1 Kasım 2005 Salı

KÜBA’NIN YALANSIZ TALANSIZ DÜZENİ

Geçen gün, Kanaltürk’te, Merdan Yanardağ “Yolsuzluk-Yoksulluk” adlı izlencede, konuklarıyla, gündemin önemli konularından birini, şu ünlü Yasin El Kadı’yı ve Türkiye’deki kara para oyunlarını ele aldı.
Konuklarının ikisi de konuyu bütün ayrıntılarıyla biliyorlardı; tutumbilimci uzman, olup biteni çok güzel özetledi: anımsayacaksınız, ABD, 1980 24 Ocak’ında, o günkü uygulayıcısı Demirel’e bir dizi karar aldırmıştı; 1960 Ananası’yla ülkemizin toplumsal alandaki bütün kazanımlarını geri almayı amaçlayan kararlardı bunlar. Bunları elbet uyduruk da olsa yürürlükteki demokrasi’yle yürürlüğe koyamazdı; 1970’lerden beri sağlı sollu çatışmalarla altyapısını ördüğü tasarıyı uygulamaya koydu: 80 darbesiyle, ABD Çocukları’nı işbaşına getirdi. Onlar getirilecek zorba düzenin bekçileriydi. Elbet bir de parasal-siyasal uygulayıcı gerekiyordu. Turgut Özal. Bu hırslı yoksul çocuğu, üstelik devrim yapıyorum diyerek, ülkemizin varını yoğunu yabancılara silahsız armağan edecek kapıyı açtı: Türk lirasını yabancı paralar karşısında korumaktan vazgeçti; ayrıca borsa denen korkunç hortum kapısını açtı.
O günden beri, Türk halkı çalışıp üretiyor, yabancılar serçe parmaklarını oynatmadan milyarlarca doları alıp götürüyor. Bir de buna, içeride kalan parasal olanakları da bile bile, yeşil anamal adı verilen kesime yöneltince, yapı tamamlandı: ulusal üretim kurumları birer birer çökertilirken, birikimleri yine Batı’nın, başta ABD, kurdukları özelleştirme değirmeninde öğütülürken, Cumhuriyet karşıtlarının elinde inanılmaz bir anamal birikimi başladı . Bugün bunun somut sonuçlarını isteyen, görmeye razı olan, her yerde görebiliyor.
Küreselleşme, biliyorsunuz, yalnız anamalcıya açık, emeğe sımsıkı kapalı; dolayısıyla, küreselleşirken, her ulustan, daha doğrusu ÇOKULUSLU kara para gelip her şeyi ele geçirdi; siyasal partileri, meclisi, büyük ölçüde yargıyı. Başbakan ben Yasin El Kadı’ya kendim kefilim, derken, partisinin kuruluş ve işleyişinde, aslında ABD kararlı körfez parasının nasıl bir yer tuttuğunu elbet unutmuyor.
Bu kirli, öldürücü oyunu oynarken cicili bicili sözcükler çok yararlı kuşkusuz: insan hakları, sivil toplum örgütleri, sıcak para akışı falan.
Adındaki sıcak nitelemesine bakmayın, dışardan gelen para ölüm kadar soğuk, hiçbir yerimizi ısıtmıyor; borsaya, devlet kâğıtlarına yatırılıyor, bir kibrit bile üretmiyor – nitekim kibrit üretimlikleri de sonunda Çin’den gelen sudan ucuz çakmaklara teslim olup can verdi. Buradaki acı çelişkiyi görüyorsunuz değil mi? Toplumcu olduğunu öne süren bir ülkenin üretimi, kendi milyarlarını besleyebilmek için, Türk halkının çırasını söndürüyor!
Tutumbilimci uzmanın söylediğine göre, yabancı para, böylece kâğıt oyunlarıyla, dolar üzerinden yılda %185 gelir sağlayıp gidiyormuş; aman ne yağlı ballı açık pazar!
2002’de 140 milyar dolar olan dış borcunuz 360 milyar doları bulmuşsa, ne ulusal işleyiminiz, ne ulusal siyasetiniz, ne ulusal savunmanız kalır! Nitekim kalmadı; tam teslim oluşun önünde, görünüşe göre, bir tek TSK kaldı. Dört bir yandan bütün araçlarla saldırılan TSK!
*
Sağolsun, Bânû Avar da Sınırlar Arasında adlı kusursuz izlencesinden, sorunun Avrupa, AB, Almanya bölümünü ele aldı. Durmadan ülkemize gelip giden, Kürt kardeşlerimizi candan yürekten sevip sayan (!), hiçbir şeyden yoksun kalmamaları için kendi ülkesinden yaşayan örneğin Türklerden de, kendi yurttaşı (?) eski Doğu Almanyalılara yaptığından daha çok çaba harcadığı Güneydoğulu insanımız adına bize en ağır eleştirileri yöneltenlerle konuştu; siz Kürtler Anadolu’da anadillerinde öğrenim görsün diye yeri göğü inletirken neden buradaki 2 milyon Türk’ün çocukları aynı hakka sahip değil? Neden okullarının bahçesinde, giderek evlerinde bile Türkçe konuşmalarına izin vermiyorsunuz? gibi sorular, aynı yanıtla karşılandı: haa, o konu başka, şimdi onu geçelim.
Bayan Roth da, yeni Nazi Partisi’nin sözcüsü de, kendini tarihçi diye yutturan Alman haberelma görevlisi düzmece profesör de, o dar bencillikleri içinde haklılar belki – belki diyorum, çünkü bırakın uzunu, orta erimde bile, bugün sırt üstü yatıp elin emeğiyle geçinme hevesi uğruna, canlı varlık olarak bizimle birlikte kendi sonlarını da getireceklerini, bunca yüzyıllık bilgi birikimine karşın, nasıl unutabiliyorlar, anlayamıyorum-. Asıl acımasız kıyımcılar kendi aramızda, kendi başımızda; dolayısıyla, öfkemizi onlara değil, bunlara yöneltmemiz gerekiyor.
*
Bu iç karartıcı görüntü içinde, aydınlık, umut yine Küba’dan geldi; José Marti Küba Dostluk Derneği, Avrupa’daki Küba Dostluk Dernekleri’ni İstanbul’da topladı. Gelen konuklardan, Küba Dünya Ekonomisi Üzerinde Araştırmalar Merkezi Yöneticisi Prof. Dr. Oswaldo Martinez, 9 Ekim’de bir konuşma yaptı.
Bu açıksözlü, alçakgönüllü insan önce, Devrim’den bugüne dek yaşananları özetledi; 19560-1990 arasında, bildiğiniz gibi, SSCB’nin tam desteğiyle, sağlam bir düzen oluşturmuşlar; ama 1989’da, ABD’yi kâğıttan kaplan diye nitelendiren Sovyet düzeni, aslında kendisi öyle olduğu için besbelli – bir gecede çökünce, Küba tutumbilimsel (iktisadî ) yaşamının %85’ini yitirivermiş. SSCB ülkelerine sattıkları bütün ürünler ellerinde kalmış. Ne yapsınlar? ABD hemen koşmuş elbet: vakit yitirmeden özgür pazara geçin, kamu mallarını özelleştirin! Değişler. Bereket Fidel ve yoldaşları bu tuzağa düşmemiş; o güne dek %75’in ellerinde tuttukları toprakların %50’sini halka dağıtmışlar; küçük ortaklıklar kurulmuş, ürünler için yeni pazarlar aramaya girişmişler. Ancak, 90’dan 2002’ye dek inanılmaz güçlükler çekmişler. O güne dek yalnız içe açık olan gezip dolaşmayı yabancılara da açmışlar; ve parasız barınıp beslenmeyi de, eğitimi de, sağlık hizmetini de ayakta tutabilmişler.
Martinez’in büyük bir içtenlikle dile getirdiği gibi, Latin Amerika’da Chavezlerin, Moraleslerin, halkın oylarıyla işbaşına gelmelerinden önce, Küba yapayalnız, ne zaman çökeceği, dize geleceği merakla beklenen bir ülkeymiş.
Bugün, o gerçekçi, devrimci önderlerin işbaşına gelmesiyle, Küba ile Latin Amerika ülkeleri, öncelikle Venezüella, Bolivya arasında başka türlü bir alışveriş kurulmaya başlanmış; Küba onlara eğitilmiş insan, hekim, öğretmen sunuyor; onlar da karşılığında, başta petrol, doğalgaz, kendi kaynaklarını genel pazara oranla çok daha ucuza Küba’ya veriyormuş.
Nitekim, bu çerçevede, Venezüella’ya tam 17 000 hekim gönderilmiş.
Oswaldo Martinez bu unutulmaz, çok yararlı konuşmayı bizim tutumbilimcilerin dernek odasında yaptı; gelenlerin çoğu genç ve kızdı; tutumbilimcilerin çok daha önemli işleri vardı besbelli.
Dikkatle, özenle dinleyip not tutan kızlardan biri, Küba’daki seçim dizgesini sordu; Martinez bu soruyu pek sevindi: çünkü biliyorsunuz, başta ABD, bütün dünyanın hokkabazları Küba’yı özgür seçim yapmamakla suçlayıp dururlar yıllardır.
Dizge çok yalın; Küba devrim partisinin her mahallede kolları var, seçim zamanı adayların özgeçmişi oy vereceklere duyuruluyor – bu arada şunu da belirtelim, Küba’da 10 kişiden 1’i yüksek öğrenim görmüş durumda; ayrıca okuryazar olmayan da yok, işsiz de -; oların seçtikleriyle Ulusal Meclis oluşturuluyor.
Bunları dinlerken, içim, içimiz sızladı Sevil’in, Nilgün’ün, benim: salt para gücüyle, binbir dümenle partilerin başına oturmuş insanların saptadığı delegelerin (yani yasal ve bilgisel yetkililerin?) oylarıyla hazırlanmış seçim dizelgelerine 4-54 yılda bir mühür basmak, sonra bütün çilelere katlanmak halerki ( demokrasi) oluyor da, Küba’nın bu dürüst, gerçek, insanları öldürmeyi değil mutlu yaşatmayı amaçlayan düzeni zorbalık!
Fransız düşünür-bilimadamı Henri Laborit, “uygarlığın yeniden tanımlanması zamanı gelmiştir” derdi; bu söz, öncelikle ve özellikle şu cicili bicili tuzak için gelip de geçti: halkerki, halk yönetimi, demokrasi!
Dinleyicilerden biri de Martinez’e, Amerikalıların, anamalcıların sakız sorusunu yöneltti: turizmi yabancılara açmanız, toplumcu düzen için tehlike yaratmayacak, örneğin cinselliğin parayla satışını hızlandırmayacak mı?
Martinez, soran ayrımında olsa da olmasa da, bu tuzak soruya da bütün dürüstlük ve içtenliğiyle yanıt verdi; hem de Fidel Castro’nun bir sözüyle: “erdeme deneyodasında değil, çamur içinde ulaşılır”.
Soruyu soran, üstelik yaşını başını almış, eskiden Küba elçiliğinde dilmaçlık etmiş bir insandı; demek ki hiç gazete okumuyor, bilgisayarı da yok, iletişim ağında dolaşan iletilerden habersiz: anamalcı düzensizliğe kurban gitmiş bütün ülkelerde, o arada elbet yurdumuzda, bıraktık yetişkin kızlarla oğlanları, küçücük çocuklara indi bu anlatımdışı rezllik: 3-5 yaşındaki kızlarla oğlanları kullanıyor, üstelik filmini çekiyormuş insanlar; bu filmlerin satıldığı sokak ya da han aralarında şöyle pazarlıklar yapılıyormuş: abi, istersen cinayetlisi bile var, ama onlar daha pahalı elbet, istersen adını adresini ver, eve teslim edelim”!
Düşünebiliyor musunuz? cinsel oyunlarınıza kurban ettiğiniz o körpecik varlıkları, hızınızı alamayıp bir de öldürüyor, sonra çöpe atıyorsunuz!
Oswaldo Martinez’in konuşması, daha önce Küba’dan gelmiş bütün öbür soylu insanlarınki gibi, şunu açık seçik kanıtladı:
Daha toplumcu düzene geçmezden önce, 19. yüzyılda, Amerikan işgaline sessizce direnip geri püskürten güzelim Küba halkına, Fidel Castro ve arkadaşları, dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan bir armağan vermişler: yalansız talansız düzen:
Nitekim, bir soru üzerine, Martinez bunu sevinçle, övünçle vurguladı:Moskova’dakinin tersine, yolsuzluğa izin vermedik!
Ey Yüce Demokritos! Darısı başımıza.
*
Neyse, hadi şimdi soylu bir Türk ozanından, Ali Yüce’den bir şiir okuyup kendimize gelelim. Muğla Belediyesi, kaldırım taşı söküp takanlara inat, yapması gereken işi yapmış, sevgili Ali Yüce’nin yapıtlarından bir güldesteyi basmış; yayına ozanımızın candaşı, yoldaşı Şadan Gökovalı hazırlamış; epey eski bir şiirini seçtim, dünyamızı, canımızı beklemek üzere:
Gece Bekçisi

Önce minareler deldi geceyi
Minareler gördü birbirini önce
Sonra evlerin duvarları
Sonra ben göründüm
Kaldırım taşının üstünde

Kaldırım taşlarının üstü kırağı
Bir basarım erir bir basarım donar
Kaldırım taşının ağzı dili yok
Bakar gözümün içine içine
Anlarım

Kaldırım taşlarının üstünde bir kedi
Dünyaya sırtını dönmüş
Kaldırım taşının üstünde bir kedi
Düşüp ölmüş
Kurtulmuş korkmaktan korkutmaktan
Aldığı yere koymuş kuyruğunu kulağını
Ölüm yakışmış kediye belli
Kedi dediğin böyle ölmeli

Siz gecenin en bayat yerinde
Ölüme sırt çevirip gerinirken
Samur kediler dolar düşlerinize
Siz onları kovalarsınız onlar sizi
Ben gece bekçisi Ahmet
Aldığım yere koydum dünyanızı uyanın
Korkulara bir düğüm çaldım şimdilik
Simitçi çocuklara sattım sokakları.

Berfin/Bahar. S.105. Kasım 2005.

1 Ekim 2005 Cumartesi

STALİN’LE FİDEL’İN AYRIMI

Sevil geçen akşam Ulusal Coğrafya kanalında, Amerikalıların hazırladığı bir izlenceye rastladı; Lenin’in ölümünden sonra, Sovyetler Birliği’nde bütün uzman ve bilimadamları, Büyük Önder’in cesedinin olduğu gibi korunabilmesi için seferber edilmiş; biz gidip görmedik, ama anlatılanlara bakılırsa, Lenin hâlâ öldüğü günkü gibi duruyormuş.
Toplumcu dünya görüşünü, başka bir deyişle özdekçiliği benimsemiş, hepimizin evrensel enerjinin belli bir zaman dilimindeki geçici biçimlenişi olduğumuzu bilen, bilmesi gereken insanların bu çırpınışı ne kadar acıklı değil mi?
Firavunlar, gelmiş geçmiş birçok toplum ölülerini olduğu gibi saklamak, bir bakıma ölümsüzleştirmek için çalışmış biliyorsunuz; İsa’dan bilmem kaç yıl önce yaşamış, bugün biriktirdiğimiz bilgilerden, evrenin gizlerinden çözdüklerimizden habere olmayan insanlar için bu son derece anlaşılır bir şeydi.
Ama Marx’ın, Engels’in, gelmiş geçmiş bütün gerçek bilim adamlarının kalıtını benimsediğini öne sürenler için bu ne korkunç yanılsama ve yanıltma?
Oysa Fidel Castro ve ülkesine bakın; “Siz çok ünlü bir insansınız”diyen sinemacıya. “Bir mısır tanesinden daha önemli ve ünlü olduğumu sanmıyorum” diyebilen o güzel insan ve yoldaşları başka yol tutmuşlar: şu anda yeryüzünde yaşayan insanların, o arada öncelikle kendi yurttaşlarının, ömürlerini sağlıklı, sevinçli, sevgi dolu geçirebilmeleri için barınıp besleme ve eğitimin yanında, sağlık hizmetlerini parasız kılmışlar. Bunu kağıt üzerinde onaylamak yetmez biliyorsunuz, en uzak köşelere hastaneler, sağlık ocakları açmakla kalmamış, yüzlerce, binlerce hekimi köylere, insanların evlerine dek götürecek bir düzen kurmuşlar. Bu da yetmez deyip sağlık ve eğitim ordularını dünyanın dört bir yanına parasız göndermişler, gönderiyorlar; Venezüella'da 1 milyon kişiyi bir yılda okur yazar yapmışlar; o ülkenin hekimleri çitlerle çevrili köpekli korumalı özel bölgelerde yaşarken, tam 17 000 hekimi yoksul mahallelerine yollamışlar. Pakistan’a yolladıkları binlerce hekimin çalışmasını, Küba Dostluk Derneği’nde gösterilen bir belgeselde, gözümüzle gördük.
Bununla da yetinmemiş, insan kardeşlerini hastalanmadan yaşatmak üzere, koruyucu hekimliğe önem vermiş, menenjit, aids gibi korkunç hastalıklar da aralarında birçok hastalığın aşısını üretmişler; her isteyene sömürücü Batılılardan çok daha ucuza sağladıkları gibi, ayrıca aklı erenin ülkesinde bu aşıların üretimi için üretimlikler açıyorlar.
Yine aynı derneğe konuk gelen sinirbilim uzmanı Pedro A. Valdes-Sosa, doğuştan kör ve sağır çocukların bu özürlerini gidermek üzere beyin üzerinde çalıştıklarını, hatırı sayılır başarılar elde ettiklerini anlattı.
Fransız yazar-düşünür Henri Laborit’nin de bütün yapıtlarında anımsattığı gibi, dünyamız enerjiye, enerjinin kılıktan kılığa girmesine; bu işlemler sırasında bilgi’nin, Frenkçesiyle in-formation’un, yani biçim verme’nin kullanıldığını bilen Fidel ve yoldaşları, bilgibilime önem vermeden, yatırım ve araştırma yapmadan durabilirler miydi?
Stalin’se, tam tersi bir yol tutmuş, ABD’yle, Avrupa’yla silahlanma ve sanayileşme yarışına girmiş; yanıbaşındaki üstünyeteneğin, Mustafa Kemâl Atatürk’ün, Fidel’in Havana’daki bir parka taşığıdı ilkesini, Yurtta Barış, Dünyada Barış’ı hiç anlayamamış. Kalkıp anamalcıların maşası Hitler’le, yürümeyeceğini bile bile barış andlaşması imzalamış; ülkesi yarı yarıya yıkıldıktan sonra ancak aklı başına gelebilmiş; sonraysa, o altın ilkeyi unutup bütün dünyayı döve döve toplumcu yapmak üzere, Berlin’in yarısına dek yürümüş. Yürüdü de ne oldu? bütün o ülkeleri halkları elinde tutabildi, bir tekini bile inançlı toplumcuya dönüştürebildi mi?
Tam tersine, nereye el attıysa, tıpkı en son Afganistan gibi, öbür aşırı uca savrulmasına, Amerikanın kucağına düşmesine, dinci, gerici, bağnaz, çağdışı olmasına yol açtı.
Oysa, Fidel’in sevgisine, sezgisine sahip olabilseydi, yapabileceği çok etkili, kolay bir şey vardı: ülkesini Batı sömürüsünden kurtarmaya girişmiş olan Mao’ya var gücüyle yardım etmek. Bu iki büyük güç el ele verdiği zaman dünyamızda oluşacak değişimi gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz?
Aynı yanlışı ülkesinde yaptı, kendisi de içinde kimseye güvenmediği güvenemediği sevemediği için, ülkesinin en değerli insanlarını adam etmek üzere Sibirya’ya sürdü ya da sessizce öldürttü. Aya gittiler, uydu yaptılar, atom hidrojen bombası ürettiler, ama kanser aşısı yapabildiklerini okumadık.
İki büyük kuramcının, Marx’la Freud’un, aslında aynı şeyi siyasal-toplumsal ve cinsel alanda ele alan öğretilerini birleştirip 20. Yüzyıl’ın en temel yapıtlarını ortaya koymuş insanlardan Wilhelm Reich, Sovyetler Birliği ile uydularında uygulanan yola devlet anamalcılığı demişti; ve bu yöntem, şu anda, öbürü, özel anamalcılık karşısında tam anlamıyla yenilgiye uğramış durumdadır.
Çünkü seçim bu ikisi arasında değildir, olamaz; asıl seçim, anamalcılık ile sevgiye dayalı, öldürmeyi değil yaşatmayı amaçlayan gerçek toplumculuk arasındadır.
Fidel, 47 yıldır, ABD’nin sayısız tuzağından, öldürme girişiminden neyle kurtulabildi sanıyorsunuz? Reich’ın dediklerini yaşama geçiren, insanların korkusuz koşulsuz birbirlerini sevip dayanışmalarını sağlayan, gönüllü, inançlı toplumculukla. Başka özel koruyucuya gereksinmesi yok, çekilen filmlerde hep görüyoruz, elini kolunu sallayarak dolaşıyor halkının arasında; her geleni öpüp kucaklıyor: halkının her bireyi dünyanın en kesin kararlılığıyla koruyor çünkü onu.
Zaten sözcüklerle anlatmaya çalıştığım şeyi, bugün işbaşında bulunan bütün anamalcı yöneticilerle Atatürk’ün, Fidel’in, Chavez’in, Morales’in yüzlerini karşılaştırdığınızda açık seçik görürsünüz.

Berfin/Bahar. S. 104. Ekim 2005.