1 Mart 2006 Çarşamba

SÖMÜRGECİ UYGARLIĞI

CNBC-E, Kasım’da, Gillo Pontecorvo’nun unutulmaz filmi “Quiemada”yı gösterdi; çekimöyküsünü bu işin ustalarından Solanas’ın yazdığı film tam bir sömürgeleştirme tarihi özetiydi.
Antil Adaları’ndan biri olan Yanık Ada bir Portekiz sömürgesidir; İngilizler, geç kalmış olsalar da, buraya el koymak üzere Marlon’un canlandırdığı bir görevli (Walker) gönderirler: orada yerliler arasında baş göstermiş olan ayaklanmaya yol gösterecek, yetenekli bir önder bulacaktır. Uzun aralamalardan sonra tam umudunu kesip gitmeye hazırlanırken, Jose Dolores’i bulur; ona banka soymayı, Portekizli öldürmeyi öğretir; çalınan altınlarla sözümona ikisi de Ada’dan kaçacaklar, Jose köle olarak getirildiği Afrika’ya,Walker da İngiltere’ye dönecektir.Ama o tarih boyunca olageldiği üzere iki yanlı oynamaktadır; arada gidip Melezlerden birine Vali’yi öldürtür; elbet çalınan altınların ardına asker gönderilir.O da kucağı tüfek dolu Jose’nin sığındığı köye yerlilere silah kullanmayı öğretmeye gelir. Böylece, çatışa çatışa pişen Jose halk ordusunun başında Başkent’e gelir, yönetime ortak olur, ancak deneyimden yoksundur, dolayısıyla Melez’den hakça davranma sözü alıp köyüne çekilir. Walker da İngiltere’ye döner. Yeni yönetim şekerkamışının işlenip satılmasını bir İngiliz Kurumu’na vermiştir. Kurum gidişten hoşnut kalmaz, Walker’ı bu kez o çağırır; gelir, dün ortaya çıkmasını sağladığı Jose’yi tepeleme işine girişir; arada ordu, halkını gözetmeye çalışan Melez Başkan’ı devirip kurşuna dizer; o da ayaklanmacıların köylere sızıp dayanmalarını önlemek üzere Ada’yı yeniden ateşe verir, sonunda Jose’yi yakalayıp kente getirirler. Asılacak. Ama bizimkinin kafasındaki oyun bitmez; gidip iplerini keser, hadi kaç, özgürsün, der. Bereket Jose de onun kadar akıllıdır, ülküsünü korumak için kalıp asılmayı seçer. Hem de yine simgesel olarak Walker’ın yapımını öğrettiği iple asılmaya götürülürken bizim yetenekli paralı karıştırıcı da ülkesine dönmek üzere atına atlar.
Filmin bütün konuşmaları yerli yerinde, doğru ve çarpıcıdır; bir sahnede, yönetimi Melezlerle paylaşmaya razı olmayan Jose’ye, kapıda bekleyen çulsuzları göstererek:” Uygarlık zor iştir, Jose,der; çocuklarını bu adam mı okutacak, şu mu, öteki mi?”
Jose de, asılmaya götürülürken: “Hey İngiliz, bu mu senin uygarlığın? Ve ne zamana dek?” diye sorar.
Bu tutarlı filmin bence en zayıf – izleyici çekme açısından yararlı – sahnesi, Walker’ın tıpkı başta Jose’nin yaptığı gibi bavullarını taşıma önerisinde bulunan Kara Derili’nin bıçağıyla öldürülmesiydi: sömürgeci barbar Batı giden Walker’ın yerine binlercesini bulup kullanabilir, kullanmaktadır.
Bu nitelikli, soylu film 1970’lerin ürünü; sinemasız durulmadığından, sonra iki günceline gittik; birini, Kimin Fesi Olduğu’nu ancak kendisinin ve ağzı açık ayran budalalarının bildiği bir Koreli çekmiş:”Yay”. İnsanın böyle bir edepsizliği düşünebilmesi, yazabilmesi, onca para ve emek harcayıp çekebilmesi başlı başına başarı(!?) Ama dünya yurttaşlarının bunu sanat sayması, bu rezil adama ödüller bile vermesi daha da büyük ahmaklık başarısı!
Mehmet Günyeli, yaz başında, Bilim-Sanat Galerisi’nde “Yaşasın Küba” adlı bir sergi açmış, Fotoğrafevi serginin kitabını basmış, ben de burada sözünü etmiştim; onun verdiği coşkuyla olacak, Sinema Tarih Buluşması’nda aynı adda bir film görünce koştuk, ağzımızın payını aldık. Bu kez korkarım Kübalı bir soysuz dipyapıtına bu adı vermiş; al Kübalıyı vur Koreliye: sonunda bütün dünyanın saçmalık afyonuyla uyuşturulup şimdiki çetecilere armağan edilmesi sağlanmış olur!
O epeydir çalışıp ürettiği halde yeni tanıyabildiğim Sezgin Kızılçelik, bir toplantı için İstanbul’a gelince aradı, buluşup bir iki saat söyleştik; çoban kalmaktan benim gibi bir öğretmenin kendisini ve arkadaşlarını sınava sokmasıyla kurtulup sevgili Fakir Baykurt’u da okutmuş olan Gönen’e, Türkiye’mizin ve bütün dünyanın kurtulmasını sağlayabilecek olan Köy Enstitüleri yele verildiği için Öğretmen Okulu’nu bitirmiş; üniversiteyi Cumhuriyet Üniversitesi Toplumbilim Bölümü’nde okumuş, öğretim üyesi olmuş. Kökünü kökenini unutmayanlardan; dolayısıyla öğrendiklerini nereden gelip nereye götürüldüğümüzü aramakta kullanmış, gördüklerini kâğıda dökmeyi hiç aksatmamış. Gelirken çalışmalarından bir öbeğini alıp getirmiş, armağan etti. Kitapların hepsini Ankara’da Anı Yayıncılık basmış. “Küreselleşmenin İnsanî Olmayan Doğası:Zalimler ve Mazlumlar”, “Batı Barbarlığı 1”, “Frankfurt Okulu”, “Sefaletin Sosyolojisi” ,”Sosyal Bilimleri Yeniden Yapılandırmak”, “Özgünlüğün Sosyolojisi” ve “Atatürk’ü Doğru Anlamak”
Tam 656 sayfalık bu son kitabı, kaçınılmaz bir çağrıyla bitiriyor: “DÜNYANIN BÜTÜN EZİLEN ULUSLARI AMERİKA’NIN VE AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KAPİTALİST VE EMPERYALİST SİSTEMLERİNE KARŞI BİRLEŞİN!”
Zaten ya ezilenler bunu başaracak ya da bu çılgın çeteler hepimizi tarihin gömütlüğüne gömecek!
İşçi Partisi, Mustafa Kemâl’in Kurtuluş Savaşımızı tasarlayıp yakın arkadaşlarıyla konuştuğu Pera Palas’ta, 11 Aralık akşamı bir tanıtım toplantısı düzenledi: “Ermeni Soykırımı Yalanına Karşı Büyük Proje 2006”.
Lozan 2005’te yapıldığı gibi, çeşitli düzeydeki meclislerinden, ABD’nin öncülüğünde, art arta Türkler 1915-1923 arasında düzenli ve dizgeli olarak Ermenilerin soyunu yok etmişlerdir kararı çıkartan ülkelerin Başkentlerine gidip oralarda yaşayan Türklerle el ele bu kararları kınamak, kamuoylarını aydınlatmak üzere bir atılım başlatılıyordu; bunun ilk adımı olarak, Mehmet Perinçek’in Rus belgeliklerini tarayarak gün ışığına çıkardığı, Arif Acaloğlu’nun çevirdiği, Ermenistan’ın ilk başbakanı Ovanes Kaçaznuni’nin 1923 Parti Konferansı’na sunduğu “Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok” adlı raporu basmış Kaynak Yayınları.
Daha sonra, Ermeni birliklerinin başında o kıyıma katılmış olan subayların anılarını, tanıklıklarını yayınlamayı tasarlıyorlar.
Bunların hepsi çok yararlı, çok aydınlatıcı çalışmalar kuşkusuz; ama bir konuda küçük bir yanılsama içindeler sanıyorum: bütün dünyayı yüzyıllardır haraca bağlamış olan Barbar sömürgeci kıyımcı Batılılar öyle belgeye falan aldırmaz, bunlarla yol gelmez. Nitekim dün akşam televizyon kanallarının birinde 15-16 Aralık günlerinde Maçka Maden Fakültesi’nde yapılan Ermeni Soykırımı toplantılarında konuşan Onur Öymen, 1952’de bu raporun Amerika’da yayınlandığını, ama sonra bir çırpıda yok dildiğini söyledi. Bütün dünyayı 365 gün 24 saat, her saniye dinleyen görüntüleyen bu edepsizler işin aslını bilmiyor mu? Şimdi bizim bin bir engeli aşarak, tırım tırım ortaya dökeceğimiz belgelerin asılları onlarda değil mi?
Demek ki sorun belge bilgi sorunu değil; kurt kuzuyu yemeye çoktan karar vermiş! Sorun, tıpkı Mustafa Kemâl gibi, üstümüze gelene, “sakın ha, yoksa senden önce davranır canını alırım” deyip dememekte; şimdiki gönüllü ya da paralı devşirmeler elbet bunu yapmayacaklar; Anadolu halkı bağımsız kalıp onurlu yaşamak istiyorsa, Chavez gibi bir önder bulup bu yerli yabancı sülükleri üstünden atmayı başarmalıdır.
Bu bağlamda yeni bir kitap geldi dün; sevgili Metin Aydoğan’ın Umay Yayınları, Hakan Baş’ın “Unutulan Batı Trakya Türkleri” adlı çalışması.
Hakan Baş, aslında gözümüzün önünde duran, daha doğrusu binlerce soydaşımızın göbeğinde yaşadığı acı gerçekleri dile getirmiş kitabında; Anadolu’yu iyice parçalayıp yutmak, hastalıklı düşlerini gerçekleştirmek isteyen sınır komşularımız, bütün öbür AB ülkeleri gibi, sabahtan akşama “insan hakları”,”evrensel hukuk yasaları” diye ensemizde boza pişirirken, Batı Trakya’daki soydaşlarımıza, belli ki Atatürk’ün ölümünden bu yana etmediklerini bırakmamışlar. Hele şimdi hazır ABD’nin buyruğuyla AB kapısına sımsıkı bağlanmışken, her gün her saat ağızlarına gelen hakareti yağdırıyor, buradaki gönüllü ya da paralı uşaklarına her türlü akıldışı yasayı çıkarttırıyorlar. Yunan dışişleri bakanlarıyla sirtaki oynayanların elbet umurunda bile değil bu utanç verici gidiş; ama asıl şaşırtıcısı, Atatürk’ün ardını ağzından düşürmeyen ordusu; o nasıl katlanıyor bütün bu adım adım teslim edilişe?
Hakan Baş o ordunun deniz subaylarından biri; bu ayrıntılı, belgeli çalışmayı içi kan ağlayarak hazırladı belselli; eline beynine sağlık.
Güzel güzel yaşarken bir amansız yel Nihat Ziyalan’ı alıp yerkürenin öbür ucuna, Avustralya’ya uçurmuştu; orada filmlerde oynayıp oynamadığın bilmiyorum, ama yazınsal yaşamı sürdü elbet; derken iletişim ağında çıkageldi son şiirleriyle. Ardından, Adam Yayınları’nın Şubat 20005’te bastığı öykülerini yolladı:” Severim Pazartesileri”.
Ozanca yazılmış, içten öyküler; araya kısa şiirler serpiştirmiş; birini okuyup analım güzel dostumuzu:

saksıda bir yaşam olduğumu unutmuş
kök salmaya
toprak arıyorum


gübre bol
su eksiksiz
şaşırtıyor insanı havalar
olmadık yerde çiçek açıyorum

Kızıltoprak Galerisi, 10. Yılını kutlamak üzere düzenlediği sergilerin ikincisini 25 Aralık’ta açtı; bu kez sevgili sanatçılarından şunları kucakladı: Bedri Rahmi Eyüboğlu, Tülin Demiray,Zeynep Göle, Dilek Işıksel, Yusuf Katipoğlu, Maria Kılıçlıoğlu, Rasim Konyar, Türkân Sılay Rador, Hâle Sontaş, Gülseren Südor, Teoman Südor, Demet Yersel.
2005’i Birhan Keskin’in bir şiiriyle bitirelim, belki 2006 şiirsel geçer.


MORSALKIM

Gel çekirdeğe gidelim
Kışı duydu gözlerim.

Çıkmadım çünkü hiç. Uzanmadım. Sarmadım.
Toprağın gevşek karnında,
vaktin sarmalında döndüm,
döndüm.Döndümmm ve
Zamanın aynasında yapraklarımı gördüm.
Çıkmasam bile duvarın dibi gölge,
Ve baygındı kokum gölgede.

Gel çekirdeğe gidelim
Armut uyudu bahçede.

Vakit geniştir, vakit geniştir
Söyledim kaç kere!
Sarmak için bahçeyi bir köşeden bir köşeye
morsalkımlarla, yarısı öğle güneşinde
yarısı gölge
Morsalkımım: kokuna yandığım
Morsalkımım hey!
hey, yankım!
Gel çekirdeğe gidelim.




Berfin Bahar, Mart 2006, s. 97

Hiç yorum yok: