1 Aralık 2007 Cumartesi

NESRİN KAZANKAYA

Yolunuz hiç Sıraselviler Caddesi'ndeki Pera Tiyatrosu’na düştü mü? Yazar-öğretmen-yönetici-oyuncu Nesrin Kazankaya’nın oyunlarından, Seyir Defteri/Julia, Dobrinya’da Düğün, Şerefe Hatıırlar’dan birini gördünüz mü? Görmediyseniz çok yazık etmişsiniz kendinize. Çünkü Kazankaya, her açıdan çoraklık yaşayan ülkemizde tiyatro sanatını diri tutmayı başaran ender insanlardan biri.
Her şeyden önce, söyleyecek ciddi sözü var, ve bunu elindeki anlatım yoluna, tiyatroya kusursuz biçimde yansıtmayı biliyor; oyunlarının gerek yazılışı, gerek sahneye konuşu, gerek oynanışı sözün tam anlamıyla coşturucu.
Son oyunu Profesör ve Hulahop’ta da yurdumuzun, dolayısıyla kendisinin canını yakan sorunları ele almış: Amerikancı 1980 darbesinden sonra yaşadığımız acılar, işkenceler, ele vermeler ve satıcıların eline düşen kadınlar. Önceki oyunlarındaki gibi dönemin gözde şarkılarıyla bezenmiş oyunda yalnız iki kişi var: ıssız bir yerde işletmecilik yapan bir hanım, arabası bozulup karda kışta oraya sığınan fizik profesörü. Apayrı dünyalarda yaşayan bu iki insan, karşılaştıklarında, anılarla, çağrışımlarla bütün geçmişlerini, sorunlarını, kişiliklerini gözümüzün önüne seriyor bir iki saat içinde. Onların sorunları, aslında hepimizin, bütün insanların sorunları.
Bundan fazlasını anlatmayayım; hemen koşun bu nitelikli oyunu görmeye, Nesrin Kazankaya’nın içten arayışını izlemeye.
Bânû Avar’ın Sınırlar Arasında’sının geçen haftaki bölümü ‘Lübnan’ı görebildiniz mi? Bildiğiniz açık, yüklü bilinciyle Lübnan’ı, Ortadoğu’yu, orada oynanan oyunları anlattı. Anlattıkları aslında hepimizin, yöre halklarının her gün yaşadıkları, daha doğrusu onlara yaşatılanlar; ama Goethe’nin ünlü sözünü biliyorsunuzdur: Nedir en zor şey? görmek gözünün önündekini!
Sevgili Bânû Avar bunu kusursuz becerenlerden ; bu bölümde de öyle yaptı: Lübnan’ın acılarını, içine atıldığı kazanı bütün açıklığıyla ortaya koydu. Vurguladığı doğrular, olgular arasında biri çok çarpıcı, öğreticiydi: Fransızlar, Osmanlı’nın hoşgörüsünden yararlanarak, daha 17. Yüzyıl’da gelmişler Lübnan’a. Geldikten sonra, 1492’den beri bütün dünyada uyguladıkları cicili bicili süslü sözlerin ardına gizlenmiş kıyımı, soygunu, karıştırmayı burada da yürürlüğe koymuşlar. 1943’te – sanırım istemeyerek – çıkıp giderken öyle bir Anayasa yapmışlar ki, Lübnan’da yaşayan üç büyük kümeyi sonsuza dek çatışma içinde yaşatacak bir reçete bırakmışlar: Devlet Başkanı ayrı dinden, başbakan ayrı, meclis başkanı ayrı.
Onun bu saptamasını dinlerken, aklımdan nicedir Galatasaray’a, Balıkpazarı’na giderken gözüme çarpan bir tarih geçti: Galatasaray Lisesi, 1481’de kurulmuş. İstanbul’un Türklerin eline geçişi 1453; topu topu 30 yıl sonra, ilk Truva atı yerleştirilmiş bağrımıza. Yine allı pullu lâflarla, aydınlık, uygarlık., ekin getirme kandırmacasıyla elbet. Oysa siz hiç kendi ülkelerinde bile yürürlüğe koymadıkları, koyamadıkları eşitlik, özgürlük. kardeşlik’i dünyanın herhangi bir yerine götürdüklerini gördünüz mü? Bu sorusunun yanıtını sevgili Milos Forman son filmi Goya’nın Hayaletleri’nde çok çarpıcı biçimde veriyordu: dün İspanyol din mahkemesinde işkencesi yargıçlık yapan bir papazı, ertesi gün Napolyon’un temsilcisi olarak eşitlik ,özlürlük ,kardeşlik söylevleri altında halkı kırıp geçirirken görüyoruz. Dünyaya nasıl bir uygarlık(?) yaydıklarınıysa, İspanya müzelerinde abisine gönderilmek üzere resim seçen Napolyon’un kardeşi gösteriyordu.
Büyük Atamızın dediği gibi, buyuruculuk (emperyalizm) ve anamalcılık yürürlükten kaldırılmadan hiçbir ülkeye barış ve onun doğal türevleri olan eşitlik. özgürlük, kardeşlik gelemez.
Can dostum Mustafa Yıldırım’dan 5 000 Yıldır Alnı Açık Türk Kadını başlıklı bir yazı geldi; oradan önemli satırları paylaşalım.
Güzeller güzeli Mustafa Kemâl, daha 1912’de, subay asker ilişkisi konusunda şöyle demiş:
“Biz subaylar, komuta edeceğimiz insanların hangi isteklerini anlayacak, onların yüreklerini, güvenlerini kazanarak onlara ruhsal güç kazandırabileceğiz acaba?”
Subayların eğitimi, kişilik yapısı konusunda da şunları söylemiş:
“Ey ulus!
Ey 600 yıldır çarşafa bürünen, 5 000 yıldır alnı açık gezen Türk kadını!
Bugünkü subayların komutası altına verdiğin çocukların beşikteyken o 5 000 yıllık gelenekleri onlara ninni olarak söyledin mi?”
Genç subaylara uyarısı şöyle:
“Ey genç subay!
Ey bugünün genç komutanları!
Galiba analarımızın sesleri de saçları gidi haramdır!”
Altı yıl sonra, 1918’de şaşmaz saptaması şöyle:
“Kuşkusuz ulusumuzun kişiliği, bütün öbür kişilikler gibi yükseltilmeye, biçimlendirilmeye elverişlidir. Ancak kendine göre olma koşuluyla…
Kişiliğimiz, yaratılışımıza aykırı, yabancı etkenlerle biçimlendirilmek istenirse, belirgin, kalıcı bir kişilik yaratılıp olumlu sonuç elde edilemez.”
Ve asıl can alıcı ya da verici soru:
“Bu insanların Hûlagû’dan, Timur’dan, Cengiz’den, kadınlı erkekli Türk ordusuyla Paris surlarına dayanmış Attila’dan haberleri var mıydı?”
Sözünü ettiği insanların yoktu elbet, aradan geçen 84 yıldan sonra, bugün halkımızı yönetmeye kalkışanların da yok; varsa bile, kendilerin oraya getiren yabancı efendilerine yaranmak için, yokmuş gibi davranıyorlar, davranmak zorundalar.
Alanları dolduran yüzbinlerin içindeki kadınlarımız, kızlarımız belki yeniden hepimizi silkeler, aşağılık duygusundan kurtulup kendimize dönmemizi sağlar.
Sevgili dostum Metin Aydoğan, bir türlü yoluna konamayan sağlığına karşın, çalışıp üretmesini sürdürüyor; yurdun dört bir yanını gezip yaptığı konuşmaların, gazetelerle yaptı söyleşilerin bir bölümünü yeni kitabında toplamış:Ne Yapmalı.
Bu soruya her zamanki sağlam, şaşmaz Atatürkçülüğü, yurtseverliğiyle verdiği dürüst yanıtı kitabı alıp okumanız gerekiyor. Ben bu yapıttan ancak kısa bir alıntı yapabileceğim; bunun için, 1923 doğumlu bir öğretmenle, Necdet Eroğlu ile yaptığı söyleşinin şu bölümün aktarıyorum:
“Necdet Eroğlu- 1923 yılında Muğla’da doğdum. Babam Ula’nın Bayır Köyü İlkokulu öğretmeniydi. Okuma yazma bilenlerin az olduğu, öğretmenlerin saygı gördüğü o günlerde, hep öğretmen olmayı düşünerek büyüdüm. Balıkesir Necatibey İlköğretmen Okulu’nu 1940-41 yılında bitirdim ve Muğla’nın Ula nahiyesine (şimdi ilçedir) bağlı Gölcük Köyü’nde öğretmenliğe başladım.
O zamanki yönetmeliklerimize göre, her öğretmenin bulunduğu çevreyle ilgili araştırma yapması gerekiyordu. Göreve başladığım yıl araştırmaya da başladım ve önce Muhtar Ali Kerkük’le konuştum. Muhtar bana şunları anlattı:
‘Benden önceki Muhtar Ali Tozluoğlu, bu köye kırk yıl muhtarlık yapmış değerli bir insandı. Okul onun zamanında yapılmıştır. Öyküsü de şöyledir: 1929 yılında, yâni yeni harflere geçilmesinden hemen sonra, Atatürk’ün teşvikiyle köylerde okul yapma yarışı başlamıştı. Bizim köy bu yarışa katılmadan önce, köye telgraf telefon teli çektirmeye karar vermiş, bu iş için Muhtar Ali Tozluoğlu’nu görevlendirmiş.
Para toplanmış, bir heyet hâlinde Nahiye’ye gidilmiş; Nahiye Müdürü, Karakol Komutanı ve Fırka Reisi, toplanan paraların maliyeye yatırılmasını, nahiyeler arasında bağlantı kurulduktan sonra sıranın köylerine geleceğini söylemişler. Muhtar’ın kafası karışmış, ‘biz bu parayı kendi köyümüze hat çekilsin diye topladık, parayı verdiğimiz hâlde sıra beklersek köylüye ne deriz?’ dese de dinletememiş , parayı yatırması için ısrar, hâtta baskı görmüş. Bakmış olacak gibi değil, ‘peki parayı haftaya getiririm’ demiş ve doğru Muğla’ya gitmiş. Cebinde kendine ait bir altın lirası varmış, Postaneye girmiş ve ‘Gazi Paşa’ya telgraf çekeceğim’ demiş. ‘Delirdin mi sen, Gazi Paşa’ya telgraf çekilir mi?’sözlere aldırmamış, ısrarla telgrafın hem de cevaplı çekilmesini istemiş ve şunu yazdırmış:’Gazi Paşa Hazretleri , köylüden para topladım, Nahiye Müdürü,Karakol Komutanı ve Fırka Reisi parayı telgraf ve telefon hattı çekilmesi için yatırmamı istiyorlar. Haberleşme önemli bir ihtiyaç, bunu biliyorum. Ama köyde okul yok. Çocukların okuması gerek. Şimdi sana soruyorum, telefon, telgraf mı ağır gelir, okul mu? Parayı nereye yatırayım? ‘ Telgrafı çektiriyor, parasını ödüyor ve Muğla’nın merkezindeki Memiş Dayı’nın kahvesine gidiyor, kahvesini içiyor, camiye gidip namazını kılıyor, köye dönmek için yola çıkmaya bir türlü cesaret edemiyor, ya iki jandarma gelir de: ‘Sen kim oluyorsun da Gazi Paşa’ya telgraf çekmeye cesaret ediyorsun, onu meşgûl ediyorsun?’ derlerse ne yaparım diye korkuyor. Ancak, korkusuna rağmen yola çıkmak üzereyken telgraf memuru büyük bir telaşla: ‘Muhtar, neredesin? Şimdi köye atlı çıkaracaktık, koş Ankara’dan cevap geldi, gel imzala telini al!’ diyor. Atatürk’ün cevabı Ali Muhtar camideyken gelmiş. Atatürk, çektiği telde aynen şunu yazıyormuş:’Muhtar, seni gözlerinden öperim. Sorduğun soruya cevabım şöyledir: terazinin bir kefesine sadece Ula’yı değil, bütün dünyayı yirmi defa dolanacak tel çekmeyi, öbür kefesine senin okul yapmayı koysalar, senin köye okul yaptırmak ağır gelir. Sen parayı okul yaptırmak için kullan.’
Ali Muhtar telgrafın verdiği coşkuyla yola çıkıyor; daha yolu yarılamadan bir çocuk koşarak arkasından yetişiyor ve ‘Muhtar koş, Orman Müdürü seni istiyor!’ diyor. Orman İdaresi’ne gidiyor, okulun kereste ihtiyacının karşılanması için tahsis emrinin geldiğini, ne zaman isterse keresteleri alabileceğini öğreniyor. Köye varınca, Ali Muhtar’ın korktuğu oluyor, iki jandarma geliyor. Ancak jandarmalar Muhtarı köyün okulu için nahiyede yapılacak toplantıya çağırıyorlar. Daha sonra Nahiye Müdürü, Jandarma Komutanı,Fırka Reisi, hepsi köye geliyor. Atatürk, Muğla Valiliğine emir vermiş, herkesten okulun yapılmasına yardım etmelerini istemiş; okulumuzu 3.5 ayda yapıp 1929-1930 ders yılına yetiştirdik.”
Cumhuriyetimizin nasıl kurulup geliştirildiğini görüyorsunuz değil mi? İçimizdeki, dışımızdaki karşıdevrimciler, hiç insanı okul yaptırmaya, yurttaşları aydınlatmaya bırakır mı? Sevgili Metin Aydoğan’ın önceki kitaplarında bütün ayrıntılarıyla anımsattığı gibi, daha Ulu Önder’in ölümünden topu topu beş ay sonra, Nisan 1939’da, Lozan Kahramanı(?) adama, ilk ikili anlaşmayı imzalatıyorlar: 1919’da istenip Mustafa Kemâl’in çelik istencine çarpan ‘büyük bir devletin kanatları altına girme’ böylece başlatılıyor. Sonucu görüyor, yaşıyoruz: boşa giden trilyonlar, delilerin arabalarına benzin olsun diye akıtılan binlerce insanın kanı! Umarım Anadolu’nun çileli bilge halkı bu sefer de şu sözü bir, belki son kez kanıtlar:
Keser döner sap döner
Gün gelir hesap döner
Berfin/Kora yayınları dört yeni kitabını yolladı; ikisi Raşit Kara’nın; Filizkıranlar denemeleri, Medeniyete Yürüyüş ise yürüyüş anıları ile çevre yazıları.Sadeleşmek, Fâni Aydoğan’ın şiirleri; Eylül Sürgünleri de Hüseyin Şengün’ün romanı.
Sağolsun, üç kitap da Öner Yağcı’dan geldi; ikisini İleri Yayınları basmış: Edebiyat Aşkıyla ile Savaş ve Edebiyat. Yirmidört yayınlarıınn bastığı Beyler Bu Vatana Nasıl Kıydınız’da, öncelik ve özellikle Atatürk Cumhuriyeti, devrimi anlatılıp savunuluyor.
Şiirimiz Zeynep Uzunbay’dan; kendisinden özür dileyerek, başka yazılara yer bırakmak üzere, özgün biçimiyle vermiyorum.
DOĞUM GÜNÜN’E
dilim benim daha acı sütleğen/ savaş var, gitme dedim / kimbilir ne yazacaklar kimliğine/ ya Yahudi’ysen!
Galileo’nun Hayatı’nı, Casablanca’yı/ yine oynar, birlikte seyrederiz/ gitme, unutursun sızı kalır/ dönmeye yeter mi bakalım sözcükler?/ biz burada tanrıyız, daha ne /
mutlu, kuşkulu, gizemden allak bullak / tutturdun bir sosyalizm
düş gördüm diyorsun, o da kim? / zaman çoktan doğmuş öyle mi? / ya bolluk ağacı? burç dallar?/ beni, bizi bırakıp onların peşinden…/ bunca dans, şarkı, çılgınlık / küçücük yumurtanın içinde
bizim de ışıklı tekerimiz var / salın yosunlarla likenlerle / tut soluğunun ipinden çek sisi / ruh diyorsan, al rüzgâr / yağmur merdivenlerinden in çık / kırıl, çatla, işte oyalan
kızdım da söyledim, üzülme / kaplan niye kapsın ateşini / niye söndürsün yağmur / o senin baban / yarın erkenden mi? / karanlık basınca, sen mi? /çamurun kalsın bana / sağ salim sıyrıl Everest’ten
dünyanın acısı bir olmuş / hakî karışmış kavuniçine / “Birazdan mı gelir, o ne zaman?” / gıcırdıyor bakır, çinko, ohhh! /hatırlıyor seni pirinç karyolan
çiçeklerin çanağında uykusuz / yedi renk kaytan ördüm ömrüne / üfledim kulağına: ozan ozan ozannn / yok verecek başka bir şeyim / ay isteyen yavru karga gibi ağla

Berfin/Bahar. S.118. Aralık 2007.

“ÜÇ KIZKARDEŞ”

Sevil de ben de, çok severiz Bennû Yıldırımlar’ı; tanıdığımız en yaşama sevinci dolu insanlardan biridir, ne zaman görsek içimiz açılır. Geçen Pazar Kadıköy Haldun Taner sahnesine Çehov’un Üç Kızkardeşi’ni izlemeye çağırdı; çok da iyi etti.
Oyunu izlerken bir kez daha gördük, Çehov işinin gerçekten ustası; orta sınıf insanlarını, iç dünyalarını, sorunlarını yakından biliyor, kusursuz yansıtıyor. Kendisi gibi hekimlik okumuş ama çoktan yılıp bırakmış, kendini içkiye vermiş bir insanın taşradaki sınırlı, sıkı yaşamdan kurtulabilmek üzere sabah akşam Moskova’ya taşınmayı düşünen, düşleyen üç kardeş. Eve gelip gidenler, kızların küçüğünün gönlünü çelmeye çalışan baron, pek saymadığı kocasıyla iyi kötü yaşarken evli bir albaya gönlün kaptıran Maşa, hepsini çekip çevirmeye çalışan öğretmen Olga.
Zaten hak ettiği ilgiyi görmüş, salon hemen hemen eksiksiz doluyor; üstelik çoğunlukla hanımlar koşuyor oyuna, başı bağlılar bile; dolayısıyla daha çok anlatmayayım, siz de ilk fırsatta koşun.
Salonu dolduran bu iyiniyetli izleyeciler adına konuşamam elbet, ama kendi payıma, aradan geçen onca yıla karşın, dünyanın bugünkü sorunlarını dile getirecek oyun yazarları yetiştiremeyişine, günümüzün yakıcı dertlerini ele alamayışına epey hayıflandım. Hem de özellikle Rusya’da, 70 yıl başka bir dünya yaratma, oyunda albayın sık sık yinelediği “sorunsuz, mutlu düzen” uğruna bilmem ne kadar cana patlayan bir deneme geçirilmiş olmasına karşın! Toplumcu, ortaklaşmacı kuramı Çarlık Rusya'sında ve sonra silah zoruyla el koyduğu topraklarda uygulamaya kalkışınlar, ne yazık ki, örneğin Fidel Castro’nun insan bilgisinden yoksunmuşlar demek ki: toplumcu düzeni, onun gibi sevgiye, gönüllü katılıma, coşkuya değil, polis ve Sibirya korkusuna dayandırmışlar; elbet tutmamış, tutamazdı. Fidel gibi, dünyanın dört bir yanına, tank top ordu değil – ki sömürücülere karşı savaşmak gerekince onu da yapmış güzelim Castro – gönüllü hekimler, okuma yazma bilmeyen insan kardeşlerimizi eğitecek öğretmen orduları yollamayı akıllarından bile geçirmemiş; elindeki bütün araçlarla bu güzelim denemeyi çökertmeye çalışan anamalcılarla, Amerikalılarla silahlanma ya da uzayda dolanma yarışına girişmişler.
Ne kadar yazık oldu hepimize!
Oyunu Ataol Behramoğlu özenli bir dille çevirmiş Türkçe’ye; bir konuk yönetmen, Nikita Milivojeviç sahneye koşmuş; bezemi M.Nurullah Tuncer tasarlamış; giysiler Duygu Türkekul’un; ışığı Mahmut Özdemir üstlenmiş; dansların tasarımınıysa Amalia Bennett; müzik, Dimitris Kamaratos’un.
Olga’yı Aslı İçözü; Maşa’yı Bennû Yıldırımlar; İrina’yı Yeliz Gerçek; İvan’ı Haldun Ergüvenç; babayı İbrahim Gündoğan; Ayeksey Fedotik’i C.Ayhan Şener; Vladimir Rode’yi Can Ertuğrul; Nikolay Solvonly’yi Yiğit Sertdemir; Anfisa’yı Ayşegül Devrim; Aleksandr Verşinin’i Hüseyin Köroğlu;Andrey Prozorov’u Cengiz Tangör; Fiyodor Kuligin’i S.Bora Seçkin; Natalya (Nataşa) İvanovna’yı Özge Özder; Ferapont’u da dönüşümlü olarak Turgut Arseven ya da Zeki Yıldırım canlandırıyor.
Oyunun bezemi sahne olanaklarına göre kusursuz çözülmüştü; yönetmen ulusunun havasını yansıtan ölçülü bir yorum sağlamış. Oyudan sonra kucaklamaya gittiğimiz Bennû, okulu bitirirken de bu oyunda İrina’yı canlandırdığını; o günden beri tam 15 yıl yeniden oynamayı düşlediğini, bugün düşünün gerçekleştiğini söyledi cıvıl cıvıl sevinç içinde.
Bize güzel, dolu bir Pazar yaşattığı için başta ona, emeği geçen herkese yürekten alkış.
*
Emine Ceylan’ı, tanışmadığımız, çağrı gönderemediği için ancak gelip geçerken rastladığım sergileriyle yıllardır biliyor, çok seviyordum; en son Nâzım Hikmet Kültür Merkrezi’nde açtığı Kiumesne/ Kim ise ne sergisini gezdim, bayıldım; artık dayanamayıp sergiyi bekleyen delikanlıdan telefonunu aldım, aradım, işliğine gittim. Meğer ikimiz de Cihangir’de yaşarmışız nicedir, hem de aynı sokakta. Üstelik ta Akademi’den tanıdığım Alaettin Aksoy’un eşiymiş.
Önce dişçilik okumuş, bitirmiş, özel bakımevini açmış; fotoğraf sevdası ancak 2 yıl sonra, 1984’de uçvermiş, ama doğrusu çok sıkı vermiş. Siyah-beyaz’ı, karanlık oda çalışmasını bile bile yeğlemiş, bu da bence çok yerinde bir seçim. Dünyamızın genel mutsuzluğundan mı, yoksa kendi özel yaşamöyküsünden mi, bilmiyorum, ölçülü kederine siyah-beyaz alabildiğine yakışıyor.
Eylül 1999’da İklimler adlı albümüne yazdığı satırlardan birkaçını analım:
“Gitgide uzaklaşan çocukluğun renhkleri ve dokuları arasında gezinirken, üzerine ışık düşmeyen gizli bir anının, bir görüntünün aydınlanıverdiği, etrafımızdaki yüzlerce görüntüyü parlaklığıyla solduruverdiğini hissederiz bazen…
Çocukluğa ait bu imgelerin, kafamda oluşturduğum biçim anlayışına uygun fotoğrafları ortaya çıkarmaya yardımcı olduğunu düşünüyorum. Bu otobiyografik öğelerin yanı sıra, tanık olduğum çeşitli yaşam verileri, karşısında çocukluğu yeniden ele geçirdiğimi hissettiğim ıssız doğa ve onun ruhumda oluşturduğu yansımalar…

Bu konularda fazla bir açıklamanın gerekli olmadığını, çok çeşitli anlam katmanları arasında el yordamıyla yürüdüğümü düşünüyorum bir yandan.Veriler çok açık değil, hayat sınırsız, sonsuzluk insanoğlunun ötesinde..
Bu nedenle, çalışmalarımın her aşamasında ‘bilgi’nin değil, ‘duyum’un önceliği vardır. Algıladığım hayatın bir yansıması olan bu fotoğraflar, doğadaki asıllarını yansıtma amacı gütmüyor. Ama doğallığın yansıtılmasını hedefliyor. Olağandışını değil, her zaman gözümüzün önünde duran olağanı, değişken yalınlığı işleyerek, yaşamın derinliğindeki özle buluşmayı umuyor.
Anlamsız bulduğum yaşama bir anlam katma çabası belki de bu. Bir önceki sergimde bir izleyici sergi defterime Albert Camus’nünşu sözünü yazmış: ‘Yaşamın anlamsızlığını bilerek yaşamak insanı yüceltir, soylu kılar. Evrenin saçmalığı karşısında bireyin kazandığı tek zafer budur.’

Boşluğa gönderdiğim şu görüntüler karşılıklarını bulur mu bilemem, ama anlamsızlığa karşı mücadele etmemde yardımcı oldukları ve beni sonsuzluğa açık bir enginlik ülkesinde yaşattıkları için onlara mimnettarım.”
Görüyorsunuz ya, son derece içten, duyarlı bir varlığın sessiz çığlıkları; onun sergilerinden herhangi birini görmüşseniz, özüyle sözünün ve işinin nasıl bir olduğunu saptayıp benim gibi duygulanmış, kederlenmiş, dünyanın kirinden arınmışsınızdır.
Aslında burada değindiği, evrenin anlamsızlığına gelince, kendi payıma böyle olduğunu, evrenin bir anlam ya da anlamsızlık taşıdığına aklım pek yatmıyor; ona anlam katan, canlının insan türü, ve özellikle de onun sözlü dile de ulaşmış olması: nesnelerin, varlıkların kendi başlarına bir anlamları yok, neden olsun ki? Anlamı arayan da, yaratan ya da yok eden de sözlü dil ve onu kullanan insan.
Üstelik bu da görece; bizim kapatıldığımız şu ataerkil-anamalcı düzensizliğin sıkıntısı, hastalığı bu; biz iki kez Küba’ya gittik, birer hafta yaşadık; uzaktan edindiğimiz bilgilerin doğruluğunu yaşamın her anında, her alanında bütün duyularımız duyargalarımızla görüp saptadık. İnsanın sözün gerçek anlamında anlamsız, para, pul, erk gibi boş şeyler uğruna ömrünü harcamasını ortadan kaldırınca; temel öğeleri, eğitimi, sağlığı, barınmayı yarışsız parasız kılınca; elde edilecekleri herkesle bir şenlik havasında seve seve paylaşmayı ilke edinip su içer gibi uygulayınca, asıl anlamlar ortaya çıkıvermiş; yaşama enerjisi gerçek yaratmalara, sevmeye, sevişmeye, her alanda yararlı ve yüceltici şeyler üretmeye harcanır olmuş. Gerçek çevre ve dünya koruması orada; eldeki enerjiyi tutumlu kullanma, şu güzelim mavi gezegenin gerçek bir cennet bahçesi hâlinde daha yüzlerce, binlerce yıl dönebilmesi için emek verme orada.
Kendi payıma, başka bir anlam aramam ki!
Anamalcı-ataerkil düzensizlik küresinde yaşatılan biz tutsaklar için kurtuluş yakın gözükmüyor; o günleri beklerken, herhangi bir yerde, herhangi bir anda Emine Ceylan’ın duyarlı arayışlarına rastlarsanız, hemen koşun; elde edilebilecek en doğal hâlleriyle görüntülenmiş insan, hayvan kardeşlerimizi, dağları taşları bulutları sevip okşayın.
Emine Ceylan da sevgili Cihat Burak ya da Melih Özuysal gibi, elindeki anlatım aracıyla doyamamış , yetinememiş besbelli; yaşamına anlam katmak, varlığında oluşan fırtınaları dile getirmek üzere sözlü dile de başvurmuş, öyküler yazmış. Ve bunlar, mutlu oluşumlar sonucu, Kış Yolculuğu adıyla basılmış. Hem de kendi fotoğrafları gibi özenli bir basımla.
Tanıştığımız gün büyük bir incelikle albümlerinin yanında onu da armağan etti; hemen okudum, alkışladım. Bu öykülerde de aynı tutarlı, dürüst, duyarlı Emine’yi buldum; geçmişle gelecek ya da şu an, anılarla düşler öyle güzel kaynaştırılmış ki!
Kendinize bu armağanı vermeniz bir sergisine rastlamaktan çok daha kolay.
*
Sevgili dostum Ali Bilginer,. Cilo ve Sat Dağları’nda kaya resimlerini, çiçekleri, insanları çekme sevdasına nasıl tutulduğunu anlatan kısa bir açıklama gönderdi; okuyalım:
“İstanbul Tıp Fakültesi’ni 1970’de bitirdikten sonra üç yıl kı7a hizmetinde bulundum (Davutpaşa-Bingöl); 1974-78 yılları arasında Gülhane Tıp Fakültesi’nde iç hastalıkları uzmanlık çalışmasının son yılında, bitirme tezimin konusu olduğu için iyi bildiğimden, kliniğimizde yatan (Kayserili, ataları Yörük, Orta Asya göçmeni) bir askerde , ülkemizde ilk kez bir hemoglobin türüne (hemoglobin Ube-2)’ye rastladık. Bana bu çalışmada destek olan iki bilginimiz, Ankara Tıp Fakültesi’nden Prof.Dr. Ayhan Çavdar ile Prof.Dr. Ayten Acarsoy’dur. Bunlardan Prof. Dr. Ayten Acarsoy, 1974’te, hastalardan birinde dünyada ilk kez keşfedilen hemoglobin Ankara’yı bulmuştur.Hemoglobin Ankara’ya sonra 1981 ve 86’da, Japon araştırmacalar tarafından Japonlarda da saptanmıştır.Dolayısıyla bulguladığımız hemoglobin Ube-2 ile Prof. Dr. Ayten Acarsoy’un saptadığı hemoglobin Ankara dünyada yalnız Türklerle Japonlarda görüldüğüne göre, aralarında genetik bir yakınlığın bulunabileceğini göstermesi açısından çok enimlidir. Başka bir deyişle, Orta Asya’dan göçeden atalarımız dünyanın değişik bölgelerine yayılmışlardır (Anadolu’ya, Japonya’ya vb) ve aralarında genetik kimi temel benzerlikler bulunmaktadır.
1978 yılında Gülhane Tıp Akademesi’nde yapılan keşfimizin İngiltered’de uzun araştırmalar sonucu dünyada Japonya’dan sonra ikinci kez bulunan hemoglobin Ube-2 olduğu anlaşılmış, bu buluşun yayını, 1984 yılında, değerli kalbilicimiz Prof.Dr.Muzaffer Aksoy’un desteğiyle, ABD’de, bu konudaki en üst düzeyli yayım aracı ‘Hemoglobin’ dergisinde yayınlanmıştır.
Beni Yüksekova’ya çeken de, bu keşfimizin ışığında Gevaruk Vadisi’nde ( Varagoz ve Sat Dağı’nda) kaya resimlerinde bu açıdan ne gibi şaşırtıcı şeylerle karşılaşacağımı öğrenme merakıydı.”
.Gördüğünüz gibi, Kâzım Mirşan’la Halûk Tarcan gibi, sözlü dilden değil, görüntülerden yola çıkan iki meraklı insan, Ersin Alok’la Ali Bilginer de, sözün ettiğimiz dağlardaki ya da dünyanın başka yerlerindeki kaya resimlerinde, yazıtlarda Ön-Atalarımızın, Ön-Türklerin Orta Asya’dan nerelere koştuklarını, hahgi kalıcı, yadsınmaz izleri bıraktıklarını, dolayısıyla gerçek insan uygarlığındaki katkılarını ortaya çıkarmaya çabalıyorlar.
Bu, tertemiz, sevgi dolu insanlara özgü bir özlem elbet; ama azmış, yoldan çıkmış, gözü dönmüş Batılı sömürücülere hiç etkisi olmaz. Onlar bambaşka, korkunç bir düş kuruyorlar: kendi bir avuç çapulcu sürülerinin dışında kalan bütün böcekleri, bunların başında da Türkleri yeryüzünden silip evrenin sonsuzluğuna göndermek.
Bakalım Demokritos’un ünlü olasılık ve gereklilik’i bu satrancı nasıl sona erdirecek?
*
Bu ay, Kaynak Yayınları, çıkardığı kitaplarını topluca yolladı. Bunlar arasında Kayhan Yükseler’in çevirdiği Çarlık Polis Raporlarında Taşnaklar; Sofi Tram-Semen’in hazırladığı Atalarımız Hunlar; Yavuz Arslan’ın Birinci Doğu Halkları Kurultayı (1-7 Eylül 1920-Bakû); Muazzez İlmiye Çığ’ın Uygarlığın Kökeni Sümerliler-1/Tarihte İlk Edebi Eserlerden Seçmelert’i; İskender Gökalp ileFrançois Georgeon’un hazırladıkları, Cüneyt Akalın’ın çevirdiği Kemalizm ve İslâm Dünyası; İlhami Durmuş’un yazdığı İskitler; yine Kayhan Yükseler’in çevirdiği S.G.Pirumyan’ın Diasporadaki Taşnaklar’ı; İlhami Durmuş’un hazırladığı Sarmatlar; Haluk Hepkom’un yazdığı Komplo Teorileri Tarihi var.
Ayrıca Logos yayınlarının bastığı, Selman Akı’nın Çerkezlerden Çerkezköy’e adlı incelemesi.
Sağolsun, Şeyda Öztürk de, Yapı-Kredi yayınlarının bastığı, Adorno’dan çevirdiği Rüya Kayıtları’nı yollamış.
Can dostum Oktay Şimşek ise, Yirmidört yayınlarında bastığı üç kitabı gönderdi: Serpilekin Terlemez’in Philippe Tancelin’den derleyip çevirdiği şiirler, Adımlar; ve Hüseyin Köse’nin iki incelemesi, Küresel ‘Akıntıya’ Karşı Sivil Arayışlar/ Alternatif Medya ile İletişimin Issızlaşması.
*
Bir kitap da Ulus Dağı Yayınları’ndan geldi; Işık Kansu’nun Akasyalı Sokaklar’ı; Atatürk Cumhuriyeti’nin kökünü kazımaya yemin etmiş azgın sömürgecilerle onların yerli uşaklarının sokaklarımızı süsleyen güzelim akasyalarla birlikte neleri kesip attıklarını acıyla, hüzünle anımsatan duyarlı yazıları Işık Kansu’nun.
Yılın son armağanını Türk resminin en sevip saydığım ustalarının birinden, sevgili Naile Akıncı’dan aldık Sevil’le; Evin Galerisi’nin de inceliğiyle, özgün baskılarından birini bize ayırıp imzalamış; çelebi oğlu Cengiz Akıncı da sağolsun çerçeveletip kapımıza dek yollamış. Sevinçle başucumuza astık elbet. Doğa hepsini mutlu yaşatsın.
Hadi gelin sözü yine tatlıya bağlayalım, Ali Yüce’nin bir şiiriyle bitirelim:

KALEM UYUMAZ

Bu gökler eskidi
Bu gökler hasta sevgilim
Bu gökler yakında ölecek
Mavisini ısırdı zulmün itleri
Bize ağlamak yakışmaz
Yeni bir gök yapalım kendimize

Gemilerin atıdır gözlerin
Saçların rüzgârların atı
Tepinir yaramın üzerinde
Sessizliğim gürültünün atı
Işığın işi ne körün kapısında
Bu karanlık ölülerin atı

Gelin bölüşelim insanlar
Acıyı kıvancı mutluluğu
Avuç avuç dilim dilim
Sevgi yapalım öfkeyi kini
Aşımız ekmeğimiz olsun ışık
Güzelliği bayrak çekelim
Direklerimize

Evren sığar da
Ozanların düşüne
Kendi şiirleri sığmaz
Ozanlar uyusa da geceleri
Kalemleri uyumaz.
1972.

Berfin/Bahar. S.118. Aralık 2007

1 Kasım 2007 Perşembe

“HANGİ AVRUPA?”

Sevgili Bânû Avar’ın Sınırlar Arasında’sını geçen kış izleyebilmiş miydiniz? 17 Avrupa ülkesini anlatmıştı. Önceki bölümler gibi, bunları da kitaplaştırmış, Truva Yayınları da basmış.
Görmüşseniz de, kaçırmışsanız da hemen alın bu çarpıcı yapıtı. Bakın daha önsözünde ne diyor Avar:
“Sınırlar Arasında, 2006-2007 yayın döneminde 17 Avrupa ülkesini gündeme getirdi ve Avrupa’nın çeşitli konularda ne büyük bir çifte standart uyguladığını, şu ünlü ‘Kopenhag kriterleri’nin Kopenhag’da bile uygulanmadığını, Türkiye’ye dayatılan Avrupa öçlüklerinin her birinde Avrupa’nın sınıfta kaldığını, Avrupa’nın ağzından aktardı.
Avrupa’dan başka çıkış yolumuz olmadığını yüz yılı aşkın süredir öne sürenlerin TARAFLI olduklarını ve bulundukları tarafın TÜRKİYE olmadığını anlatmaya çalıştık. Onlar da bizim ‘taraflılığımızı’ masaya yatırdılar.
Cevabımız bugün de yarın da aynı. Biz, Allah’a şükür taraflıyız! Türkiye’nin tarafındayız!Batı dünyasında kendi ülkesinin tarafında olmayan bir aydın, bir gazeteci, bir siyasetçi bulmak neredeyse olanaksızdır. Türkiye karşısında Batı’nın tarafında yer alan aydınlarımıza, Batı’nın biraz da ‘ulusçuluğu’ndan nasiplenmelerini öneririz.
Sınırlar Arasında, 17 Avrupa ülkesini TRT ekranlarına getirirken büyük zorluklara göğüs gerdi. Hemen her bölüm kesintilerle yayına girebildi. Bazı programların tekrarları tümüyle kaldırıldı.İsrail ve İsveç büyükelçilikleri, Dışişleri Bakanlığı’nın ilgili dairelerine ve TRT’ye şikayetlerini bildirdiler. İsveç programında basın özgürlüğüne açık müdahale, halkın büyük tepkisiyle karşılaştı.
Sınırlar Arasın’danın ‘İsveç Nobeli’ adlı bölümü 11 Aralık 2006 günü, Nobel töreninden bir gün sonra yayınlanmıştı. Ekim sonunda program çekimleri için İsveç’te bulunduğumuz sırada Nobel’i kazananlar açıklanmıştı. Biz de İsveç’te, 100 yıllık Nobel ödüllerinin amacını, ödülü dağıtanlara sormuş, Alfred Nobel’i tanıtmıştık. İlk kez Nobel Ödülü alan ‘Türk’, Orhan Pamuk hakkındaki görüşleri ile Pamuk’un ülkesi hakkındaki görüşlerine de yer vermiştik.
İsveç programında ayrıca Sami veTater azınlığın, 1980’lere kadar nasıl bir biyolojik soykırıma uğratıldığını da vurgulamıştık. Kürt, Ermeni sorununda insan hakları havarisi kesilen İsveçli aydınlara kendi azınlıkları ve yakın geçmişin ‘soykırımları’ konusundaki görüşlerini sormuş, bu gibi sansürlü konularda takındıkları tutumu ekranlara getirmiştik.

Batıcı aydınlarımızın ‘şiddetle’ kınadıkları program, Türk halkınca desteklenmiş, alkışlanmış ve yeniden yayına konmuştuk. Teşekkür ederiz.

Sözde İslâmcı tarikatlara destek artıyor, ama İslâm en büyük düşman sayılıyor. Avrupa âdeta yeni bir Haçlı Seferi’ne hazırlanıyor. Ve bu Avrupa, Türkiye’ye ‘ölçütler’ dayatıyor! Bu ölçütler, en yetkili Batıl ağızlarca yorumlanıyor. TRT’de yayınlanırken önemli bölümleri ekranda yer almamış röportajlar kitapta okurun ilgi ve bilgisine sunuluyor.
Bakın Batı kendisini Türkiye’ye nasıl açıkça anlatıyor… Anlamak isteyenlere elbet…”
Tarihin her döneminde, her yerde böyle olagelmedi mi? hiçbir dış düşman, ülkenin içindeki gönüllü devşirmelerden daha büyük zarar vermedi güzelim dünya halklarına. En yakın örneği Saddam’dı; kişisel çıkarları uğruna düpedüz Amerikan maşalığı yapıp tam 8 yıl İran’a saldırdı, milyonlarca insanın canına kıydı; sonra açık bir tuzağa düşüp Kuveyt’e el koymaya kalktı; tokadı yedi, ezildi, en küçük bir ders alamadı, attı tuttu, 2. kez bombalandı, şımarık Batılılar Bağdat’a dayandıklarında o elinde tüfek havalara ateş ediyordu, aa sonra bir baktık, tek kurşun atmadan gözden yitti: meğer köstebek deliğine girmiş. Şaşkın, orada gizlenebileceğini, halkı darmadağın edilirken yaşayabileceğini sanıyordu; enselendi, asıldı. Bütün bunlar bizim gönüllü devşirmelere herhangi bir şey öğretti mi dersiniz? Ne gezer! Sevil, Elbistan’dan doğmuş; ancak subay çocuğu olduğu için, orada büyüyüp tanımaya fırsat bulamamış, İstanbul’a gelmişler. Bu yüzden nicedir Diyarbakır’ı ve yöresini görmek isterdi. Bayram’dan yararlanarak Mardin-Midyat gezisine gittik.
Uçak bizi Diyarbakır’a indirince, otobüsle yeni kentten eskisine yollandık ve Çin Seddi’den sonra dünyanın en uzun surlarını, Rum (Anadolu) Kapısı’nı, Midyat Kapısı’nı gördük, en büyüklerinden biri olan Keçi Burcu’na çıktık. Ardından Anadolu’nun ilk camilerinden Ulu Cami’yi, Cahit Sıtkı Tarancı’nın müzeye dönüştürülmüş evini gezdik. Sonra yola koyulup Ilısu Barajı bitince sular altında kalacak Hasankeyf’e vardık. Sevil’le Nilgün epey çetin merdivenleri tırmanıp Dicle’yi, Hasankeyf’ten kalan köprüyü ve daha başka yıkıntıları görmeye kalenin tepesine çıktılar, ben de aşağı oturup çevreyi, yolun geçtiği koyağı görüntüledim. O arada bir de baktım, bizim Arif Keskiner, elinde bastonu aşağı iniyor; kucaklaşıp lâfladık elbet. Sevil’le Nilgün kendilerinden geçmiş olarak indiler, yakındaki derme çatma satış yerinden ilk puşularını aldılar, satıcının oğlunun başına puşu bağlanaşını izlediler, ben de hepsini görüntüledim. Şimdilik yeşil yeşil, uslu uslu akan Dicle’nin kıyısında yedik öğle yemeğimizi.
Sonraki durağımız televizyon dizilerinin gittikçe ünü kavuşturduğu Midyat; Sevil’in hiç kaçırmamaya çalıştığı Sıla’nın çekildiği, Devlet Konukevi’ne dönüştürülmüş Süryani konağını geziyoruz. Gerçekten görkemli, insanı hayran bırakan bir yapı; taş işçiliği, avlular, merdivenler, kente tepeden bakan kule alabildiğine coşturucu. İnip çıkmaya, dolaşmaya, birbirimizi görüntülemeye doyamıyoruz.
Konağın ardından, dillere destan Süryani telkari dükkânlarına dalıyor geziye katılan hanımlar; bir saat sonra, otobüste, herkes birbirine aldıklarını gösteriyor; gerçekten ince mi ince işler. Hepimiz keyiften uçuyoruz.
O geceyi Mardin’de geçireceğiz; ancak hava karardıktan sonra varıyoruz Büyük Otel’e; otelin pencerelerinden ya da tepedeki taraçadan kentin, kalenin görünüşü büyüleyici; odada perdeler, yatak örtüleri, yerdeki kilim bin bir renkli yerel kumaştan. Heyecandan, bu gazel odayı çekmeyi unutuyorum.
Akşam yemeği açık büfe; büyük bir iştahla tattığımız yemekler arasında özellikle etli bamyaya doyamıyor Sevil, ikinci kez alıyor. Bir köşede iki oğlan çalıp söylüyor; ne yazık ki en sıradan şarkıları bağıra bağıra yineliyorlar. Yol yorgunluğu, ben yemeği bitirip bitirmez yukarı çıkıyorum, onlar kalıyor. Az sonra Sevil geliyor, videoyu alıp aşağı iniyor: şarkıları söyleyen tombulumsu oğlan, Mardin Reyhanisi oynamış; o kadar bayılmış ki, rica etmiş, bir daha oynar mısın diye, kabul edince koşup gelmiş. Gidiyor, az sonra geri geliyor: makine terslik çıkarmış. Onun hatırına giyinip iniyorum, çekmek üzere beklemeye başlıyoruz; arada yemek yiyenlerin özellikle gençleri, kızlı oğlanlı ortaya dökülmüş, hevesle oynuyor. Sevilciğim de oğlanın gözünün içine bakıyor, işaretler ediyor, hadi başla diye; neyse sonunda müzik başlıyor, oğlan elini kolunu bedenini ince ince kıvırarak oynamaya koyuluyor. Gerek ezgi, gerek oyun gerçekten ince; tek aksaklık. Yerel sazlarla değil, elektrikli aygıtla çalınması. Ortalıkta dolaşan garsonlara, insanlara karşın oyunu hemen hemen tamamlıyor delikanlı; bir tek sonunu kendi istediği, bizim beklediğimiz gibi bitiremiyor, çünkü göbek atmaya meraklı bir amca gelip işin tanıdı kaçırıyor.
Sabah, sevgili kılavuzumuz Sinan Ercan, izlencede bulunmayan bir gezi önerip bizi biraz daha Güney’de Suriye sınırına yakın Dara kentinin yıkıntılarına götürüyor. Kentin kalıntıları henüz ele alınmamış, iyice ortaya çıkarılmamış; ama yine de belli ki buralarda hatırı sayılır bir uygarlık yaşamış. O günlerde bütün zenginliklerin kaynağı Çin’i, Hindistan’ı Avrupa’ya bağlayan İpek Yolu üzerindeki bu konaklama yerinde, yapılacak seferlerde ordunun en temel gereksinmesini, suyu sağlayıp saklamak üzere inanılmaz sarnıçlar yapılmış; çorak toz içinde köyü geçip 30 metre yüksekliğindeki sarnıca iniyor geziye katılanlar. Ben de kalan tayları duvarları binlerce yıla dayanmış kentin kalıntıları üzerine kondurulmuş, o güzelim taşlarla hiç ilgisi bulunmayan, derme çatma biriket yuvacıklara bakıyorum; Bayram ya, yığınla çocuk koşuyor yanımızda yöremizde, güya bayramlıkları içinde. İki yağız Kürt delikanlısı çay, ayran sunuyor hepimize; ayran bardakları, evlerin en değerli, süslü bardakları.
Yüzlerce yıl önce orada ulaşılmış uygarlık düzeyiyle şu anda yaşayan insanların yoksulluğu, yoksunluğu, yüzüstü bırakılmışlığı acı mı acı, üzücü mü üzücü. Hiç ayrımında olmasalar da, kendilerini de, torunlarının torunlarını da milyarlarca dolar borca sokup o dolarları yalnız kendi villalarına, gemilerine, cicili bicili arabalarına, uçaklarına harcayanlara veriyordur besbelli bu güzelim insanlarımız oylarını. Bakalım bu acımasız, utanmaz oyunu ne zaman bozabilecek insanlık?
Mardin’e dönerken, başka bir çarpıcı yapıyı geziyoruz: İsa’nın öğretisini benimseyen ilk insanların, Süryanilerin ünlü Dayr’ül Zaferan Manastırı. Bu görkemli yapı alabildiğine bakımlı, onarılmış, girişi, çevresi düzenlenmiş, bin bir ağaç çiçek dikilmiş, her yanı pırıl pırıl, tertemiz. Gerek gönüllü bağışlar, gerek gittikçe gelişen gezip dolaşma belki ki işe yaramış.
Manastırı bize Sinan değil, orada yaşayan gençlerden biri anlatıyor; insanların sanırım en az 10 000 yıllık inançları üst üste, iç içe duruyor bu yapıda: güneşe tapanlardan alınmış inançlar Hıristiyan öğretisine eklenmiş, hiç yadırgamadan, yeni törenlere katılmış: küçük pencereler Doğu’ya, ışığın geleceği yöne bakıyor; ışıkla birlikte, İsa da Mesih olarak oradan çıkıp gelecek. Büyük Patrikler, ölünce, üstlerindeki allı pullu giysilerle bir koltuğa oturtuluyor, yüzleri Doğu’ya dönük, taşla örülüp gömülüyor.
Sonra Mardin’e dönüp kalenin dibindeki yamaca girişik bezeme gibi oturtulmuş daracık sokaklı kenti gezmeye başlıyoruz; evler iç içe, üst üste; üstteki yapıları taşımak, alta geçit sağlamak üzere, Abbara denen kubbeler yapılmış. Çok çarpıcı elbet, ama bir o kadar da üzücü, acıtıcı: İstanbul Belediye Başkanı, kendi kendinin sorunlarını çözmüş, halkını örneğin temiz akarsuya, vızır vızır işleyen caddelere yollara kavuşturmuş gibi, bu abalara para vermiş! Yaşasın oy avcılığı!
Mardin sokaklarında dolaşırken, şu ünlü Şahmeran’ın bin bir çeşitlemesini yapıp satmaya çalışan küçük dükkânlarla beyazlı yeşilli sabunların dışında bir şey göremiyoruz; Nilgün’ün çok yerinde tanımlamasıyla, Mardin, görmüş olanların bilecekleri, İsa Eboli’de Durdu filmindeki dağ köyü gibi. İyi ki o düzeysiz televizyon dizileri çekilip gösteriliyor da, buralara Batı’dan insanlar gelip geziyor, üç beş kuruş bırakıyor!
Canımın içi güzelim çocuklar öyle çaresiz, öyle yürek burkucu durumda ki! Ağlamadan, sızlamadan, yılışıklık etmeden dolanıyorlar çevremizde. Bereket gezip dolaşmalar onlara da sınırlı, alçakgönüllü bir kapı açmış: kentlerinin, yörelerinin geçmişini ezberlemişler, Sinan gibi anlayışlı kılavuzların sevecen yardımlarıyla gelip bize camileri, tarihi anlatıyorlar unutulmaz Kürtçe kokan Türkçeleriyle. Mardin’in Ulu Camisini, PTT ‘ye dönüştürülmüş Süryani Konağı’nı gezdikten sonra, öğle yemeği.
Yemekten sonra, otobüsün kalkış saatine dek, oradaki kahvelerden birine yöneliyoruz; Sevil’in duyarlı kulağı hemen yakalıyor Mardin Reyhani’sini. Bir köşedeki küçük dükkânda tost yapan çalıyor müziği; Sevil durur mu? Doğru oraya. Az sonra uzaktan mavi giysili küçük bir kızın oynamaya başladığını görüp ben de koşuyorum. Sevil, oyunu bitiren küçük kızın yerine iki oğlanı razı etmiş, oynuyorlar; ben de kıza yalvarıyorum, o da katılıyor. Ama ne yazık ki heyecandan, bu üçlüyü adam gibi çekmeyi beceremiyorum: şimdi ancak çok küçük bir bölüm var makinede bu unutulmaz oyundan. Olsun, tostçu oyunun bütün çeşitlemelerini içeren bir disk satıyor bize; bir de Mardin belgeseli. Çok değerli iki anı bu sözün gerçek anlamında Müze Kent’ten.
Üçümüzü de tepeden tırnağa sarsan, kendine âşık eden Mardin’i geride bırakıp Urfa’ya yollanıyoruz. Yol uzun, görece bozuk; ancak hava karardıktan sonar ulaşıyoruz. Hemen ünlü Balıklı Göl’e götürüyor Sinan bizi. Ve o güzel cankurtaran simidi burada da yürürlükte: küçük oğlanlara kısa bir eğitim vermiş, gönüllü kılavuz olmalarını sağlamışlar. Onlardan biri anlatıyor bize kuyuya atılan Hz, İbrahim’in öyküsünü, üstüne oturtulduğu yanan kütüklerin balığa dönüşmesini.
Yapısı göz alan bir konukevine yerleşiyoruz ardından; yapı çarpıcı, odalar rahat, ama yemekler çok sıradan. Daha da önemlisi, gizli bir tutuculuk egemen: bira bile içilmiyor. Neyse ki gezinin bize armağan ettiği Oğuz Delibaş çok çelebi, çok becerikli; açılmış bir şişe kırmızı şarabı, fındıkları kapımıza dek getiriyor
Sabah, kahvaltının ardından, ünlü kapalı çarşısına dalıyor geziye katılanlar; ben de tam ortasındaki Gümrük Han’ın bahçesine sığınıyorum. Bahçenin özelliği, her yaştan erkeğin, bağırıp çağırmadan, gürültü patırtı etmeden domino satranç oynaması. Sevil’le Nilgün’ü kümelerden birinin yanında çekiyorum.
Çarşı gezisinden sonra, Harran’a yollanıyoruz. Ulu Cami’nin kalıntıları çok çarpıcı; tepesi uçmuş dört köşeli minare yüzyıllara meydan okuyarak dikiliyor çorak toprakların üstünde. Köyün küçük kızları oğlanları yalın ayak başı kabak çevremizde; bir şeker, bir lira için bıkıp usanmadan koşuyorlar ardımızdan. Bunlardan biri Nilgün’e sokulup: abla bana şuradaki bakkaldan terlik alsana, diye yalvarıyor. Bakkala gidecek zaman yok, parasını veriyor: 2.5 lira. Hey gidi hey! Şöyle küçük bir gemicik alamamış anası babası bu yavruya!
Yörenin sarı toprağından yapılmış düz değil, sivri yuvarlak damlı evler sözümona koruma altına alınmış(?): insanlar oralardan çıkarılmış, sıradan biriket evlere taşınmış. Dolayısıyla, Oturulmayan, bakılmayan o güzelim evler olduğu yerde yıkılmaya başlamış. Ama adını sormayı unuttum, uyanık bir amca, başvurmuş, evini müze saydırmış, bakmış döşemiş, içini bin bir giysiyle doldurmuş, gelenlere sunuyor: herkes gibi Sevil’le ben de giydik bunlardan bir takımı, başımızı da puşuladık. Çok sevimli görüntülerimiz kaldı o evden.
Buraya da ne İsa uğramıştı, ne Mûsa, ne başka biri! Yoksulluk, yoksunluk, yazgısına bırakılmışlık olanca ağırlığıyla egemendi!
Aslında, yaşamakta, acısını çekmekte olduğumuz uluslar arası bin bir oyun içinde, nasıl olabildiyse, ünlü Güneydoğu Anadolu Kalkınma Projesi çerçevesinde, Fırat Nehri üzerine kurulan barajların en büyüğü, Atatürk Barajı tamamlanmış, su ve elektrikle birlikte o çorap topraklara can gelmiş. Çölün pek çok yerinde ürün yeşermiş; ama kime? Bir avuç ağaya, bunların desteklediği kentli ya da dünyalı soyguncuya. Güzelim halkaysa ancak uçsuz bucaksız pamuk tarlalarında ırgatlık kalmış.
Fırat boyunca ilerledik, dağlar tepeler aştık, nehri geçtik, kocaman baraj gölünü uzaktan gördük, Adıyaman’a vardık; otobüsten indik, odalarımıza yerleştik, gerekli kazakları hırkaları alıp bu kez minibüslere doluştuk, Nemrut yoluna düştük. Batman’dan sonra ikinci büyük petrol üretim merkezi olan Kâhta’yı şöyle bir görüp Karakaş Tümülüs’üne vardık. Nemrut yolu başlı başına bir coşku, hayranlık kaynağı: inanılmaz dağlar, koyaklar, kıvrıla büküle akan Fırat, püskürük kayaların oluşturduğu ürpertici yarlar. Sinan bize, Karakaş Tümülüsü’nün, o döneme göre inanılmaz bir ustalıkla hem de çok hızlı biçimde açılışını, gömütteki de boyutlu kayaların sökülüp aşağı taşınışını, ünlü Cendere Köprüsü’nde kullanılışını anlattı, rüzgârın ıslıkları arasında.
Cendere Köprüsü, sözün tam anlamıyla bir başyapıt: nehrin en uygun yerinde, iki sağlam sarp yamacın dibinde kurulmuş; onca yıldan sonra, bütün görkemiyle, sağlamlığıyla ayakta. Vee, 20. Yüzyıl’ın, anamalcı soygunun acıklı belgesi yeni köprü de az ilerisinde: güya en son uygulayımlarla yapılmış, Fırat’ın sularına iki gün dayanamamış, iki üç kez çökmüş, yeniden yapılmış. Şimdi, kırılgan bir Sırat Köprüsü gibi orada.
Usta minibüs sürücelerimizin becerikli ellerinde, inanılmaz dolambaçlı, dar, tehlikeli yollardan geçip Nemrut Parkı’na, sonra dağın eteğine ulaştık. Talih, batan güneşi görmemizi engelleyecek gibi, ufukta bulutlar belirdi. Üstelik yaman bir esinti de var. Ben yine bu kadarıyla yetinmeyi seçip oradaki küçük barınakta kaldım; Sevil’le Nilgün, öbürleriyle birlikte doruğa yollandılar. Sağolsun, Oğuz bana orada bekleyen eşeklerden birine binmeyi önerdi, ancak iyi ki bu güzel çağrıya uymamışım: hem dediğim gibi güneş bulutların ardında yitip gitmiş, hem yukarısı epey esintiliymiş. Gidenlerin çoğu kıkırdayarak geri döndü. Bir de üstelik zaten daracık olan tepeyi bir gürültücü küme basmış, bağıra çağıra halay çekiyormuş.
Ben oturup sıcacık çayımı içtim, Nemrut belgeselini aldım, herkes toplanınca konukevine döndük.
Ertesi sabah Gaziantep’e yöneldik; arada Birecik’e uğrayıp tükenme tehlikesi geçiren kuşları. Kelaynakları göreceğiz. Bu arada, küçük bir tartışma yaşandı: gezi kuruluşu duyurularda Halfeti’de tekne gezintisinden söz etmişti, elimizdeki izlencede büyük harflerle bu da vardı, ama Sinan, kendince haklı olarak, ayrıntıda gösterilmediği için ya ek para verilmesini ya da orada gidemeyeceğimizi bildirdi. Başta Arzu, yolculuğa katılan genç kızlar öyle bir karşıcıktı, öyle kararlıca savunma yaptılar ki, sonunda para da vermediler gidilme kararı alındı. Çok da iyi oldu. Çünkü baraj yapılınca büyük bölümü sular altında Halfeti gerçekten görülecek yermiş: kendine özgü evleri, yeşil bahçeleri, o sarp yamaca sımsıkı sarılmış kökleriyle unutulmaz bir kent. Fırat’ın getirdiği masmavi sularda kısa da olsa tekneyle dolaşmak, kenti, yamacı uzaktan görüntülemek sahiden armağandı. Ama çağdaş düzensizliğin çelişkisi, acısı burada da kendini göstermişti: sular altında kalacak yerdeki evlerde oturanlar, alınıp hemen bir üste değil, kentin epey uzağına, suyun bilmem kaç kilometre gerisine taşınmış; yörenin güzelim ev yapısı bırakılmış, Kumburgaz gecekonduları örnek alınmış; sevimsiz, tatsız, cansız konutlar dikilmiş. Ne yazık, ne yazık!
Kelaynakların koruma altına alındıkları yamaçlar çok çarpıcıydı; özel sarı kayalar, onların kapkara tüyleriyle tam bir karşıtlık içinde. Bakıcılar sevinçliydi, bu yıl aralarından 4’ü Mısır’a yollanmış, işaretlenerek; geri dönerlerse, bu gelecek için umut olacakmış: artık kafesten çıkarılıp istedikleri zaman göç etmelerine izin verilecekmiş. Şimdiden sayıları 100’ü geçmiş.
Geçen gün Cihangir’de yürürken, yanımdan geçen türbanlı bir genç kız, bir dükkânının önüne dökülmüş kedi mamalarını gösterip yanındakilere: insanlara da bu kadar özen gösterseler, dünya değişirdi, dedi. Çok doğruydu elbet; ama bunun yapılabilmesi için, ilkin kendisinin, başına sömürücü siyaset cambazlarının okus pokus yaparak geçirdikleri bez parçasını çıkarıp atması; yeryüzündeki adaletsizliklerin düzeltilmesi, haksızlıkların giderilmesi için, Kelaynaklara bakan insan kardeşleri kadar çalışıp emek vermesi gerekirdi. Bir gün yapabilir mi dersiniz?
Gaziantep’e varışımız da epey gecikti, dolayısıyla, ünlü Zeugma Mozaik Müzesi’ni gezme ertesi güne kaldı.
Sabah ilk işimiz Müze’ye gitmekti. Doğrusu, yıllardır öyküsünü okuduğumuz mozaikler gerçekten sıra dışıydı. Yine zengin Doğu’yu ele geçirip ürünlerine kavuşmak için yapılan seferler sırasında kurulmuştu, ama Fırat kıyısındaki bu kentte Roma uygarlığı birebir canlandırılmış; mozaik ustası, varlıklı kişilerin evlerini bezemek üzere, inanılmaz yapıtlar ortaya koymuş. Sonra, ataerkil talancı düzensizlik, Sasani adıyla gelmiş, bu güzelim kenti yerle bir etmiş, yakmış yıkmış. Aradan yüzyıllar geçmiş, kent kazılmış, yapılar, mozaikler, yontular, çanak çömlek ortaya çıkarılmış. Ancak, bu kez sular gelip her şeyi altına almış; burada sergilenenler, suyun basmasından önce kurtarılabilenlerin bir bölümü. İnanılmaz. Unutulmaz! Neyse ki bir de belgeselini alabildik, öyle bir kez görmekle yetinilecek gibi değil çünkü.
Antep’te yediğimiz öğle yemeği, lahmacunlar, pideler, Alinazikler, baklavalar ağızlarımızda çok tatlı anılar bıraktı kuşkusuz.
Sonra ver elini Antakya. O yol da harika. Asi Nehri’nin getirdiği bereket, püskürük kayaların, dağların, yamaçların, koyakların oyası verdiği coşku, sevgili Antekeli ozan dostum Ali Yüce’nin şiirleri gibi yalın, büyülü, çarpıcı.
Defne Şelaleri karşısında yediğimiz son öğle yemeği de unutulmazlar arasında yer aldı: getirilen yöreye özgü meze tabağı, seçtiğimiz özel yassı içli köfte, yeşil otlar, ve hepsinin üstüne dillere destan Künefe! Lezzet o düzeyde ki, miğdelerimizin barındırma sınırı çok çok aşıldı. Bereket tertemiz, nemsiz hava soluk almamıza izin verdi.
Sonra yörenin özel dokumalarını, şalları kapışmaya sıra geldi. Önce bunları boyunlarına dolayıp hanımlar, ardından onlara bakan beyler mutlu oldu.
Yeniden yola düşüş, Adana, uçak, İstanbul.
Doğrusu, insanları binlerce yılın uygarlık kalıntıları üzerinde en acımasız yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşatılan; her gün mayınlarla parçalanan, kurşuna dizilen güzelim Anadolu köşemize soluk soluğa da olsa gidebilmek büyük ayrıcalıktı. Hele bunun barış ve kardeşlik içinde, aşın işin paylaşıldığı günlerde yapılabildiğini düşleyin!
Beceririz belki bir gün. Zaten ya beceririz, ya da bizi iyice becerirler.
Sözümüzü Antekeli Ali Yüce’yle bağlayalım.
ABOVVV*

Biz Mürselikli kadınlar
Geceleri tütün dizerik
Acılarımızı dizerik ipe
Karanlığı dizerik abovvv
Yüzlerimiz ay tutulur
Yıldız tutulur gözlerimiz

Kök sökerik gündüzleri
Geceleri kömür yakarık
Karanlığı yakarık abovvv
Ağaçlar ürker geceden
Biz ürkmezik abovvv

Biz Mürselekli kadınlar
Kazma kazarık çüt sürerik
Yorgunluk ekerik toprağa
Gürültüye bata çıka
Bir uçak geçer üstümüzden
Bizi duyamaz abovvv

Kurumuş kenger çalıları
Karanlığa bata çıka
Dörtnala geçer yanımızdan
Onlar mı rüzgâra binik
Yoksa rüzgâr mı onlara
Seçemezik abovvv

Sessizliğe bata çıka
Ayışığında biçin biçerik
Yorgunluk biçerik abovvv
Ayışığında biçin biçerik
Bilmezik abovvv
*Bu güzel şiiri unutulmaz bir ezgiyle dinlemek isterseniz Ruhi Su’nun Semahlar adlı yoğunçalarını alın.
Berfin/Bahar. S. 117. Kasım 2007.



.

24 Ekim 2007 Çarşamba

KARŞIDEVRİMİN KÖŞETAŞLARI

Doğanın, evrenin temel işleyiş yasasını biliyorsunuz: birimler, halkalar sürekli birbirine ekleniyor. Başka bir deyişle hiçbir şey yoktan varolmuyor, varken yokolmuyor.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın külleri üzerinde, Atatürk Devrimleri ile kuruldu; elbet bu devrimin karşıtları da vardı, hem de Mustafa Kemâl’in en yakın arkadaşları arasında. Bunlardan İsmet Paşa, Anadolu’ya geçip Kurtuluş Savaşı’na katılmazdan önce, daha 1919’da, Kâzım Karabekir’e şunları yazıyor:
“Kardeşim Kâzımcığım,

Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zeminde, Amerikan milletine müracaat edilse, pek ziyade faydası olacaktır, deniyor ki ben de tamamiyle bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalamadan Amerika’nın murakabesine tevdi etmek yaşayabilmek için yegâne ehven çare gibidir…”
Seslendiği Kâzım Karabekir, yanına başka “Gönüllü Devşirmeler”i, Rafet Bele, Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Orbay’ı alarak, 17 Kasım 1924’te, adı bile her şeyi anlatan Terakkiperver (?) Cumhuriyet Fırkası’nın izlencesinde bakın neler var:
“Parti, limanlara giriş çıkışta alınan gereksiz gümrük vergilerinin derhal kaldırılmasını savunur. İç ve dış transit ticaretin gelişmesini önleyen bütün kısıtlama ve engeller kaldırılacaktır. Ulusal sanayinin korunması için konan kısıtlamalar kaldırılacak, ithalattan alınan gümrük vergileri azaltılacaktır. Ekonomiyi yeniden kurma zorunluluğu dolayısıyla ‘yabancı sermaye’nin güveni kazanılmaya çalışılacaktır. Her türlü tekelin, bu arada devlet tekellerinin çoğalması önlenecektir. Merkezi yönetim yerine yerel yönetimler geliştirilecek, ülkede ‘liberalizm uygulanacak, devlet küçültülecektir’. Halkın dini inançlarına saygı gösterilecektir.”
Aynı Rauf Orbay, yine 1924’te, TBMM’de şunu ilân etmekten çekinmez: “Devrimler bitmiştir. Bu, Devrim sözünü sevmeyen sermayeyi ürkütmektedir.”
İMF, Dünya Bankası, AB dayatmaları için daha 1924’te kucak açılmamış mı? Bütün bunlara ancak 15 yıl dayanabilmiş Ulu Önder’in ölümünden sonra artık meydan boştur. Nitekim, daha 1939 Nisan’ında, Milli Şef, ABD ile ilk ikili anlaşmayı imzalar.
Sonraki yasal hazırlıkları da ona yaptırır Lozan’da “gün gelecek şimdi aldıklarınızın hepsini teker teker geri alacağız” diyenler:
- 24 Ekim 1945’te kurulan BM katılır.
- 14 Şubat 1947’de Dünya Bankası’na girer.
- 11 Mart 1947’de İMF’yi kabul eder.
- 22 Nisan 1947’de Truman Doktrini’ni benimser.
- 4 Temmuz 1948’de Marshal Yardımı’nı kabul eder.
Hey gidi hey! AB, bize boşu boşuna para vermez, kim bilir arkasından neler isteyip yapacak? diyerek 350 000 Avrupa lirasını geri çeviren Rize köylüleri! Ankara’daki yönetimin başına bu görüşte birini getiremediniz ne yazık ki!
Şimdi başımıza bütün çorapları örenlerin önünde gelen şu ünlü NATO’ya giriş başvurusunu da 4 Mayıs 1950’de yine Milli Şef yapmış, yürürlüğe koyma DP’ye kalmış.
23 Şubat 1945’te, ABD ile bir anlaşma daha imzalamış: “T.C. Hükümeti, kendisinden beklenen hizmetleri, kolaylıkları ABD’ne temin edecektir.”
Bu “Karşılıklı Yardım(?) Antlaşması”nın 5. maddesi de şöyle diyor: Türkiye, parasını ödemiş olsa bile, ABD Başkanı gerekli gördüğünde, aldığı malzemeyi geri vermeyi kabul etmiştir.”
27 Aralık 1949’da, ABD-Türk Eğitim Yarkurulu oluşturuluyor; Yarkurul’un başkanı Amerikan Büyükelçisi; 4 Türk, 4 Amerikalı üyesi var, oylar eşit çıkarsa, kararı Yarkurul Başkanı verecek. Peki bu Yarkurul’un aldığı ilk temel kararlardan biri ne acaba? Köy Enstitüleri ile Halkevleri’nin kapatılması!
Daha öncesini bırakın, 1492’den beri bütün dünyayı amansızca, acımasızca sömüren Batılı ülkeler insana “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” getirir mi?

1 Ekim 2007 Pazartesi

TÜRBANIN ARDINDAKİ

Dolarla-bilgisayar oyunlarıyla gerçekleştirilen Amerikan darbesinden sonra, sıra bunun yasal kılıfını hazırlamada; aynı kaynaklardan beslenen gönüllü devşirmelere hazırlattırılan Anayasa tuzağı henüz açıklanmadı, ama sızdırılan haberler arasında AKP işbaşına getirile beri gündemden düşürülmeyen türban da var elbet. Ortadoğu’ya, Ona bağlı olarak bütün dünyayı, kaynaklarını sömürmek isteyenler kadınlara peçe taktırarak bu iğrenç oyunu gizliyorlar okutulmamış yığınlardan.
Ama arada işin aslını bilip söyleyen dürüst dünya yurttaşları da var elbet, hèlâ; Erol Manisalı’nın 28 Eylül’deki Cumhuriyet yazısı bunun en çarpıcı örneklerinden biriydi. Sevgili dostum Halûk Tarcan da konuya ışık tutan bir ileti gönderdi; gelin oradaki bilgileri paylaşalım:
“Erkekler kadının bir tel saçını gördüklerinde tahrik olurlarmış; buna engel olmak için kadınların türban takması gerekirmiş(?!) Burada iki çirkinlikle karşılaşıyoruz:
1- Kadın dediğimizde, yâni dişileri kastettiğimizde, analar, akrabalar, kız kardeşler, öğretmenler, meslek sahibi tüm kadınlar giriyor içine…demek ki erkekler, bunların arasında hiçbir ayırım yapmadan, bir tel saç gördüklerinde yalnız cinsel güdüleri şaha kalkmaktadır.
2- İşin ikinci yanıysa çirkinlik değil, düşüncesizlik çerçevesine giriyor: Allah, insanları iki cinsli olarak yaratmış, soyun sürebilmesi için de cinsel arzuyu ikisinin de içine yerleştirmiştir.
Bu açıdan bakınca, Allah’ın verdiği akıl’la düşünürsek, kadınların da erkeklerin örtünmelerini isteme hakkı doğuyor. Örneğin, kısa kollu gömleğinin altından kasları görünen yontu gibi bir delikanlı kadınlarda bu erkeğe sarılma duygu ve düşüncesi yaratabilir. Hele kocası çirkin ve çelimsiz ise…Mantık, bu erkeğin de örtünmesini gerektirir. Öyleyse, türbanın kökenini başka yerlerde aramamız gerekiyor.
Açıklamaya, “türban” sözcüğünün Fransızca’da “sarık” anlamına geldiğini anımsatarak başlayalım. Osmanlı’nın son döneminde sarık “turban” adıyla Fransızca’ya girmiştir (Larousse). Sarık, “tülbent”in en iyi türü olan mermer şâhi’den yapılırdı; dokusunun inceliği, sarığın sarılmasını kolaylaştırırdı. Fransız kulağı tülbent’i tülban diye algılamıştır.Bu da zamanla türban’a dönüşmüştür.
Budun(kavim)bilim (etnoloji) başı örtmenin kökenini Taş Çağı’na dek indirir. O günlerde insanlar, ölümden sonra saç ve tırnakların uzamayı sürdürdüklerini görmüş, bunlarda gizli bir kudretin varlığına inanıp korkmuşlardır. Bu nedenle, çatışmalarda tutsak aldıkları kralların kafa derilerini yüzer, saçlarını yok ederlerdi. 35 000 adadan oluşan Endonezya’da çalışan, Fransız Bilimsel Araştırma Merkezi’nden arkadaşım Gérard Nougarol şöyle bir olay anlatmıştır: bu adalardan birinde, çatışmalarda üstün gelen aşiret, yenilen aşiretin önderinin kafa derisini yüzdükten sonra, saçlarını ince jiletle ince ince doğrayıp pirince katarak hazırladıkları “kudret pilavı”nı yemekte, böylece o reisteki kudretin kendilerine geçeceğine inanmaktadırlar; günümüzde Endonezya yönetimi bunu yasaklamıştır.
Saç ve tırnaklardaki kudretle Tanrı’nın karşısına çıkılamayacağına göre, saçlar örtülmekte, eller yen içine saklanıp tırnaklar gizlenmektedir; el pençe divan duruşun kökenini burada aramak gerekir.
Bu alışkanlık, gelenek hâlinde bütün dinlere girmiştir:
- Budistler, saçları kökünden kazıyarak sorunu çözmüştür.
- Hıristiyan kadınları kiliseye saçların ve kollarını örterek girerler.
- Musevilerde, dinadamları sürekli siyah mölon şapka takarlar, Tanrı’nın verdiğıi kudreti simgeleyen saçların kesmeyip uzatırlar.
Buna Hıristiyanlarda da rastlanır: Roma’da, Temmuz sıcağında kalın çorap giydiğini sandığım bir kadının, aslında doğduğundan beri bacak kıllarını kesmemiş olduğunu kendi gözümle gördüm.
- İslâm’da, Hac ziyareti sonunda ya tıraş olunur ya da saçlarından, simgesel olarak, bir tutam kesilir.
- Hz Muhammed’in, 50 derece yaz sıcağında, kadınları SIKMABAŞ dolaşmaya zorlamış olacağı düşünülemez; sıcak o kertededir ki, erkekler entari giyerler, altında ne don vardır, ne pantolon.
Hürriyet’in 14 Eylül tarihli sayısında Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun, Referans gazetesiyle yaptığı söyleşiden bir alıntı vardı: Tarih boyunca, başortösü Müslüman olmanın ve sayılmanın ön-şartı HİÇ olmamıştır.”
Evet, bilimsel tarihsel gerçekler, doğrular bunlar; ama işin aslını azıcık aklı eren herkes biliyor: şu körolası erk düşkünlüğü, okutulup aydınlığa kavuşturulmamış yığınları daha da ürkütüp köle hâlinde elinin altında bulundurmak üzere uydurdu bütün bu zırvaları, daha da uydurmakta.
Dinlerarası diyaloglar, uygarlıklar arası işbirlikleri hepsi hepsi düzmece: tek amaç var, parasal ve siyasal, elbette askersel gücü elinde toplayıp yerkürenin kaynaklarına el koymak. Oysa dört din de, kitapları da ölümlü olduğumuzu, bu gezegendeki konukluğumuzun sınırlı olduğunu durmadan anımsatır zavallı kullara.
Nitekim, sevgili Bânû Avar, yeni dönemin ilk izlencesinde, 1 Etik akşamı, elden geldiğince geç saatte, TRT 1’de, Kerkük bölümünde, alçak Amerikalılarla Batılı suçortaklarının zavallı Irak’ı nasıl yerle bir ettiklerini, milyonlarca insanı nasıl göz kırpmadan öldürdüklerini, özellikle Musul-Kerkük petrollerine el koyabilmek üzere, dünün donsuz Kürt aşiret reislerini nasıl desteklediklerini, onlara geçici de olsa bir Kukla Devleti nasıl kurdurduklarını bütün belge ve bilgileriyle bir kez daha gözler önüne serdi. Lozan’da Musul ve Kerkük’ü elimizden almak üzere çevirdikleri dolapları bir daha vurguladı. Gel gör ki, sevgili Mustafa Kemâl’in bıkıp usanmadan yinelediği gibi, bir yurda., ardından bütün dünyaya yapılacak en büyük, en korkunç dönekliğin yerli işbirlikçilerden geldiğini bütün dünya halkları sayısız kez yaşadı, yaşamakta. Bakalım ne zaman bozulacak bu iğrenç oyun.
Türkiye’nin başında Atatürk, Rusya’nın başında Fidel Castro olabilseydi, Amerika ve kıyım ortakları bütün bunları yapabilir miydi?
Tam da bugünlerde, İstanbul’da adı boyundan büyük bir sergi sürüyor: Sanat Hiç Bu Kadar İyimser Olmamıştı. Dünyayı kan götürüyor, sanat iyimsermiş, aman ne güzel! Bu palavraya küratörlük mü kürdanlık mı ne eden şaşkın, nereden kimden aldığını çok iyi kestirebileceğiniz bir buyrukla, serbest piyasa soygununun önündeki en büyük engele saldırmış: Atatürk ve devrimleri. Bütün bunlar zorlamaymış; oysa bakın Irak’ta en küçük bir zorlama var mı? insanlar seve seve can veriyor, petrol veriyor, Mezopotamya uygarlığının talan edilmesini alkışlıyor, soyuldukça zil takıp oynuyor. Kerkük’te sokakta akan lağım suları kimsenin keyfini kaçırmamış; arada ağlayan kadınlar, ayda 100 dolara geçinme başarısından öbür dünyaya gitmeden cennete ulaşmanın mutluluğu içindeler, yaşlar, sevinçten.
Amerikan uşağı zibidi (bu güzel terim, unutulmaz yazısında sevgili Hikmet Bila’nındı, ödünç aldım) insanlık tarihinin en dünya ve insansever önderine rahatça dil uzatabilir, görevi budur; peki bu sergiyi düzenleyen, parasal destek sağlayan iki ünlü Türk (?) üretim kurumunun başındakiler bu rezilliğe neden göz yumuyor? Göz yummayı bırakın, neden izin verip alkış tutuyor acaba? Ülkemizin talanı, Cumhuriyet’in yıkımı tamamlandıktan sonra, kendilerine Amerikalı ya da Avrupalı soyguncular pastadan pay ayırır mı sanıyorlar dersiniz?
Berfin yayınevi, dört yeni kitabını gönderdi; Kora Yayın’ın bastığı kitapların biri roman, Hüseyin Şengün’ün Eylül Sürgünleri; Raşit Kara’nın da iki kitabı var, biri deneme: Filizkıranlar; öbürü anlatı, Medeniyete Yürüyüş. Son kitapsa şiir, Fâni Aydoğan’ın Sadeleşmek’i.
Sözümüzü sevgili Ali Yüce’nin bir şiiriyle bağlayalım.
ATATÜRK KAPINIZI VURSA
Sizin oralarda havalar nasıl
Yağmur yağar mı yalnızlık yağar mı
Gök gürlerken kulaklarınız kaç tanedir
Gurbete çıkar mısınız kazmanız omzunuzda
Treni kaçırsanız kazmanızın sapı kırılsa
Elleriniz çimlenir mi ceplerinizde

Sizin oralarda geceler nasıl
Derin mi dipsiz mi çumçukur mu
Karanlık acı mı çiğnerken
Yapış yapış mı ağzınızda
Işığı görseniz tanır mısınız
Evet mi hayır mı inşallah mı
Komşunun radyosu ne söyler akşamları
Dinlerken bir sızı girer mi içinize
Sevdanızı nerenize korsunuz eskidikçe

Eviniz kaçıncı katta kaç oda
Yerin altında mı üstünde mi
Ayrı mı oturursunuz balam
Yoksa keçilerle beraber mi
Evet mi hayır mı bana ne mi
Bir sabah Atatürk kapınızı vursa
Duymasanız bir daha vursa
Tarihin kulakları çınlar mı

Daha ne var ne yok sizin oralarda
Pazara gider misiniz alış veriş nasıl
Soğanın kilosu oy’u tanesi kaça
Sizin oralarda demokrasi nasıl
Baltalar kişner mi heykel görünce.

Berfin/Bahar. S. 116. Ekim 2007.

1 Eylül 2007 Cumartesi

DEMOKRASİ OYUNU

Etkili bütün kişi ve kurumların suçortaklığıyla öyle bir seçim yaşadık ki, karabasan gibi; ne seçmen listeleri sağlıklı, ne bilgisayarlı döküm sayım bildirim işlemleri; meclise girebilenlerden MHP’nin İzmirli yöneticilerinden biri, göz atabildiği 20-30 sandıkta, CHP ya da MHP oylarının açıkça AKP’ye kaydırıldığını saptadı; ama ne kendi partisinin başkanı, ne Atatürk’ün partisinin başına çöreklenmiş adam bunu yargıya taşımaya kalkıştı; hepsi, 5 yıl daha seçilip rahat koltuklara gönderilmiş olmayı kazanç sayıp sustular.
Elde kalmış ender dürüst gazetecilerden Vedat Yenerer, YSK başkanına sormuş, neden sandık sandık seçim sonuçlarını açıklamıyorsunuz? diye, beyefendi, bu bir idari karardır, zaten geçen seçimde de açıklamamıştık, yanıtını vermiş. Ne güzel değil mi? bu durumda aslında oy pusulası bastırmaya., onca insanı yollara dökmeye, sandık kurulu oluşturmaya, tanıtım kitapçıkları ya da duyuruları bastırmaya, kısacası onca para harcamaya da gerek yok, bizim yerimize bilgisayarlar (daha doğru deyişle bilgisaptıranlar) sonucu duyurur, herkes rahat eder.
İşin aslını Küba gibi ülkeler çoktan görmüş, ve bu sözümona çokpartili, özgür (?) seçimlere son vermiş, her mahalle kendi yerel ya da ulusal yönetim temsilcilerini aday gösteriyor, bunlar arasından seçilenler il genel meclislerinde ya da ulusal mecliste görev başına geliyor. Bu oyunu çok iyi bilen anamalcı sömürücüler yıllardır bağırıyor, siz de bizim seçim dizgesine dönünnn! diye, ama insanın azıcık aklı, ulus, yurt sevgisi varsa bu tuzağa düşer mi?
Gerçek araştırmacı ve yazarlarımız yıllardır yazdı anlattı bu çirkin oyunu; örneğin Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında adlı yapıtında, başta ABD, bütün öbür anamalcı soyguncuların başındaki bir avuç acımasız talancının paralarını ve bütün öbür olanaklarını birleştirip dünya halklarını soyup soğana çevirmek üzere hangi insan yiyen sivil örümceği ördüklerini; bu ağa soyacakları ülkelerden kimleri gönüllü ya da paralı uşak ettiklerini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Anlattı ama, bu uyarıcı bilgileri kullanacak gerçekten önce ulusunu, sonra bütün insanları, dahası canlı cansız varlıklarıyla şu güzelim mavi gezegeni seven, kollayan, doğal ömrünce yaşamasını sağlamaya çalışan yöneticiyi ara da bul! Ancak, şu açık ki, sözü geçen yöneticileri yetiştiren, ortaya çıkmalarına izin veren, destekleyen de o ülkenin anamalcıları, hani şu allı pullu deyimle işadamları (?).
2 Eylül tarihli Aydınlık’ta, yatırım uzmanı Murathan Uğur’la yapılmış çok önemli bir söyleşi yayınlandı: Türk Piyasasını Merryll Linch Finanse Ediyor. Rastlantı ya da gerekliliğe bakın , bu ölüm meleğinin adı yargısız infazın ta kendisi: taşa tutup paralama, linç.
Bu korkunç yengemiz, uğraşdaşı Soros gibi, uluslararası çetenin para kaynaklarını yönlendirmekle görevli; Londra’da çalışıyor; soyulacak ülkelere o cilâlı terimle sıcak para akışını yönetiyor. Borsada ya da yabancı paranın o gün kaç lira olacağında karar onun iki dudağı arasında; işbaşına getirdikleri partileri, bunların koşulsuz hizmet sözü veren yöneticilerini rahatlatmak üzere, buyurduğu an dolarlar, avrolar akıyor o ülkeye. Dolayısıyla, bu büyük timsahların dışında, borsaya para yatıran ya da geleceğini bir ölçüde güvence (?) altına almak üzere yabancı para alan sıradan yurttaşlar her durum ve koşulda amansızca soyuluyor. Söyleşiden yalnız iki rakamı anımsatayım: işlerini yürütmek üzere doları 1 600’den alan kuruluşlar satarken ancak 1 300 alabilmişler; yürütmenin işlerini çevirmek üzere piyasaya sürdüğü hisse senetleri 2002’de 2000 YTL iken, bugün 6 000 YTL olmuş; kolunu oynatmadan elde edilen getiriye bakın: %200. Buna dolardaki düşüşü de eklerseniz, %300 olur, diyor Murathan Uğur.
Böyle rahat, güvenli kazanç dünyanın hangi ülkesinde var? Serbest piyasa, küreselleşme elbet, ama yalnız bir avuç soyguncu için! Kuşkusuz, yerli suçortaklarına da pastadan kırıntılar, başka bir deyişle trilyonlar ayrılıyor. Halk mı? aa, bütün dünya halkları böcek nasılsa, sapır sapır ölseler de olur; ölümler sürdürülen bu soygunun ayakta kalabilmesi için, doğumlardan az tutuluyor nasılsa.
Bu yurdu, bu güzelim dünyayı gerçekten sevenlerin sayısız kez vurguladıkları gibi, şu anda ülkemizin tepesindeki en büyük tehlike kimi sivil ya da askerlerin ısrarla vurguladıkları gibi ne biçimsel laiklik, ne türban; küresel soygun ve talana karşı koyabilecek, ülkenizi, insanlarını dolayısıyla aslında kendinizi koruyabilecek misiniz?
Bu iç karartıcı alandan sanata, sanal dünyaya geçelim en iyisi.
YKY yayınları, Abdülkadir Budak'ın 1978-2007 arasını kapsayan toplu şiirlerini basmış, gönderdi: Dalgın Rüzgâr.
Toplam 11 kitabı bir arada Budak’ın.
Birkaç şiirini paylaşalım. İlki Endişeli Fesleğen’den.

CAHİDE

Elmasın buzlu cama dönüştüğünü gördük
Bizden her şey umulur Cahide’yi gömdük biz
Şarapla ay ışığını karıştırıp içiyorduk
Şarap bitti ay battı sonunda Cahide’siz

Gecekondumuz yokken saraylar kurardık ona
Çarşılara çıkardık gelinlik bakmak için
Gözyaşı kolyesiydi her bir sinema koltuğu
Film biterdi esas oğlan Cahide’nin koynunda

Ah yazlık sinemalar dört mevsimlik Cahide
Sinemalar yıkıldı kuşlar içimizden pırrr!
Bıraktığın boşluğu karayla doldurdu deniz
Gemiler batar Cahide bıçak kanatır

Üşengeç postacının yırttığı mektup gibiydik
Etine dolgun Marilyn rüyalar prensesi
Yazlık sinemalar kuşağının eskimeyen sorusu
- Öpülecek haldeyken kimler öptü Cahide’yi

İkinci şiir Geçti İlkyaz Denemesi’nden.
GÜL SICAĞI

Isınıyor gül
Kelebek sevinciyle
Seslerini arıların
Katıyor kendi sesine.

Gül diyor ki:
Tozlarıma dokunduğunuz zaman
Işır parmak uçlarınız
Ama benden ne kalır
Gül olarak geriye

Hani yeri gelmişken
Söylemek isterim size
İncelik koklamada beni
Koparıp götürmekte değil
Sevdiklerinize

Isınıyor gül
O’nu senin yanına getirdim deyince

Gülün çalımına bak

Berfin/ Bahar. S. 115. Eylül 2007.

22 Ağustos 2007 Çarşamba

SERPİL’İN BEHRAMKALESİ

Behramkale’yi (Assos’u) bulup bize sevdiren sevgili baldızım Serpil Kıral’dı; bütün dürüst emekçiler gibi bin bir güçlükle sıkıntıyla geçen ömrüne karşın, güzel, dingin, çarpıcı yerleri bulur, bizi de götürürdü. Behramkale’den önce, Marmara Adası’na taşıdı birkaç yıl hepimizi, çok da mutlu olduk o temiz denizli, gösterişsiz yaşamlı adada. Derken bir gün Behramkale’ye geldi kızı Zeynep’le, ve vuruldu. Bıkıp usanmadan övmeye başladı. Sanırım ilk kez 1988’de geldik buraya, Balıkçı Mehmet’in evinde 15 gün kaldık.
O günlerden belleğimde, sabah gün doğarken kalkıp, Nilgün ve Nurhan’la Delicedere boyunca, ağaçlar arasında yaptığım uzun yürüyüşler, yolun sonunda karşımıza çıkan koyun ağılları.
Daha sonra, İbrahim Hoca ile ortaklarının işlettikleri, Sivrice’deki Çağın Moteli anlatmaya başladı ballandıra ballandıra, orada da iki hafta kaldık; o günlerde Sivrice denizi gerçek bir akvaryumdu, pırıl pırıl sularda benim bakmaya, Sevil’inse dalmaya doyamadığımız bir balık ve kabuk zenginliği vardı, Sevilciğim onların yüzlercesini topladı, evimizi süsledi, eşe dosta dağıttı
Serpil Behram’a o kadar vurgundu ki, yaz kış burada yaşamak üzere çare aramaya girişti, neyse ki İlyas Usta’ya rastladı; onun oğulları için yapmaya başladığı evlerden birine, Hüseyin’inkine kiracı olduk; o bahçeli evde yaşarken en büyük sıkıntımız su kesintileriydi; o kadar ki, sabah yıkamak üzere başına kına yakan Sevil, kalkıp suyun akmadığını görünce deliye döndü; bereket, Hasan Kaplan’la Sivrice’ye giderken Bektaş’ın altında hayvanların sulandığı büyük bir çeşme vardı, orada yıkanıp arınabildi.
Ve 9 yıl önce çok büyük değişim oldu köyde, daha önce İhtiyar Heyeti’nde görev yapan Hüseyin Kaplan muhtar seçildi; yönetime yardım eden arkadaşları Ali Şen, Mustafa Bayram, İbrahim Öztürk ve Yusuf Özkan’la el ele, sessizce işe koyulan Hüseyin Kaplan, köyün tozlu yollarını alanlarını tertemiz taşlarla kaplattı; hele aşağı mahallede hemen hiç akmayan suya çözüm buldu, daha derin bir kuyu açtırdı, su motorunu ikiledi, biri bozulunca öbürü devreye sokmak üzere; su gibi durmadan kesilen elektriği düzene kavuşturmak için direkleri telleri yeniledi; telefon santralı da elden geçirildi, haberleşme düzeldi. Henüz tamamlanamasa da, köyün altına kanal döşetmeye başladı; geçen gün sorduğumuzda, ilk fırsatta köye bir de müze açmayı tasarladığını söyledi, heyecanla. Bu yıl gelince bir de baktık, köyün bütün derme çatma satış tezgahları, iki marangozun, Cahit’le Muzaffer’in hünerli elleriyle yenilenmiş, gıcır gıcır olmuş.
Şu kısa özet bile, halktan toplanan vergiler hizmete yatırıldığı zaman, 9 yıl gibi kısa bir sürede bile neler yapılabildiğin en canlı kanıtı; keşke Ankara’ya da bir Hüseyin Kaplan bulup başbakan yapabilseydik.
Sabah ve akşamları, köyün güzel görünümlü kahvesinin önünde toplaşıp çayımızı adaçayımızı içtiğimiz sevgili dostlarım Kadir,Mustafa, Hasan Kumkale ve yakın arkadaşları Nuri, Bekir, Hüseyin, Ahmet ağabeylerle biri gelip biri kalkan her marka arabaya, içlerinden inen Suudi ya da Amerikan kırması insanlara bakıyoruz, merakla kaygıyla: bu insanlar yurttaş değiller, Cumhuriyet yurttaşı hiç değiller; Batı’nın, başta ABD, AB, bütün talancı sömürgecilerin yalanlarına kanmış, uyutulmuş tüketim hastaları: ne çevre kirlenmesi umurlarında, ne ozonun delinmesi, dolayısıyla iklim değişmesi, havanın ısınması, yağışın azalması, dünyanın çölleşmesi; Ankara’daki gibi,en temel gereksinmeleri olan su için, çözüm olarak, çılgın Belediye Başkanı’nın önerisine uyup ellerini açıp yağmur duasına çıkmaktan başka bir şey bilmiyor, yapamıyorlar
Neyse, ünlü söz uyarınca olması gereken olacak; ben şimdi hem bu eşsiz köyü bulup bize tanıtan Serpilciğime de, onu yaşanır kılan, gittikçe güzelleştiren Hüseyin Kaplan’la arkadaşlarına da sonsuz teşekkürler sunuyorum.

1 Ağustos 2007 Çarşamba

MAGDİ RUFFER

İnce sesli, ince ruhlu Magdi Ruffer’i, şimdi banka biçiminde bir Amerikan sülüğünün yapıştığı yerdeki bahçeli, güzel Maçka evinde tanıdım; yurdumun yetiştirdiği en nitelikli insanlardan birinin, Sabahattin Eyuboğlu’nun bin bir kedili eşiydi.
1955 yılında yazıldığım Edebiyat Fakültesi’nin Fransız Dili ve Yazını Bölümü'nde öğretmen olmasaydı, yazar olarak uzaktan tanıyıp sevsem de, nasıl tanışırdım sevgili Sabahattin Eyuboğlu ile? O günlerde, Hasanoğlan’da hem de kurucu öğretmenlik yaptığını bilmiyordum elbet; Ruhi Su ile yan yana, can cana köy çocuklarını aydın kıldıklarını da. Bilmesem de, Sabahattin Bey, her açıdan yaşamımda etkili olacaktı: çeviri dersini o kadar yaratıcı biçimde veriyordu ki, sonra uğraşım olacak işi belli ki onun ektiği tohumlarla sevmişim.
O günlerin sıradışı koşulları, sevgili Adnan Benk de öğretmenimizdi; ama hemen hiç göremedik yüzünü; zaman zaman Bölüme gelse de, hanım öğretmenlere kahve çay içip giderdi; ancak okulu bitirip çeviriye başladıktan sonra, ünlü Larousse’un çevrilmesi işinin başına yönetici olduğu zaman varabildim yanına. Sabahattin Bey’se onun tersine, tam bir bilge, ekin adamıydı; gönlü kapısı herkese açıktı; o yüzden, şimdi kim elimden tutup götürdü anımsamıyorum ama, rahatça, koşa koşa gittim evlerine; ev değil dergah, cemevi; her Pazartesi İstanbul’un en seçkin sanat, yazın insanları toplaşıp kucaklaşıyor, Sabahattin Beyin unutulmaz söyleşilerini dinliyor, saydam ya da belgesel film gösterimlerini izliyor, türkü dinleyip söylüyor. Ne yazık ki, Ruhi Su’nun bu toplantılara geldiği güne rastlayamadım, ancak dolaylı yoldan yine belirleyici oldu sevgili Şaman Dedesi Eyuboğlu: zindan ve sürgün yılları bitip İstanbul’a geldikten sonra düzenli bir iş bulup türkülerini söyleyemeyen sevgili Ruhi Su, onların bir yöredaşının açtığı, Karaköy’de Tatlıcı Han’ın bodrumundaki Reis Merhaba’da söylemeye başladı; ve ben, yakın çevrem 1964’te oraya gidip Büyük Usta’yı dinlemeye başladık; şimdi çalışma odamda Sevil’in orada şöyle bir metre ötesinde, hayran hayran onu dinlerken çekilmiş bir fotoğrafı var.
Maçka’daki eve ilk gidişimi anımsıyorum; doğal olarak en küçük tören, astlık üstlük yoktu; ben de bir köşeye iliştim bir boş tabureye; hayran hayran çevreme bakar, konuşulanları, özellikle Sabahattin Bey’in anlattıklarını dinlerken, dal gibi süzülüp dizimin dibine çöktü sevgili Magdi; adını söyledi, sizi daha önce hiç görmemiştim, dedi ezgili sesiyle. Yazık ki, Sabahattin Bey yaşarken hiç dinleyemedim Magdi’nin piyanosunu; ancak ölümünden epey sonra, o güzelim bahçeli, kedili evi bırakıp Gümüşsuyu’na taşınınca, Ustam için bir yazı yazmayı tasarladığım zaman, ek bilgiler almak üzere evine gidince tadabildim bunu; ayrıca, Sabahattin Bey’in sevdasıyla işini, ailesini, yurdunu bırakıp gelmezden önce doldurduğu plağı armağan etti.
Yaşadıklarımızı biliyorsunuz: şimdi toplum ve siyaset uzmanı gibi kanal kanal dolaşan bir alçak, herkese açık o güzelim ekin-sanat yuvasına süzülmüş, belge bilgi diye kendi uydurduklarını kâğıda dökmüş, Amerikan maşası üstlerine vermiş; 1971 kasırgasında, daha başka nitelikli insanlarla birlikte Eyuboğlu çifti de yakapaça kodese tıkıldı; ve cânım Ustam, dünyanın en temiz insan ve ekin sevenlerinden, gerçek ışık kaynağı bırakıldıktan kısa bir süre sonra can verdi.
Tıpkı Sivas’ta diri diri yakılan 37 insanımızın ısrarlı çağrılarına, yakarmalarına aldırmayan, telefonu açıp oradaki birlik komutanını aramayan, dahası bir helikoptere atlayıp Sivas’a gitmeyen, gidemeyen Erdal İnönü’nün bugün en küçük bir üzüntü duymadan ortalıkta dolaşması, ayrıca herkese demokrasi, hoşgörü (?) dersi vermesi gibi, Sabahattin Eyuboğlu’nun erken ölümünden sorumlu Mahir Kaypak da utanıp arlanmadan salınıp geziyor, yüzüne tükürülmediği gibi, tersine alkışlanıp saygı görüyor. Demek ki, sevgili Metin Aydoğan’ın belgeleyip anımsattığı üzere, sevgili Atamızın ölümünden topu topu 5 ay sonra, Nisan 1939’da ABD ile imzalanmaya başlanan ikili anlaşmalar kusursuz işe yaramış, güzelim Anadolu halkı iyice yozlaşıp çürümüş, bütün soylu değerlerini unutmuş!
Dünyamızın en soylu, en yüce gönüllü, gerçekten uygar insanlarından birine vurulup ülkemize gelen; kendi ince, üstün niteliklerini sevgilisininkilere katan; ömür boyu insanlara da, doğanın bütün öbür varlıklarına da, kendisine yapılanlara bakmaksızın bütün benliğiyle sevgi, ilgi gösteren Magdi Ruffer Eyuboğlu da sonunda yoruldu; yıldızların arasına, sevgilisinin yanına döndü.
Cihangir’e taşınalı beri onu, özenli giyiminden, inceliğinden hiçbir şey yitirmeksizin geldiği alışveriş merkezinde görürdüm sabahları; ötesini berisini alır, bir taksiye biner, Gümüşsuyu’na dönerdi.
Doğrusu, olasılık-gereklilik ikilisine ne kadar teşekkür etsem azdır: insanlık tarihinin, çağımın, ülkemin en seçkin bu iki varlığını tanıyıp sevmeme izin verdi.
Geçen gün o günlerden kalma bir dostumu, Teoman Aktürel’i de yitirdik; benden beş altı yaşbüyüktü sanırım; biz Bölüm’de okurken, yazınsever arkadaşım İrfan Yalçın’la koridorda dolaşırken, zaman zaman geldiğini, derslere değil, Adnan Benk’in odasına girdiğini; Türk Yazını Bölümü’nden gelen Hamdi Tanpınar’ın da onlara katıldığını görürdük. Okul bitti, çevirmenliğe başladığımda doğal olarak De Yayınevi’nde, Memet Fuat’ı görmeye gelince görürdüm onu; bir ara ortak dostlarımız Beral-Teoman Madra’nın evlerinde karşılaştık, bir yaz Ayvalık’ta konukları bile olduk. İyi eğitim görmüş, nitelikli, duyarlı insanlardan biriydi Teo; ama toplum, gittikçe ağır basan Amerikan düzensizliği ondan yararlanmadı, yeteneklerini kullanmasına izin vermedi; içten içe çürüdü gitti sevgili dostum, sayısız benzeri gibi. Oysa örneğin Küba’da doğmuş olsaydı, kim bilir nasıl yararlı ve mutlu olurdu? Ya da, sevgili Atamız, Fidel gibi, şöyle bir 50 yıl başımızda kalabilseydi…
Sait Maden geçen yıl Nilgün’le beni Hilmi Akman’la tanıştırdı; Hilmi, hukuk kitapları basıyor, Yargı Dünyası adlı dergiyi çıkarıyor, artık yazınsal yayına da girmek istiyormuş. Yayınevinin adı konusunda biraz kararsızlık geçirse de, sonunda Zigana’yı seçti, ve bu ay ilk kitaplarını çıkardı.
İlki, Edgar Allan Poe’nun Arthur Gordon Pym’in Olağanüstü Serüvenleri; okurken göreceksiniz, bir bakıma türündeki benzerlere öncülük eden, Jules Verne’in ele aldığı bir konuyu işleyen çarpıcı, ilginç bir anlatı; Nilgün Şarman’ın özenli, şiirsel çevirisiyle. Saitçiğim her zamanki titizliğiyle, yayınevine yalın, çarpıcı bir simge tasarlamış; kitap kapakları da onun. Hilmi de, Sami Abbas’ın özenli dizgisi, Hanife Kıdık’ın kılı kırk yaran düzeltmenliğiyle, kusursuz kitaplar ortaya çıkarmış. Harfler büyük, seçilen kâğıt hafif ve nitelikli. Amansız sömürgeci saldırısıyla allak bullak olan ülkemde, insana, yazara, okura, yayıncıya yakışan kitaplar. Yürekten alkış.
İkinci kitap Jack London’dan Ayten Maden’in çevirdiği Uzak Bir Ülke adlı öyküler; kitapseverler London’u yakından tanır elbet; yapıtta üç uzun öyküsü yer alıyor.
Üçüncü yapıt, Aldous Huxley’in, Cesur Yeni Dünya; Ender Gürol çevirmiş. Buharlı makinenin, dizi üretimin, işleyimin, uygulaymın bulunuşundan sonra dünyanın, canlı varlıkların, o arada elbet kendisinin duygusal, coşkusal yanlarını küçümseyen, her şeyi makineye benzetmeye girişen insanoğlunun karşılaştığı, karşılacağı tuzakları, kapılacağı zorba yönetim hevesinin sakıncalarını anlatan bir yapıt. Düşülkelerin (ütopyaların) hangisini düşleyip gerçekleştirmeye çalışmamız gerektiğini anımsatan dürüst bir çağrı. Ama görünüşe göre, anamalcılık, bu sağlıklı uyarılara şimdilik bütün gözleri kulakları beyinleri kapatmış; bakalım ne zaman dönebileceğiz bu öldürücü gidişten?
Dördüncü kitap, büyük talihsiz ozan Mayakovski’nin sevgilisi Lili Birik’e yazdığı mektuplar; ilk basımını sevgili Memet Fuat’ın De Yayınları’nda yaptığı kitabı sonra Yazko, ardından Kavram Yayınları basmıştı; Sait’le Hilmi, sağolsunlar, Memet Abi kadar güzel bastılar bu yürek burkan sevda şarkılarını.
Son kitap, 800. yılını kutladığımız Mevlânâ’dan; Abdullah Öztemiz Hacıtaciroğlu’nun çevirdiği Mesnevi’den Seçmeler. Büyük gizemci ozan-düşünürün bu özdeyiş-öğütleri, dayanılmaz duruma gelen güncel yaşamdan kaçıp biraz erinç, dinginlik bulmasına yardım edebilir.
Can Yayınları da Nilgün Şarman’ın bir çevirisini bastı tam bu günlerde; Çinli yazar Su Tong’un Pirinç adlı romanı. 1930’larda, bin bir çalkantı içindeki Çin’de en temel besin olan pirincin ayrıca para yerine geçişini, cinsel ilişkilerde etkileme ya da işkence aracı olarak kullanılışını çok çarpıcı bir dille anlatmış Su Tong; Şarman’ın zengin, pürüzsüz Türkçesiyle yaz günlerinizi şenlendirecek bir yapıt.
Berfin Yayınları da iki kitabı gönderdi; ilki, Askeri Öner’in, Anadolu’da Kızılca Halvet’i; Aleviliğe, Bektaşiliğe dek uzanan yolun başındaki “Gizli Buluşma Yeri-Halvet” kitabın adı ve konusu; Anadolu’daki ilk temel ayaklanmalardan Babaî Ayaklanması’nı ele almış yazar, ilkin film öyküsü, sonra roman olarak yazmış. Meraklısı için gerçekten çok ilginç bir yapıt.
İkinci kitapsa Sadık Yılmaz’ın Umuda Akan Nehir’’i; yazar burada altmışlı, yetmişli, seksenli yıllar boyunca daha insanca bir yaşam umuduyla Batı’ya, Avrupa’ya koşan, akan yığınların öyküsünü anlatmış; zavallı insan kardeşlerimiz! Umut kaynağı diye koştukları ülkeler aslında bütün dünyayı en az 500 yıldır amansızca, acımasızca sömürenlerin kalesiydi. Şimdi ne duruma düştüklerini örneğin Bânû Avar’ın kitaplarında, belgesellerinde görüyor can gözünü yummamış olanlar. Gözünü kulağını körleştirmiş olanlarsa ABD, AB seçiminde kendi iplerini elleriyle yağlıyorlar: hani şu sözümona ulusçu (?) MHP başının kendisini dinleyenlere attığı ip!
Yapı-Kredi Yayınları’ndan da iki kitap geldi; ilki değerli ozanımız Oktay Rifat’ın Bir Kadının Penceresinden adlı romanı; 1975’lerde, evli üç çocuklu bir kadınla yine evli devrimci bir erkeğin gizli sevdalarını anlatıyor büyük ozan. Okumamış olanlar için.
İkinci kitap A.Adnan Azar’ın şiirleri: Beyaz Ayarı. Kitabın 37 bölümlü Işık Oyunları şiirinden 36. bölümü paylaşalım:

dedi, seninle ben
bir cehennem oyunundayız

dedi,’rol’
çaldık fırtınalardan.

kaldık, dedi, kaldık
aynaların ardında.

dedi, mühürlendik
dedi, sırlarımıza.

dedi, sahne.

dedi, hani
dedi, perde.

Berfin/Bahar. S. 114. Ağustos 2007.

25 Temmuz 2007 Çarşamba

YAŞAR ÇAĞBAYIR

Bugün size sıradan bir kahramanın sıradışı çalışmasından sözedeceğim.
Yaşar Çağbayır, Sökeli bir Türkçe öğretmeni; 1968’de okulunu bitirip Konya Ereğli’nin Halkapınar Bucağı’ndaki ortaokula atanıyor; görev yerine gittiğinde okulun adının var, binasının bulunmadığını görüyor. Bir öğretmen arkadaşıyla ilkokulun alt katında iki sınıf açıp çalışmaya başlıyor. Okulun yazışma işleri de doğal olarak onun üstünde. Günün birinde bakanlıktan “ekteki belgenin ‘mümzi’ ve ‘temhir’ kılınarak iadesi” diye bir yazı alıyor.(Ben 70 yaşındayım, bunca yıldır dille uğraşıyorum, bu iki sözcüğü bilmiyorum; 1968’de MEB’dan gelen yazıya bakın!) Türkçe öğretmeni Yaşar da bilmiyor doğal olarak, bütün sözlükleri karıştırıyor, yok, yok. Yazı makinesinin başına geçip “ Okulumuzda mümzi ve temhir bulunmamaktadır. Bilgilerinize arz ederim” diye yanıtlayıp kaymakama götürüyor. Kaymakam yazıyı okuyunca gülmeye başlıyor: “Hay deli çocuk, istenen dizelgeyi zaten imzalayıp mühürlemişsin”diyor.
Bu olay yaşamını değiştiriyor; bilmediği sözcükleri bir kenara yazmaya başlıyor. Önce fihristlere yazıyor, onlar yetmiyor, fişlere geçiyor, bu fişleri ayakkabı kutularında saklıyor. O kadar çoğalıyorlar ki, yıllar sonra evden taşınırken salt onlar için bir römorkör getirmesi gerekiyor.
Bulduğu yeni sözcüklerle ilgili fişleri Türk Dil Kurumu’na bağışlamayı düşünürken, yurdumuzun başına indirilen 1980 gürzünden sonra 1981’de bütün okullara “her sınıfta bir Türkçe Sözlük bulundurulacak”genelgesinin ardından cayıyor. 25 sınıfına aldırdığı Mehmet Doğan’ın sözlüğündeki yetersizlikleri görünce, yazara mektup gönderiyor. 3 ay gece gündüz çalışıp düzelttiği Sözlük bu biçimiyle yeniden basılıyor.
O arada Yaşar Çağbayır 1993’te MEB’dan Tarım Bakanlığı’na geçiyor, kendine ayıracak zamanı artıyor. Ne yapayım şimdi? diye düşünürken, biriktirdiği sözcüklerden bir sözlük oluşturmak geliyor usuna. Özbek diliyle Türkçe arasındaki benzerlikleri görünce, Uygurcaya eğiliyor. Bu konudaki yabancı kaynaklı belgeleri 2 oğlu Türkçe’ye çeviriyorlar. En çok TBMM Kitaplığı’ndan yararlanıyor. 800 kitabın fotokopyasını yaptırıyor, 142 000 kaynağı tarıyor. Ele aldığı sözcüklerinin kökenini araştırıyor.
1998’de emekli oluyor; artık bilgisayarla çalışmaya başlıyor. Biriktirdiği fişleri sayara tam 5 yılda aktarabiliyor. Fişleri bir an önce sayara geçirip başından atmak istiyor, çünkü faranjiti var, kutulardaki fişler müthiş nemlenmiş; kurutmaya kalkınca yazılar silinmiş. Fişlerin sayara geçirilmesi bitince, sıra köken bilgisine gelmiş. O da 3 yılını almış. Günde 8 saat sayar başında çalışınca orası burası tutulmuş,omuzları çökmüş, bedensel sağaltıma girmesi gerekmiş. Bir ara o kadar bunalmış ki, dolaşmaya çıktığında içinden bilgisayarın çalınmasını ister olmuş. Ama o arada yazdıklarını disklerini çekmiş. Sözcükleri bir köşeye yazmaya başlayışından 38 yıl sonra Sözlük basıma hazır duruma gelmiş.
Bu kez de yayınevi bulma sorunu var elbet; her kapıyı çalmış, sonunda Ötüken Yayınevi ilgilenmiş; bir yıllık hazırlığın ardından 5 ciltte, 5744 sayfada 246 000 sözcük içeren bu çarpıcı yapıt gün ışığına çıkmış.
Bu Sözlük’te, Göktürk, Eski Uygur, Hakaniye, Oğuz, Eski Anadolu, Osmanlı, Çağdaş Türkçe’nin yanında Anadolu, Rumeli, Kıbrıs, Kerkük ağızlarında ve Osmanlıca bir dizin verilmiş. 246 binin 55 bini Osmanlıca, 10 biniyse Fransızca, Rumca ve İngilizce; geri kalan 180 000 sözcük Türkçe. (Hey gidi hey, Türkçe yoksuldur, Batı dillerinde yazılmış şeyleri aktarmaya yetmez, yetemez! diyenlerin her yerleri çınlasın.)
Ötüken Türkçe Sözlük’te 800 yıl önce kullanılan sözcükler de var. Ön-Türklerle başlayan günümüze dek gelen bir dil birikimi, zenginliği.
Şimdi gelin de tek başına, kimseden en küçük bir destek, yandım görmeden, tersine alaya alınarak,kösteklenerek, salt bilgiye dayanan sezgisiyle bunun böyle olduğunu öne sürüp araştırmaları başlatan Türk Dil ve Tarih Kurumları’nı kurup ulusuna armağan eden (80 balyozu ikisini de neye çevirdi biliyorsunuz) Atatürk’ün önünde yerlere eğilmeyin! Ve onun sezdiklerini Yaşar Çağbayır’dan çok önce kanıtlayıp belgeleyen Kâzım Mirşan ile Halûk Tarcan’ı ayakta alkışlamayın
Sıradan Anadolu kahramanı Yaşar Çağbayır, bugün yapıtındaki sözcük sayısını 546 000’e çıkarmak istiyormuş. Onu da yürekten alkışlıyorum elbet.

1 Temmuz 2007 Pazar

1 MAYIS’I KÜBA’DA YAŞAMAK

Bunu geçen yıl istemiş, başaramamıştık; bu yıl geçekleştirebildik.
25 Nisan’da Paris yoluyla Havana’ya uçtuk. Küba’ya gidebilme talihine erenler biliyor, eski Havana’da, körfeze bakan bir konukevine yerleştik.
O gün 12’den sonra geldiğimiz için, akşam yemeğini dışarıda yemek gerekti; konukevinde görevli güleryüzlü bir insan bizi alıp evler arasındaki bir aşevine götürdü; en doğal biçimde, müzik eşliğinde ilk yemeği tattık.
İlk gün eski Havana’yı dolaşma vardı; öğlen yemeği, Hemingway’in sürekli gittiği bir yerdeydi; doğrusu ünlü yazar ağzın tadını çok iyi biliyormuş: irili ufaklı hayvan öldürümünden arta kalan zamanlarında, Havana’nın en usta aşçıları kendisine yerel lezzetleri sunmuşlar.
Alanın birinde bir küme çocuğa rastlıyoruz, başlarında öğretmenleri, bir köşede çember olup bedeneğitimi yapıyorlar; bağırıp çağırma yok, bedeneğetmi oyunla dans arası bir şey. Bir hanım arkadaşımız şeker dağıtmaya başlayınca, öğretmenin bir işaretiyle çöküyor, uslu uslu ellerini uzatıp bekliyorlar. Sevil dayanamayıp tombul bir çikolatanın kolunu öpüyor
Soluklanmak üzere oturduğumuz kahvede elbet müzik var; az sonra karımızdaki kilisenin önünde üç kız bir oğlan beliriyor, bin bir renkli giysiler içinde, sırıkların tepesinde dans etmeye başlıyor, bize doğru geliyor, köşeyi dönüyor, öbür yöne ilerleyip gözden yitiyorlar ; masal gibi.
Ertesi gün, yerel kılavuzumuz Yuri Nápoles önderliğinde, Junior’un kullandığı rahat otobüsle Santa Clara’ya yollandık; Santa Clara’nın Küba tarihinde özel bir yeri var: 1956’da 80 arkadaşıyla Granma gemisine binip Küba kıyıların yanaşan Fidel’in candaşı, yoldaş Che Guevera, Batista’ya karşı giriştikleri vurkaç savaşının sonlarında, Santa Clara’ya doğru ilerlemekle görevlidir; bütün ülkedeki direniş ve ayaklanma o kertededir ki, önüne gelen küçük yerleşimleri birer birer ele geçirir; ve kendilerinin de hesaplayamadığı bir anda kenti teslim alır. O anda Batista ‘nın ordusu kalmamıştır artık, nitekim zorba da ülkenin varını yoğunu çantalara doldurup kaçar.
Güzelim Küba halkının, yüzyıllardır sürüp gelen bağımsızlık özlemi, her türlü yabancı boyunduruğuna başkaldırma geleneği olmasa, 12 kişi dağın birinden yola çıkıp bunu sağlayabilir miydi?
Bütün devrimciler, koşulların ve halkların önemini çok iyi bilir; Mustafa Kemâl de, Fidel de. Ama Guevera biraz daha telaşlı, “Her yerde bir Vietnam” özlemine dayanamayıp önce Afrika’ya,, ardından Bolivya’ya gitti,biliyorsunuz; ancak Bolivya’da o sırada koşullar ve halk hazır değildi, bir de Moskova’ya bağlı Komünist Partisi desteklemeyi bırakın karşı çıkınca, genç yaşında vurulup gitti.
Fidel ve Küba halkı ona borcunu unutmamış; Santa Clara’nın en güzel tepesinde ona bir anıt-gömüt dikmiş; çok çarpıcı beyaz bir mermere devrimin simgeleri işlenmiş; önünde, dev boyutlu, eli tüfekli Che.
Arkada, kara mermerden son derece yalın bir müze, karşısında Che ile arkadaşlaranın kemiklerinin saklandığı oda; müzede, dağlardaki savaş sırasında Guevera’nın kullandığı çeşitli şeyler; saatleri, silahları, hekimlik araçları, defterleri, giysileri. Ata ya da katıra binerken kullandığı eyer yırtılmış, kalın beyaz iplikle dikilmiş, öylece duruyor.
Gömüt olarak ayrılmış odada hafif bir aydınlatma; duvarda devrim uğruna can verenlerin resimleri, kısa tarihçeleri; Che onlardan ayrı, orta yerde. Buraya tapınağa girilir gibi giriliyor, resim çekmek yok, bağırıp çağırmak da öyle, cep telefonları kapalı.
Yuri bizi yerel parti binasının önündeki Che yontusuna da götürüyor; Küba’da bütün yontular, José Marti’ninkiler de, öbür tarihsel kişilerinki de, alabildiğine gerçekçi, yalın, ama çarpıcı. Hele Che’nin bu yontusunu görmenizi isterdim: gerilla giysileri içindeki Guevera’nın bedeni devrimin özeti gibi; omuzunda at üstünde küçük bir insan, sırtındaki pencerede bir kadın, kollarını dayamış geride bırakılan yola bakıyor; bir elinde tüfek, öbüründe küçük bir çocuk, bacaklarında gerilla savaşçısı arkadaşları. Düşgücü zenginliği sevinç çığlıkları attıracak gibi.
Sonra, Che komutasındaki devrimcileri yenmek üzere Hava’dan yollanan askerleri ve donanımı taşıyan şimdi artık canlı müzeye dönüştürülmüş ünlü zırhlı treni görmeye gidiyoruz; yanımıza gençlerle dolu bir otobüs yanaşıyor, 1 Mayıs şölenleri için Havana’ya gittiklerini sanıyor; ama sorunca, öyle olmadığını öğreniyoruz: bunlar, devrim tarihini yurttaşların, özellikle öğrencilerin belleğinde diri tutmayı amaçlayan olağan gezilermiş. Bizde ikide bir soruyor iyi niyetli insanlar: neden gençlerimiz tarihimizi bilmiyor, neden Amerika’ya, Avrupa’ya bu kadar çok öykünüyor? diye. Oysa sevgili Bânû Avar, Sınırlar Arasında’nın her bölümünde Avrupa’nın, gençlerinin ne kadar çürüdüklerini gösteriyor, bıkıp usanmadan, çarpıcı, şiirsel anlatımıyla. Ancak görecek göz, anlayacak beyin gerekiyor.
Geceyi Cienfuegos kentinde geçiriyoruz; ertesi gün, Ünesco’nun , nasıl olduysa, tarihsel kalıt sayıp koruma altına aldığı kente, Trinidad’a gidiyoruz.
Bu tam bir sömürge kenti; Küba’dan ve çevreden yağmalanan zenginliklerle süslü, gösterişli evler yapılmış; bunlardan, tam tepede, aşağıdaki toprakları kuşbakışı denetleyen bir ağanınkini geziyoruz; geniş odalar, piyanolar, yontular, büstler, kocaman mutfaklar, at arabasının konduğu geniş ahır, havanlar, toplar. Ağanın yaşamındaki her şey.
Trinidad, küresel ısınmanın da etkisiyle, kaynıyor; hele benim artık adım atacak halim yok; neyse kocaman pencereli, püfür püfür esen bir aşevi bulup sığınıyoruz. Yemeğimizi yerken, yanımızdaki odaya dört bir kişi girip çıkıyor, ellerinde çalgıları. Sevil içlerinden birine, peki ama bizim için çalmayacak mısınız? diye soruyor; hiç ummazken, José gelip bize unutulmaz bir yarım saat yaşatıyor; sıradışı bir sesi var, alabildiğine duyarlı; en bildiğimiz şarkıları bile kendince söylüyor. Ne yazık ki cebinde diski yok, bitmiş. Ancak videoda kalıyor şarkılarından birinin kısa görüntüleri.
Akşam, yarımadanın kıyısındaki konukevlerinden birindeyiz; alabildiğine yeşillik, çiçekli; tertemiz odalı.
Gündüz sıcak beni çok yorduğundan, Sevil,Nilgün, Sevgi gezideki öbür arkadaşlarla emekten sonra Trinidad’daki eğlenceye gidiyor; dönüşte ağızları kulaklarında: Küba’daki konukevlerinin,dinlence sitelerinin hepsinde müzik , özel gösteriler var; ama Trinidad’da başka bir şey yaşıyorlar: bütün kent, yediden yetmişe, en süslü giysileri içinde, sokaklara dökülmüş; kiliselerde, avlularında, anlarda, yumuşacık bir ışıkta, yabancı gezginleri eğlendirmek için değil, kendileri için oynayıp şarkı söylüyor. İnsanların doğallıkları, yaşama sevinçler, cinselliği duyumsayıp dışa vuruşları karşısında hem büyük hayranlık, hem de acı duyuyorlar: biz baskıcı ataerkil toplumlarda yaşayanların ömürleri nasıl da boşa geçmiş?
Sevgi, kıvır kıvır oynayan güzelim kızlara bakıp hayıflanınca, Sevil: “biz hanım hanımcık yetiştirildik”, diyor; dünyanın en ölçülü, en sakınımlı insanlarından Sevgi de bunun üzerine, kendini tutamayıp: “iyi mok yedik!” i yapıştırıyor. Yedik mi, zorla yedirildik mi? Hâlâ bütün dünya halklarına, amansız sömürü sürebilsin diye, eldeki bütün silahlarla yediriliyor mu?
Ertesi sabah katamaranla Cayo Blanco (Akbük) gezisi var; mavi-yeşil suları geçip küçük adanın geçen yılkinin sanırım tam karşı kıyısında, bembeyaz kumsala yanaşıyoruz; bir bölümümüz karaya çıkarken geri kalanlar gözlükle denizaltına bakmaya gidiyor. Geçen kez yanaştığımız yerde daha ayrıntılı bir dinlenme yeri, devrimin anıtlarından biri, giysi satan bir köşe vardı; burası daha ıssız, tek bir yapı var, içinde birkaç kişi öğlen yiyeceğimiz karidesli pilavı, salatayı, meyveleri hazırlıyor; ama burada da beklenmedik, şaşırtıcı konuklar var: iguanalar. Verilen ananas parçalarını paytak paytak seğirtip yutuyorlar.
30 Nisan’da, Havana’ya dönmek üzere Trinidad’dan ayrılıyor, öğle yemeğini yemyeşil bir açık hayvan bahçesinde yiyoruz; ardından, yüz yıldan daha yaşlı bir trenle şeker kamışı tarlalarına gitmek üzere yola koyuluyoruz; lokomotif de, üstü kapalı yanları açık vagonlar da cıvıl cıvıl renklere boyanmış; bir küme orta yaşlı, hattâ yaşlı insan çalıp söylüyor, gezideki hanımlar neşeyle dansediyor. Vardığımız şeker kamışı tarlasının önde ilkin birer parça kamış kesip soyuyor, emelim diye ellerimize tutuşturuyorlar; hafif tatlı bir suyu var kamışın. Çalıp söyleyenlerden yaşlıca bir bey, inanılmaz derecede güzel oynuyor; genç bir hanımı seçip karşısına alıyor, bir süre sonra yere kırmızı bir mendil yayıp üstüne basmadan sağından solundan sekip geçiyor; bizim genç hanım elbet aynısını yapamıyor, mendilin tek yanında oynayıp sırasını savıyor.
Bir köşede iki at var, isteyen, ikişer ikişer bunlara binip dolaşıyor; ama asıl gösteri Yuri’den: atlardan birine atlayıp trenin yanında koşturup haklı olarak alkışlanıyor.
1 Mayıs sabahı saat 6’da kalkıp hemen kahvaltı ediyor, 8’de otobüsle Devrim Alanı’na yollanıyoruz; sabah uyandığımda, İspanyolca bilmesem de, hemen televizyonu açıyorum; henüz ortalık kapkara, alıcının ışığında, dopdolu sokaklar gösteriliyor; özellikle kırmızı gömlek giymiş her yaştan insan, ellerinde çeşitli yazılar, coşkuyla anlatıyorlar.
Yuri önceden uyarmıştı, kalabalık yüzünden Devrim Alanı’na otobüsle gidilemeyecek, birkaç kilometre yürünecekti; küresel ısınma etkisini göstermiş, hava geçen yıla oranla en az 5/6 derece daha sıcaktı; güneş altında onca saat duramayacağım için, bizim kızları ve durduğumuz yerdeki öğrencileri görüntüledikten sonra, ben otobüste kalıyorum, öbürleri ellerinde, göğüslerinde güzelim bayrağımız, en az Küba halkı kadar coşkuyla Alan’a yollanıyor. Ben de konukevine dönüp yeniden televizyonu açıyorum; gerçek sevdamızdan ötürü elimizde şimdi 4-5 Küba, Fidel belgeseli var; onlarda, Havana sokaklarında, Devrim Alanı’nda toplanan milyonları kim bilir kaç kez izledik; ama bu kez burada, Küba’daydık, canlısı karşımızda, daha doğrusu hemen yanımızdaydı.
İlgilenenler biliyordur, sevgili Fidel yaklaşık bir yıldır hasta; gerek televizyondan, gerek burada Türkçesi de satılan Granma gazetesindeki resimlerden, nasıl iğne ipliğe döndüğünü; ama usul usul toparlandığını biliyoruz; gerçi gezide bize kılavuzluk eden Gürkan o gün belki şenliğe katılır demişti, ama gelemedi; yerine, dünyanın en coşkulu Emekçi Bayramı’na kardeşi Raul önderlik etti; Fidel bu şenliklerde eskiden en az 6 saat konuşurmuş,Raul soylu, doyumlu bir devrimci olduğu için hiç konuşmadı; onun yerine İşçi Sendikaları Federasyonu Başkanı kısa bir konuşma yaptı. Sonra geçit töreni, şenliği başladı.
1991’de Soyyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Küba çok zor bir döneme girmiş; bizdeki belgesellerden birinde Fidel halkına: gerekirse mağaralara dönün, toprağı yeniden karasabanla sürün, kuru ekmek yiyin, ama bu yoldan dönmeyeceğiz! Diyordu; öyle de yapmışlar. Dolayısıyla, konut yapımı da, varolanların bakımı onarımı da durmuş yıllarca; onun için bugün Havana’yı, Küba’ya dolaşanlar yıkık dökük, boyasız bir sürü yapı görüp, aman,ne kadar yoksul bir ülke, diyor ya da yazıyor; oysa o çetin yıllarda bile, ne eğitim aksamış, ne çocuklara verilen günlük bir litre süt. O arada kendi bilgisayarlarını da yapmışlar,38 ilacın uluslar arası satış hakkını koparmışlar anamalcı tekellerden, bir yığın aşı geliştirip üretmişler, isteyene yapımını gösteriyor, üretimlik açıyorlar.
Ama geçen yıl 48 yıllık amansız acımasız Amerikan ambargosuna karşın, %10’un üzerinde bir büyüme sağlayınca yeniden konut yapımına, varolanların onarımına girişmişler; o yüzden bu yılın öncüleri yapı işçileriydi: şenliğin önünde onlar yürüyordu. Ardından girişilen enerji dönüşümünün, sağlığa ve çevreye yararlı ürünler yetiştirme atılımının emekçileri; Güney Amerika’nın dört bir yanından gelen temsilciler; ilk okuldan üniversiteye öğrenciler; askerler. Hepsinin ellerinde bu yıl öncelikle iki konuyu vurgulayan yazılar: ABD, katil Posada’yı yargıla! /Kübalı5 yurtseveri bırak!/ Bush+Posada=Terorizm.
2 Mayıs’ta, Havana’nın kalan yerlerini dolaşıyor, Hemingway’in müzeye dönüştürülmüş evini geziyoruz; geçen yıl onarımdaydı, ancak uçsuz bucaksız bahçesini görebilmiştik; bu yıl dışarıdan da olsa evin içine baktırıyorlar; o sıcakta pek ilgimi çekmiyor, bir gölgeye sığınıyorum. Sevil’in bütün üstelemelerine karşın, evdeki amcanın herhalde kendi tüfeğiyle vurduğu arslana bakmıyorum: kafamdan, arslan vuracağına, acımasızca öldürülen boğaları keyifle izleyeceğine, Küba’da bir okul yaptırsaydın, adın böyle anılsaydı, geçiyor.
Sonra Cohimar köyüne, balık avına çıktığı koyun kıyısındaki lokantasına gidiyoruz; gelenek bozulmuyor, yine en usta aşevini seçmiş, unutulmaz bir balık yiyoruz.
Gezide tanıştığımız Nurgül-Alaattin Aktan çifti Küba konusunda daha bilgili ve deneyimli; ellerindeki kitaptan gidilecek görülecek yerleri iyi biliyor, oraları dolaşıyorlar.O akşam için bize de Guevera’nın yakın arkadaşı, Dr.Fernando’nun evinin alt katında çalıştırdığı Los Castus lokantısını salık veriyorlar; onlar Madrid üzerinden İstanbul’a doğru yola çıkarken, biz de doktorun aşevine gidiyoruz.
Gittiğimize de kat kat değiyor: yediğimiz istakozun, karideslerin lezzetini bir yana bırakın, asıl armağan doktorun kendisi; düşünün, İspanya’da doğmuş, genç yaşında ortaklaşmacılığı benimsemiş bu güzel insan, İspanya iç savaşından (hani şu arslan avcısı, boğa öldürümü vurgununun romanını yazıp Küba’da keyif çatma hakkını kazandığı kanlı çatışmadan) sonra, Arjantin’e sığınıyor, tıp öğrenimi görüyor Che ile birlikte, 11 yıl sonra oradan da kaçmak zorunda kalıp bu kez Macaristan’a uçuyor; bir 11 yıl da orada; evleniyor, iki kızı oluyor. O arada Guevera ile yazışması sürüyor; yemekte yanımıza gelip bize Che’nin mektubunun aslı ile fotokopisini gösterdi:Bunca yılda köprülerin altından çok sular aktı, pek çok şey değişti, astımım olduğu yerde duruyor. Yine eskisi gibi serüvenciyim, ama artık serüvenimin bir ereği var, diyor mektubunda. Ve mektubu, yeni adım Che diye bitirmiş.Aşevinin bir duvarında her yerde görülmeyen birkaç fotoğrafı asılı.
Dr Fernando, Che’nin çağrısı üzerine 1961’de Küba’ya gelmiş, hekim olarak, toplumbilimci olarak çalışmış, şimdi emekli; Fidel 30 dolar harçlık alıyor, o da 16; ek gelir sağlamak üzere açmış aşevini. Bizim kızların ne kadar ilginç ve yakışıklı bir insansınız diye övmelerini bir süre dinliyor, sonra utana sıkıla: Bu kadar yeter, lütfen! diyerek kesiyor.
Dünyanın en ilginç 4 ülkesinde yaşama talihine ermiş, çağımızın tarih yazan, bir ülkenin yazgısını değiştiren insanlarından birine yoldaşlık etmiş bu canlı tarih anılarını yazmış, ama onları yayınlamayı düşünmüyor; oğluna bırakacağını söylüyor.
Nasıl teşekkürler ediyoruz Nurgül’le Alaattin’e!
Son gün, uçak kalkana dek boşluk var, bizim üç kız yine Havana’ya koşuyor; bense konukevinin girişinde oturup bekliyorum; o arada özellikle konukevinde çalışanları, aralarındaki ilişkiyi gözlüyorum: sabah geliyor, ayrı renklerdeki giysilerini sırtlarına geçiriyor, bizdeki ya da Avrupa’dakinin tersine, güleryüzle işlerine koyuluyorlar; en küçük bir astlık üstlük belirtisi göremiyorum; sürekli ortalığı temizleyen, toz alan hanımla yönetim görevlisi hanım karşılaştıklarında (ülkede alışkanlık uyarınca) birer yanaklarını öpüp işlerine dönüyorlar.
Derken, Küba’da araba barbarlığı olmadığı, yollar bomboş olduğu için, bağırıp çağırmadan bir cankurtaran yanaşıyor kapıya; içinden araç gereç çantaları,sedyeleri ile beş altı kişi inip asansörle yukarı çıkıyor; yarım saat sonra iniyorlar, sedye boş: demek ki konuk odasında iyileştirildi.Gelip hemen yanımdaki masaya oturuyorlar; yönetim görevlisi hanım da yanlarına. Onlara soğuk birer içecek ısmarlıyor, bir yandan da sanırım tutanağını düzenliyor. Yine kesin dostça, kasıntısız ilişkiler; ayağa kalkan beyaz gömleklilerden hangisi yakınsa araç gereç çantasını sedyeyi o kapıp götürüyor.
Paris uçağı bir saat geç kalkıyor; Küba’yı gezmeye gelmiş Avrupalılar korkunç, içler acısı: ne durmayı oturmayı biliyorlar, ne konuşmayı; geçen akşam Ulusal Kanal’da sevgili Bânû Avar’ın anımsattığı gibi, bize hep “kıro” derler ya, asıl bu kendini beğenmiş kan emici sömürücü “kıroları” görecektiniz!
Paris hava alanı gerçek bir karabasan: yolcuları bir kapıdan öbürüne taşıyacak araçlar zamanında, yeterli sayıda gelemiyor, insanlar merdivenlerde, salonlarda birikiyor, üst üste yığılıyor; sonra ister istemez bir koşu. Biz bir saat geciktik ya, İstanbul uçağına ancak ucu ucuna yetiştiriliyoruz, hem de tam bir acıklı gülmeceye dönüşmüş arama taramalardan sonra; bavullarımız bu koşuya yetiştirilemiyor, ancak ertesi gün evlerimize getirilecek; hadi bunun için doldurulacak kâğıtların başına – neyse ki evlere dağıtım aksamıyor!
Küba’nın kendinden emin, telaşsız, yumuşacık düzeninden sonra, Avrupa gerçek bir korku filmi! Ve sevgili Fidel’in halkına seslenirken dediği gibi, nasıl da kıskanıyor, kızıyorlar 48 yıldır sımsıkı ambargo altında inletilmiş yoksul, ama onurlu mu onurlu bir halkın bunu başarmış olmasına!
Dostlarımız bize soruyorlar, iyi ama doymadınız mı Küba’ya gitmeye? Hayır; doyulur mu? Gittikçe zıvanadan çıkartılan Amerikan küresinde yaşayanlardan bizim gibiler için oraya gitmek gerçek bir sağaltım, bir soluk alma; yarın iki kuruşumuz olursa, yine oraya koşucaz, hem kendimizi ödüllendiricez, hem güzeller güzeli Küba halkına küçük bir yardımda bulunucaz.
Erol Bilbilik, Profil yayınlarının bastığı, Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler/Küresel İktidarın Kurmaylarıt adlı yapıtını yollamış;
“Emperyalizm, çürüyen kapitalizmdir. Emperyalist sistem akıl ve insanlık dışıdır. 21. Yüzyıl’da çürümenin zirvesine varılmıştır. Dünya sermayesi mafyalaşmıştır. Mafya, işlerini komplolarla yürütür. “
Bu saptamaların ayrıntısını merak ediyorsanız, hemen alın bu değerli incelemeyi.
Berfin Yayınları da beş kitabını birden gönderdi: Cemşid Bender’in Kürt Mitolojisi; Bektaş Tufan’ın Gazilik ve Kimlik’i; şiir dizisinde Ahmet Dümrül’ün Güzel İnsan’ı; Tekin Karabey’in Dar Hayat’ı, Mehmet Ataman’ın Sıcak Yağmurlar’ı.
Daha önce de belirtmiştim, dostum Mehmet Kıyat talihli insanlardan;yerinde verdiği bir kararla giriştiği galericilik ona başka ozanların düşlerinde bile göremeyecekleri bir olanak sağladı: şiirlerini üstelik büyük bir özenle, istediği kâğıda kendisi basabiliyor.
Bunların sonuncusu da geldi; Adnan Turani’nin bir resminin süslediği Daha İyisi Yok.
Değerli dostum Halûk Tarcan Paris sayfasını kapatıp yurda döndü, Mecidiyeköy’e yerleşti; geldiğinden beri sesleniyor, bir türlü buluşamıyorduk; sonunda Pazar günü yapabildik bu işi. Ç beş dostunu daha çağırmıştı; doğal olarak müziğin yanında ömrünü verdiği konuyu, Ön-Türkler’i ve dillerini, yazılarını konuştuk; konuklar arasında ressam-resim öğretmeni Ceylan Mutlu ile eşi M.Ünal Mutlu da vardı.
Ünal Mutlu da Tarcan gibi merakı çok yönlü bir insan: ODTÜ’sinde inşaat mühendisliği okumuş, ama sevdası dil, sözcüklerin, dolayısıyla uygarlıkların kökenleri. Önce Arapça,Rusça, Fransızca, Almanca, Latince, Grekçe’nin kökenlerine eğilmiş; son beş yıldırsa Sümerce, Çuvaşça, Eski Anadolu dilleri ve Etrüskçe’ye yönelmiş Son çalışmasını armağan etti: Dünya Uygarlıklarında Türk Dili ve Kenger (Sümer)Uygarlığı.
Kitabın başından birkaç satır alalım:
“Sümer yazısında harf yoktur, heceler vardır. Her hecenin bir resmi-çizimi vardır. Akadça-Sümerce sözlükleri kullanarak, Sümerce’deki her heceye bir anlam ve ses vererek Sümerceyi çözmek zaman zaman hatalara yol açmaktadır. Örneğin:
Ki(Sm): Yer, yurt
En(Sm): Kral,lord
Gir(Sm): Uygar, yüce, soylu
Kİ-ENGİR: Sümerler; Yüce Kralların Yurdu (?)
Oysa Sümerlerin ilk tanrısı ENGÜR’den yola çıkılarak bir açıklama yapılabilir.
Kİ Sümercede ve öbür Eski Çağ dillerinde ‘yer’ ve ‘Oğul, kul, sop,soy’ anlamlarına gelmektedir.
ENGÜR (SM):İlk Sümer Tanrıçası,’Tanrıların ve Evrenin Tanrısı’
Kİ-AN (Ön Tr): Kan, soy, oğul.
Kİ-EN-GÜR :Engür’ün soyu (Gürsoy, Gürkan)
Ancak en güçlü ve mantıklı olasılık, Sümerlerin olası anayurtlarının adı olan KENGE’nin (Harezm’in) Sümerlere ad olarak verilmesidir.
KENGE (Es Tr) : Harezm bölgesi.
KENGE –ERİ (Tr) : Kenge insanı, Kenge’den gelenler
KENGERİ : Sümerlerin gerçek adı.
Gördüğünüz gibi, son derece ilginç bir çalışma.Merak edenler Ünal Mutlu’nun şu yazışma adresine başvurup edinebilirler: unalmtl@yahoo.com
YKD, Kâzım Taşkent salonunda Peter Hristoff’un Mutlu-Mutsaz adlı sergisini açtı; her zamanki gibi kitabını da bastı. Burada doğup ABD’ye göçmüş, orada eğitim görmüş birinin dünyaya, sorunlarına, Türkiye’ye bakışı. Acı yok, üzüntü yok, uzaydan bakar gibi, her şeye dokunup geçmeler: ahhh! Keşke başta ABD, bütün sömürgeci sömürücü Batılar bu kadar aç gözlü olmasaydı da, dünyamız böyle toz pembe kalabilseydi.

Berfin/Bahar. S. 113, Temmuz 2007.