1 Temmuz 2006 Cumartesi

KÜBALI HEKİMLER

KÜBALI HEKİMLER


9 Haziran akşamı José Marti Küba Dostluk Derneği’ndeydik; Küba Elçiliği 1. Yazmanı Alejandro Simancas Martin, ABD’de, mahkeme kararlarını da çiğneyerek – ne kadar tanıdık geliyor değil mi? – zindanda tutulan 5 Kabılının son durumunu anlattı kısaca. Uluslar arası toplum bu hukuk, insanlıkdışı tutumu kınamalı, bireysel olarak ya da topluca, örneğin BM Genel Yazmanı Kofi Annan’a kınama yazıları yollamalı, dedi. Ah iyiniyetli dostum benim! BM bağımsız bir örgüt mü? Geçen ay TRT1’de Banû Avar’ın başarılı belgeselinde de vurgulandı: yapılan bütün oylamalarda, 191 üyenin 188’i Kübaya uygulanan ambargonun kaldırılması için oy veriyormuş, ama bu akıldışı uygulama sürüyormuş! Çünkü dünyanın efendisi (?) böyle istiyor!
Aslında 1492’den beri, yeryüzünde ne hukuk var, ne adalet; parasal ve askersel gücü olan, gözüne kestirdiğini yiyor.
Bunun için yüzyıllardır son derece cicili bicili kılıflar da buldular, buluyorlar: ya insanları dinsizlikten kurtarıp İsa’nın kollarına kavuşturmak için yapılıyor bütün rezillikler, ya insan hakları, özgürlük, halk yönetimi için!
Başta ABD’de, dünyanın dört bir yanında parasal ve siyasal gücü ellerine geçirmiş olan çok küçük bir açgözlü azınlık ya demokrasi tasarısı’yla geliyorlar insanların karşısına, ya da Büyük Ortadoğu Tasarısı ile. Eh dağıttıkları dolarlarla her ülkede bu yalanın yutturulmasına gönüllü uşaklık edecekleri de buluyorlar.
Dolayısıyla, Alejandro gibi tertemiz yürekli insanlar uluslar arası tepkilerle, kınamalarla birtakım şeylerin düzeleceğini sanıyorlarsa – ki hiç olasılık vermiyorum buna – korkunç yanılıyorlar.
47 yıldır Küba’da uygulanageldiği, şimdi yavaş yavaş Günel Amerika ülkelerine yayıldığı üzere, anamalcı sömürgecilerin bütün kandırmaca örgüt ve kuruluşlarından çıkmak; sevgili Atatürk’ün de yaptığı gibi, ezilenler arasındaki dayanışmayı güçlendirip bu kör gidişe son vermek gerekiyor.
Sayın Martin’in konuşmasından sonra, geçen yıl Pakistan’ı yerle bir eden korkunç sarsıntının ardından yüzyıllardır soyulmuş soğana çevrilmiş, hem aç hem bilgisiz bırakılmış bu ülkeye yardıma koşan gönüllü hekimlerden daha önce bir yazımda söz etmiştim. Bu akşam bu güzeller güzeli insanların deneyimlerini kendi gözlerimizle gördük: atlamışlar uçaklarına, dağıtacakları ilaçları, hattâ orada tütecekleri besinleri de yanlarında getirerek uçmuşlar Pakistan’a; sarsıntı kış aylarında olmuştu; film de 6-20 Ocak 2005’te çekilmiş. Sözün gerçek anlamında çökmüş ülkede, eksi bilmem kaç derecede, lapa lapa yağan kar ya da sağanak altında, araçların gittiği yere dek onlarla, gidemediği yerdeyse sırt çantalarını yüklenip el ele tutuşarak Himalaya Dağı’nın yamaçlarındaki en ırak köylere gitti anamalcı çürüyüşten kurtarılmış gerçek insan kardeşlerimiz. Göz kırpmadan sürdürülen amansız acımasız sömürünün yere serdiği Pakistanlı kardeşlerine önce sevgiyi, hemen yanında sabırlı, eliaçık bilgiyi götürdüler: sardılar sarmaladılar, yeniden yaşama sevinci aşılamaya giriştiler. Ve dil engeline karşın, bunda öyle eksiksiz başarıya ulaştılar ki, en azından orada kaldıkları süre boyunca, zavallı insancıkların yüzleri güldü, gözlerine ışık geldi.
Tıpkı Guantanamo Yolu gibi; bu belgesel de Batılı şımarıkların yüzlerce yıldır dünyaya ettiklerini olduğu gibi gözler önüne seriyordu; ama burada, o ürkütücü filmin tersine, kurtuluş yolu da görünüyordu: şu bir avuç eşkiyanın elinden yarattığımız artıdeğerleri kurtarıp yeniden kendi erincimize harcayabilirsek, yeryüzü yeniden Kutsal Kitap’ta anlatılan, zorla elimizden alınmış Cennet’e kavuşacak!
Bu yalın, kolay, ama şimdi erişilmesi alabildiğine zor işi kendi ülkelerinde gerçekleştirip dünyalı kardeşleriyle paylaşmaya karar vermiş Fidel Castro ve ulusunu ne kadar alkışlasak azdır!
Dostluk Derneği gönderdiği iletilerden birinde Sayın Büyükelçi Ernesto Gómez Abascal’ın, Ankara’ya gelmezden önce çalıştığı Bağdat’taki izlenimlerini yansıtan kitabının Nâzım Kitaplığı’ınca basıldığını duyurmuştu: Bağdat Görevi.
Sonraki gidişimizde Emine Tahsin büyük incelik gösterip kitabı armağan etti. “Rastlantı+gereklilik” ikilisi öyle getirmiş ki, Sayın Abascal tam 2. Körfez Savaşı sırasında Bağdat’ta görev yapmış; Ekim 2002-18 Mart 2003 arasında, insanlığın oluşturduğu en yüce kavramları ağzına sakız eden, özgürlük, insan hakları, demokrasi için Irak’a geldiğini öne süren, binlerce, yüzbinlerce kişiyi bombalarla, kurşunlarla öldüren, insanlığın en değerli kalıtlarından Sümer Uygarlığı’nın Bağdat’taki bütün izlerini yerle bir eden, yıkmadıkları yağmalayıp ABD’ye götürenlerin bu edepsiz, hukuk, insanlıkdışı saldırısının hazırlığına da, uygulanmasına tanık olmuş. Sözümona “kitle imha silahlarına” elkoyacak; Saddam’ın çevreye zarar vermesini önleyeceklerdi; yaşarken bütün bu savların boş olduğunu, istemeye istemeye, kendileri de kabul etmek zorunda kalsalar da, oyun La Fontaine masalındaki gidi sürüp gidiyor: suyu bulandırmasa da kurt kuzuyu yiyor, hem de bütün dünyanın gözü önünde.
Burada savaştan, saldırıdan daha acıklı, geleceğimiz için tehlikeli bir şey ortaya çıkıyor: Anamalcı, sömürgeci, saldırgan Avrupalı şımarıklarla ABD’nin dışında kalanlar, başta Rusya ve Çin, bu korkunç eylemlere dur diyemiyor, yeterli caydırıcı tepkiyi gösteremiyorlar.
Tıpkı yurdumuzdaki ABD buyruklu PKK saldırıları sonunda şehit düşen yurttaşlarımıza sivil asker bütün insanların gömme töreni sırasında selam durması, övgü yağdırması, gözyaşı dökmesi gibi, sömürücülerin amansız saldırısı kınamayla, ilenmeyle önlenemiyor ki! Dünyanın dürüst emekçi halkları bu edilgenliğin sonunda kendi canlarını da alıp götüreceğini neden görmüyor, ya da görüyorlarsa, neden aynı derecede kararlı, somut bir tepkiyle karşı çıkmıyorlar? Uyutucu televizyonlarla basın bu kadar mı uyuşturdu hepimizi? Öyleyse canlı kalmaya hiç hakkımız kalmamış demektir.
Bereket yerküremizin öbür köşesinde, sevgili Fidel Castro’nun simgelediği bir uyanış derlenip toparlanış, el ele veriş var; zavallı çürümüş anamalcılar elbet aman buyurun istediğinizi yapın demeyecekler bu süreç karşısında; ama etkiye tepki böyle işliyor ne yazık ki: binlerce yıllık koşullanmayı bedelini ödemeden kıramayız.
Özlem Kumrular’ın Türkçeye çevirdiği Bağdat Görevi’ni alın Ernesto Gómez Abascal’ın; burnumuzun dibinde sürdürülen kıyım yurdumuzu parçalayıp yutmadan içinizdeki tepkinin diri kalmasına yardım edin: kitaptaki ayrıntılar, Uğur Mumcu’nun dediği gibi, bilgi edinerek kişisel bir görüş geliştirmenize olanak sağlar.
İki yararlı kitap da Berfin ile AsyaŞafak’tan geldi: Sedat Umran’ın çevirdiği Giordano Bruno’nun Diyaloglar’ı ve Yusuf Ziya Bahadınlı’nın Meclis’in İçinde Vurdular Bizi’si.
Meraklılar biliyordur, Giordano Bruno, Galileo’dan önce, evreni, dünyayı, insanı sarayın ve kilisenin kör çıkarcı buyruklarına göre değil, somut evrensel yasalara göre anlayıp açıklamaya girişmiş öncülerden; acımasız soyguna çomak sokmaya kalkınca yargılanmış elbet, ve ne yazık ki, Galileo kadar bilgelik gösterip o benzersiz, değerli beynini kurtarmayı içine sindirememiş, dünya dönüyor demeyi sürdürüp diri diri çarmıha gerilmiş, ateşe atılmış. Keşke öyle yapmasaydı da beyninde birikenleri insan kardeşlerine biraz daha yayabilseydi. Neyse, bu kitap, soylu düşünürün dünya görüşünü yakından tanımanıza yardım edecektir.
Bahadınlı ise, kestireceğiniz üzere, hani o düş gibi geçip giden TİP’si deneyiminin TBMM’sinde yaşanış öyküsünü özetliyor; şu zorlu dönemde aynı yanlışlara yeniden düşmemek, aynı acıları bir kez daha çekmemek için başvuru yapıtlarından biri.
Bu Salı, Dernek’te Didem Pakkan ile Serkan Arıkuşu’nun görüntülü söyleşisi vardı; el ele tutuşup geçen yılın Şubat’ında Küba’ya gitmiş on gün kalmış, belli başlı yerleri gezmiş, epey görüntü derlemişler. Biz de yeni döndüğümüz için izlenimler birbirini tamamladı. Sanırım bizim yarı yaşımızdalar, ama insan neye bakacağını biliyorsa, asal olanı görüyor.
Serkan’ın yüksek sesli soruları arasında biri çok öğreticiydi: 47 yıllık uygulamadan sonra, belli ki yeni düzeni özümsemişler; ama insan ‘neden devrimciliklerini daha açıkça dile getirip göstermiyorlar?’ diye merak ediyordu, dedi. Bunda bizim gibi Atatürk gideli beri, devrimi kitaplarda, filmlerde yakıcı bir özlem olarak görüp bekleyenler için belki olağan bir soruydu bu; oysa, gerek Avrupa’da, gerek bütün öbür toplumculuk denemesi yapmış ülkelerde tanık olunan gerçekleştirilmesi özlenen devrimi bıkıp usanmadan anlatmaya Küba’da gerek kalmamış ki! Onca kuşatmaya, yıkma girişimlerine, yaratılan yapay darlığa karşın, bir devrimin yurttaşlara kazandırması gereken en temel şeyler, parasız eğitim, sağlık, barınma, beslenme burada günlük yaşamın akışına çoktan girmiş; dahası, devrimciliğin vazgeçilmez ülküsü “bunu bütün dünya uluslarına yayma” hem sağlık, hem eğitim alanında elin erdiği her yere koşturuluyor.
Bir avuç çılgının bir türlü dolmayan keselerini beslemek üzere kamçılanan şu tüketime dayalı yaşam böyle sürüp gidemez oysa; akıldışı nüfus artışı da, dünyamızın sınırlı olanakları da buna izin vermiyor. Dolayısıyla, tıpkı Eski Çağların bilge insanları, Orta Asya halkları, Kızılderililer gibi, canlı cansız bütün varlıkları gözeten alabildiğine tutumlu bir yaşama dönülmesi gerekiyor. Küba ve güzelim halkı bunun yaşayan canlı örneği; doğrusu biz üçümüz, Sevil, Nilgün, ben, sanırım her şeyden çok buna sevindik Küba’da; bunu hepimizin geleceği için paha biçilmez bir umut saydık.

Ülkemin ve bütün ezilenlerin ölüm-kalım savaşı verdiği günlerde soylu, onurlu Anadolu çocuklarından Mustafa Yıldırım, aslında kendi karınlarına bıçak sokan şaşkın sömürücü İspanyollara karşı yalnız Kübalı kardeşlerini değil, insan türünü kurtarmak üzere başkaldırıp can vermiş devrimci ozan yoldaşına yazmış bu şiiri; okuyup ikisini birden kucaklayalım.
acemi avcı

okunu yüreğine saplamış
gecikmiş sevdalar avcısı
yeni zamanlar düşmanı
aşk öğütücüsü, uyku törpüsü
yırtılıp durmakta ufuklar
titriyor şimdi yıldızlar
aysız geceye tutsak beden
yorgun baş duvarlarda
yalnızlığa yatmış öfke
uzaklarda saklanmış özgürlük
Jóse Marti sierrasında isyan
kapanda ayaklar kanamakta
sağımda yalan zırhında bir ay.

Berfin/Bahar. S. 101. Temmuz 2006.