1 Ağustos 2006 Salı

“TÜRKİYE’DE YUNAN VAHŞETİ”

Bu, Müdafaa-i Hukuk Yayınları’nın son kitabının adı; insanın içini parçalayan bir kapakla hazırlanmış yapıtı Türkçe’ye Dr. Necdet Ekinci çevirmiş.
Kitap, Osmanlı ya da Türk belgeleriyle değil, ülkemizi çiğnemeye gelmiş çizmeleri giyenlerce, İngiliz, Fransız, İtalyan güçlerince ya da Kızılhaç Soruşturma Yarkuralları’nca saptanmış tutanaklara dayanıyor.
Bilmem kaç yıl Osmanlılarla bir arada yaşamış Anadolu Rumlarıyla İzmir’den başlayarak bütün yurdumuzu ateşe veren Yunan Birlikleri vardıkları her köyü, kasabayı, kenti yakıp yıkmış, insanları öyle birer kurşunla öldürmek hırslarını dindiremediği için kesmiş, parçalamış, ezmişler. Kitabın kapağında, ırzına geçildikten sonra ağzında bomba patlatılan 13 yaşında bir kızın resmi var.
Aslında bu, tek bir ulusa, kişiye özgü hastalık değil, biliyorsunuz; buyurucu sömürücü ataerkil anamalcı düzensizlik yürürlüğe konalı beri dünyanın her köşesinde, her çağda kendini gösterdi, gösteriyor.
Hani şu Büyük olduğu öne sürülen İskender, ilk Haçlı Orduları, 30 yıl, doyamayınca 100 yıl Avrupa’yı kasıp kavuran savaşlar, 1. ve 2. Dünya Savaşları, Almanlar, Japonlar, Amerikalılar, Fransızlar, İngilizler, İspanyollar yüzlerce yıldır neler ettiler insan kardeşlerine? Şu anda Afganistan’da, Irak’ta, Guantanamo zindanlarında, dünyanın bütün tutukevlerinde neler yaşanıyor?
Bunun bilimsel gerekçesi de egemenlerin (?) kuramsal yaymacasına ta başında damgasını vurmuş: büyük balık küçüğü yer.
Oysa, daha yansız bilim adamları gösterdiler ki, evrim, yalnız büyüğün küçüğü yutmasına, aralarındaki amansız koşup kovalamacaya değil, karşılıklı yardımlaşmaya, dayanışmaya dayanmıştır.
Bunun toplumsal-siyasal alana uygulanmasını ilk düşünüp yürürlüğe koyanların başında, sevgili Mustafa Kemâl Atatürk var: Yurtta Barış, Dünyada Barış.
Daha sonra gelen önderler arasından bir tek Fidel Castro bunu eksiksiz kavramış, Küba’daki parklardan birine yerleştirdiği Atamızın gövde-baş yontusunun altına hem Türkçesini, hem İspanyolcasını yazdırdığı bu ilkeye bütün varlığıyla inanmış.
Nitekim, eski SSCB’nin ya da Çin’in tersine, bugün dünyanın dört bir yanına, toplumcu öğretiyi benimsetmek üzere tank, top, uçak değil, eğitim orduları, hekim alayları gönderiyor.
O ve arkadaşları, işbaşına geldiklerinde Küba halkının %80’den fazlası okuma yazma bilmiyormuş; yalnızca bir yılda herkesi okur yazar kılmışlar; evrensel dayanışma yasasını eksiksiz bildiği için, kendisine çağrıda bunan herkese, Venezüella’ya, Bolivya’ya önce öğretmenlerini, ardından da yoksul insanları bağırlarına bassınlar diye hekimlerini gönderiyor.
Geçende Küba Dostluk Derneği’nde, 2005 Ocak ayında Pakistan’da yüzbinlerce insanı toprağa gömen depremin ardından bu ülkeye yollanan hekimlerin 5-20 Ocak arasındaki çalışmalarını gösteren bir belgesel izledik; filmin sonlarında, belki de dünyanın en tutucu insanları arasında yer alan Pakistanlıların, sözlü olarak anlaşamadıkları Kübalı kadın erkek hekimlere nasıl sarıldıklarını, bütün yüz ve beden anlatımlarıyla teşekkür ettiklerini görmenizi isterdim; içlerinden biri, sakalını sıvazlarken: “Fidel benim kardeşim, onun da işte tam böyle sakalı var”, diyordu.
Hayır, Fidel’in, tıpkı Atatürk gibi, kusursuz, apaydınlık bir bilinci var!
Bânû Avar’ın TRT 1’deki Sınırlar Arasında’sına rastlayıp baktınız mı hiç? Yalın, dürüst dille çok çarpıcı, yararlı bilgiler verir sürekli olarak.
Doğan Kitap, bu izlencenin eski bölümlerini kitaplaştırmış: Hüznün Toprağı Balkanlar’dan Geleceğin Gücü Avrasya’ya Sınırlar Arasında.
Avar, annesine adadığı kitabının başında şöyle diyor:
“Koskoca Osmanlı coğrafyası parçalanıp bölündüğünde, milyonlarca insan sınırla arasında kalmıştı. Balkanlar’dan Ortadoğu’ya, Kafkaslar’a kadar aynı dili konuşan, benzer davranışlara, benzer hislere sahip, aynı tehditlere maruz milyonlarca insan. Onlar yüzyıldır, hangi ülke sınırları içinde yaşarlarsa yaşasınlar, hep ‘sınırların arasında’ kaldılar…
Onlar Bulgaristan’ın Kırcaalisi’nde, Yunanistan’ın Gümülcine’sinde, Kamedonya’nın Kocaalisi ya da Suriye’nin sınır köylerinde yaşarlar. Batum’da, Kırım’da, Kerkük’te, İran’da onlara rastlarsınız.
Uzaklarda bizi anarlar, biz de uzaklara bakarız. Her ailenin kuşaktan kuşağa aktarılan anıları vardır.
Ben de sık sık uzakları hüzünle anan bir ailede büyüdüm. Belki bu yüzdendir ‘sınırlar arasında’ olup bitenlere merakım, bizden olanlara dokunma tutkum.”
Bu amaçla ilkin Balkanlar’a eğiliyor kitabında; bin bir yüzlü, acımasız Batılıların her birine ayrı bir mavi boncuk vererek kışkırttıkları Hırvatlarla Sırplar, güzelim Yugoslavya’yı nasıl kana buladı; Boşnakları, ardından Kosovalıları, Arnavutları, Makedonları nasıl çil yavrusu gibi dağıttı, anımsatıyor yerinde örneklerle.
Sonra Moldova’ya, Kırım’a, Gagauzya’ya, Kafkaslar’a geçiyor.
Batum’u, Bakû’yu kucaklıyor.
Yukarıda değindiğim dayanışmanın, yardımlaşmanın Türkiye, Rusya, İran, Orta Asya Cumhuriyetleri, Çin, Hindistan ve elbette Ortadoğu ülkeleri arasında olması gerektiğini iyi bildiği için, geleceğin gücü saydığı Avrasya’nın başlıca ülkelerini de ele alıyor; SSCB’nin nasıl çöktüğünü, ondan sonra Rusya’nın hangi sorunlarla boğuştuğunu, şu anda boğuşmakta olduğunu anımsatıyor.
Orta Asya petrollerini giden yolda büyük engel saydığı için ABD’nin Irak’tan sonraki hedef olarak bütün dünyaya yutturmak istediği İran’ı yapıcı, kollayıcı bakışla anlatıyor.
Dışişleri eski bakanı Ali Akbar Velayeti’nin danışmanı Prof Asgar Fardi:
“Türkler İran’ın her yerine yayılmıştır”,diyor;”İran hükümetinde bakanların yarısı Türk’tür. Ben İranlıyım, ama Türkiye’de kar yağsa, ben burada üşürüm”
“Türkiye ile İran birbirine karşı çok açık olmalı. Batı’nın, o tek dişi kalmış canavarın çökmekte olduğunu görmeliyiz. Biz, birbirimize muhtacız. Hava kadar, su kadar muhtacız.”
Ahhh sevgili Bânû, çok doğru elbet, ama bunu görmemizi engelleyen ABD, AB perdesini kim kaldırıp atacak?
Daha sonra, babasının doğduğu Halep’i gezip anlatmış; yine çarpıcı saptamalar yapıyor:
“Yüzyılın başı. Petrolün en yoğun bulunduğu yer Osmanlı Devleti toprakları.
Osmanlı hasta adam, güçsüz, borç batağında. O hâlde…
Paylaşımın başlayacağı yer de orası.
İngiltere ve Fransa Osmanlının ölümü için aralarında gizli bir anlaşma imzalıyor. Bu anlaşma imzacıların ismiyle anılıyor. Sykes-Picot Anlaşması’yla tüm Ortadoğu haritası değişiyor ( ne garip, tıpkı şimdiki gibi!). Yıl 1916.
Bir emperyalist devlet niye savaşırsa, Fransızları harekete geçiren de oydu. Fransız Dupleix Komitesi o yıllarda Osmanlı topraklarının nimetlerini şöyle açıklıyordu:
Kilikya, Suriye, Filistin, Kürdistan ve Musul bize hemen şunları sağlayacaktır:
Buğday: yılda 115 milyon kental.
Petrol: başka hiçbir yerde bulamadığımız ve yarın onsuz büyük bir millet olunamayacak petrol. Zira hayatî önem taşıyan petrolsüz ne ordu ne deniz kuvveti mümkündür.
Pamuk ve yün: işletmelerimiz bu maddeleri büyük güçlük ve korkunç fiyatlarla İngiltere ve Amerika’dan alabiliyor.”
Ne acı değil mi? şimdi Büyük Ortadoğu Projesi ya da Demokrasi Getirme Girişimi olarak yutturulmaya çalışılan bir elkoyma için o zamanlar çok daha dürüst ve açıksözlü davranıyormuş saldırganlar; ve bu uluslar arası çapulcu takımı de kadar açıkça söylerse söylesin, dağıttıkları kırıntılarla, yerli uşakları, basını, etkili kurumları öyle sımsıkı bağlıyorlar ki, en kesin olgular bile kurbanların gözünden, bilincinden kaçıyor, kaçırılıyor.
Batılı anamalcı sömürücülerin bu acımasız - üstelik canlı varlık olarak kendi geleceklerini de bile bile yok eden – saldırısını önlemek üzere, aslında, gelmiş geçmiş önderlerin en kavrayışlısı Mustafa Kemâl Atatürk’ün daha Selanik’te okurken koyduğu tanı uyarınca, ezilenlerin, sömürülenlerin uyanması, el ele vermesi, dayanışması gereği bugün çok daha ivedilikle gündemde.
Bunun olması gerekenden daha çekingen adımlarını, atılımlarını özetlemeye çalışıyor Avar son bölümde: Çin Mucizesi Mi?
Çin’de bağrına bastığı dostu Ren’e soruyor:
“Bu oluşumlarda Doğu’nun ‘birlikten güç doğar’ felsefesi önemli bir rol oynuyor olabilir mi Ren?
Doğru, diyor. Burada devlet, uyumlu toplum, uyumlu devlet, uyumlu bölge görüşünü önde tutuyor.”
Görünen o ki Çin, önce içinde uyumu sağladı, şimdi dıştaki uyumu yakalıyor.”

“Çin, bin yıl boyunca bünyesine giren her şeyi özümseyip bir sentez çıkarıyor. Budizm’de de, Marksizm’de de böyle oldu. Çin, yabancı her şeyi yoğurdu. Üzerine Çin damgasını vurdu.
Tüm dünyada aynı kelimeler bile Çinlileştirilmiştir. Televizyonun Çincesi ‘elektronik görme’dir. Telefona ‘elektrik ses’ denir.
Çin deyince sadece ekonomik büyümeyi görenler Asya’daki bu devi anlamadılar. ‘Çok fakirlik çektiler, n’apsınlar, komünist devlet eziyetine alışmışlar’, dediler.
Binlerce yıllık kültür ve gelenekleri göz ardı ettiler.
Biliyor musunuz, Çin’deki lokantaların adları bile derin bir felsegenin ipucunu verir.
Bir lokantanın adı ‘Göğün ardındaki gök’, bir başkası ‘Dağın ardındaki dağ’.
Ren’e sormuştum:
‘Sadece senin gördüğün gökyüzü yok, başka gökler de var’, demişti.
‘Bir dağın tepesine çıktığında, daha büyük başka bir dağların olduğunu görebilirsin’, demişti.
Ama önce bir dağa tırmanmak gerek. Çin diğer dağların varlığının farkında, ama kendi dağına tırmanıyor. Darısı başımıza!”
Son söz, Avar’ın dopdolu bir bilinçle andığı Atamızın:
“Bir ulusun mutluluk saydığı şey, diğer ulus için felaket olabilir. Aynı neden ve koşullar birini mutlu ederken diğerini mutsuz edebilir. Onun için halka gideceği yolu gösterirken, dünyanın tüm bilim, buluş ve gelişmelerinden yararlanalım, ama unutmayalım ki asıl temeli içimizden çıkarmak zorundayız.”
Sevgili Büyük Önder, Cumhuriyeti kurarken bunu eksiksiz uyguladı; Fidel de, Chavez de, Morales de şimdi aynı yoldalar.
Darısı yeniden ülkemizin, bütün ezilenlerin, sömürülenlerin başına!

Berfin-Bahar, Ağustos 2006, s.102

Hiç yorum yok: