış kollarını göstersem uyanırlar mı? Elimi cebime attım. Hayır,  olama! Fotoğraf yok! İskenderun limanında yabancı subay ve askerleri yere yatıran binbaşının haberini veren gazete kesiği de yok.
            “Kahretsin!” diyerek kendimi attım sokaklara. Beynim bir soru kovanı sanki. Ben neresinden toparlayacağım bu gecikmiş kitap dosyasını? Pakistanlı Remzi’yi nasıl bulacağım seksen beş yıl geriye gidip? O kör karanlık, onu da, beni de yutmayacak mı?
            Sorulardan yorgun düşmüş ve bir ağıcın dibine oturmuştum ki, birden onu gördüm. Bastonunu iki yana açtığı dizlerinin ortasında yere dayamış, çenesi bastonu tutan elinin üstünde, bana bakıyor. Pamuk gibi derler ya, işte öylesine sarı-beyaz bir yüz ve yaşlanmaya isyan eden mavi ışıltılı gözler. Seksenden az olamaz yaşı, ama neden gülümsüyor? Beni tanıyor mu? İçimdeki soruları nasıl duydu?
            Birden seslendi:
            “Üzülme! Sevdanın iyisi zor elde edilir. Gözden ırak olduğunda anlaşılır sevda olup olmadığı.”
            “Ey benim efendim! Ben sevdadan caydım. Kalemimin ucu kırıldı, yüreğimde iyi ne varsa dibe  çöktü. Mısır’a gidip Seydi Beşir esir kampına girmeliydim. Daha sonra Gazze’ye geçmeli ve Filistin topraklarında gece yürümeli, Tulkerim’e ulaşmalı, oradan da Nablus’taki Tukan şatosuna varmalı, Kumandan Mustafa Kemâl’e son saldırıyı haber vermeliydim.”
            Bir an durakladım. Alnımdan terler akıyordu. Gözlerim yanıyordu. Başımı önüme eğdim. Sesim boğuklaşıyordu:
            “Nablus’ta Samarit kızı Asu’yu bulup ‘Haydi durma koş! Selanikli Recep’i bul ve Şeria nehrini bu gece geçin! Yoksa size kıyacaklar!’ demeliydim.
            Gözlerini kıstı, acır gibi baktı bana:
            “Yapamazsın!”
            “Neden?”
            “Sen daha dün, Cenin’de o küçük kızın ağlamasına engel olamadın! Felluceli Leyla’yı kucaklayıp şahinlerin pençesinden kurtaramadın!”
            İyi ama… Eşkiyayı durdurmalıyız. Baksanıza yine geliyorlar.”
            “Sakin ol! Ver şu dosyanı bana!”
            Sayfaları karıştırmaya başladı. Arada bir “Hımmm” diyor başını iki yana sallıyordu. Bir süre sonra kalın dosyayı yanındaki taşın üstüne koydu; bastonunu yere vurdu, öteki elini dizine dayayıp doğruldu:
            “Ben de gençliğimde oralardan geçtim.”
            “Ben yalnız gitmelere alışık değilim. Islak yeşil gözleri…”
            Duymazdan geldi; akkavakların arasında uzanan dar yolda, sağ ayağını hafiften sürüyerek, kısa adımlarla yürümeye başladı. Başını bile çevirmeden “Gel” dedi, “Huzuru öldürülmüş topraklarda, gözyaşları dinmeyen çocukları görüp dururken, aradığın sevdayı bulamazsın. Sevdanı ancak karanlığın içinden geçerken sınayabilirsin. Yalnızlık içinde çırpındığın anda, o ıslak yeşil gözlü dediğin her kimse, onu yanında bulabilirsen, işte o zaman sevda da sevdaya benzer.”
            “Belki de haklısınız.”
            “Ortadoğu’daki kopuş, tarihin yazacağı en acı kopuştur. Bunu görmeyenler kendilerini Ege’nin lacivert sularında avuturlar ve yeni kılıklara bürünmüş eşkiyaya bilip bilmeden ortak olurlar.”
            “Ben de bunu duyumsuyorum, ama sonuçta bir savaş işte!”
            “Gerçekler büyük kalabalıkların yaşadıklarıyla sınırlı değildir. Şimdiki istilayı anlayabilmek için Nablus’tan Şeria ırmağına, oradan Acun dağlarına, daha sonra da Lübnan dağlarına uzanmalı ve soluğu Toroslar’da almalısın!”
            Durakladıktan sonra gözlerini gözlerime dikti:
            “Bu da yetmez!”
            “Ya ne?”
            “Önce Mısır sahillerine varmalı ve Seyid Beşir esir kampına girmelisin. 58 günde, üç dört yılı değil, bin yılı yürümelisin,”
            “Ya ıslak yeşil gözlü?”
            Sözümü kesti ve içtenliğimi anlamak istercesine gözlerimin içine baktı.
            “Sen benimle bin yıl yürümeyi başarırsan ve o seni gerçekten sevdiyse, dediğim gibi; o seni karanlıklar içinde bırakmayacak, ırmağın kıyısında bekliyor olacak! Yeter ki sen geç kalma.”
            “Ya İskenderun limanındakiler?”
            “Yolumuzun sonunda onları da göreceksin…”
            “Irmağın karanlığını nasıl geçeceğiz?”
            Olduğu yerde durdu. Kamburunu düzeltmeye çabalayarak başını kaldırdı, gittikçe kararan göğe baktı ve “Karanlığı yakarak!” dedi.
            Gözlerimi yumdum; derin bir soluk alıp içimden haykırdım:
            “Karanlığı yakmalı!”
            Yaşlı Bilge Adam bastonunu sağa doğru uzattı:
            “İstenderiye’ye bu yandan gideceğiz ve esirleri kampa götüren kamyona yetişeceğiz; haydi yürü bakalım.”
            Uzanıp mürekkepli kalemi  aldım ve Ortadoğu’daki son saldırı karşısında uyanmayanları uyandırma kararlılığıyla yeniden yazmaya başladım…”

                                                                                              Berfin/Bahar. S. 100, Haziran 2006.
           
   

Hiç yorum yok: