1 Nisan 2008 Salı

“AMERİKAN KUŞATMASI”

Bu, sevgili dostum Erol Bilbilik’in Profil yayınevince basılan yeni kitabının adı. İnsanlık tarihini zorba katillerin geçmişte kurdukları kanlı egemenlikler (?) sanan günümüz Amerikalıları, daha doğrusu onları koyun sürüsünden beter uyutup yönlendiren bir avuç zırdeli şu güzelim mavi gezegene ve üstünde altındaki tüm kaynaklara el koymak üzere birtakım kavramlar, savlar türetmiş, sonra bunları gerçekleştirmek üzere hem parasal hem askersel örgütler oluşturmuşlar. Bu alanda çevrilen dolapları, oynanan oyunları çözüp açıklamaya ömrünü adamış olan Erol Bilbilik, bu kitabında da dünyanın gözünün içine baka baka örülen çorapları, kurulan tuzakları sabırla, titizlikle anlatıyor uyanmak, yazgısına sahip çıkmak isteyen dünyalı kardeşlerine. Hemen edinin, can gözü ve kulağı körelmemiş bütün dostlarınıza duyurun.
Çok özverili ve çalışkan olduğundan, eşzamanlı olarak bir kitabı da AsyaŞafak yayınlarında basıldı: Geniş Orta Doğu Projesi/Geniş Orta Asya Projesi. Burada da aynı aydınlatma çabası sürüyor elbet: ABD’nin başını çektiği anamalcı-sömürücü çapulcunun en cilili bicili sözler, en soylu kavramlarla bütün dünyayı kandırma, Orta Doğu petrollerinden başlayıp Orta Asya’ya, oradan bütün yerküreye el koyma heveslerini en ince ayrıntılarıyla görmek, anlamak, tepki göstermek isteyen gözlerin önüne seriyor.
Biliyorsunuz, akıl yaşta değil, başta; eğer dışarıdan gelen bütün çarpıtmalara, kandırmacalara direnip orada durabildiyse elbet. Kan Turhan, Erol Bilbilik’ten, Yılmaz Dikbaş’tan, Mustafa Yıldırım’dan yaşça epey küçük, ama ülkemizi kapatıldığı zindandan kurtarma konusunda onların yoldaşı. Sivil Casus adlı kapsamlı çalışmasından sonra, yine can verici bir konuya el atmış, Batılı sömürücülerin ülkeleri kurşun atmadan ele geçirmesinden en etkili kesimlerden gençliğin koşullandırılıp yoğrulmasını işlemiş son çalışmasında:Kripto Devşirme Gençlik/AEGEE.
Kitaptaki ana bölüm başlıklarını yazarsam, hangi konularda gözümüzü açmak istediğini hemen anlayacaksınız: Kripto devşirme güdümlü gençlik/ Türk tarihini yeniden yazmak ve tarihsel gerçekliği yok etmek/ Avrupa’da güdümlü gençlik örgütlenmesi ve tarihi/ Avrupa merkezi açısından Türk gençliğini yitirmek/ Yükselen alçak değer: Yapay kimlik, Avrupalılık/ Kemalist eğitim modeli.
Demek ki, bütün dünyanın başına örülen sivil örümcek ağı’nın zehirli örgülerini kavrayıp dağıtmak istiyorsanız hemen edineceğiniz yapıtlardan biri de Kaan Tuhan’ınki.
Bunlar basılan değerli çalışmalardan benim gözüme ilişenler, kim bilir daha ne önemli kitaplar var gün ışığına çıkabilen.
Ülkemin savunması, yeniden aydınlığa kavuşabilmesi için savaşım eldeki bütün iletişim anlatım araçlarında sürüyor biliyorsunuz; televizyon kanalları da bunlar arasında elbet. Kanaltürk’te genç bir delikanlı, Tuncay Mollaveisoğlu, her hafta, Yolsuzluk ve Yoksulluk adlı izlencede, ciltlerle kitabın yerini tutacak uyarıcı, sarsıcı bir izlenceyi sürdürüyor.
Birçok kez karşımıza getirdiği tutumbilim uzmanı Uğur Civelek ile Selim Somçağ’ın yanında, başka konuların yetkili insanlarını da çağırıp konuşturuyor. Bunlardan biri enerji konusunun en yetkili insanlarından Ünal Erdoğan’dı; Sayın Erdoğan, ülkemizin, giderek bütün dünyanın sömürülüp talan edilmesinde en etkili araçlardan biri olan enejiye, enerji üretimine değindi izlencelerden birinde. Söylediklerini özetlemeye çalışayım; bunlar, yazılı ya da görsel iletişim araçlarıyla ömür boyu uyutulmak üzere sürekli yalancı balonlarla avutulan yığınların bilmeleri gereken asıl, asal konulardı:
İşbaşındaki yönetim, yılbaşından önce elektriğe yaptığı zamla, tükecinin cebinden tam 60 milyar doları alıp örtülü ödeneğe, ileride çevrilecek karanlık işlere aktarmıştı. Yetmedi elbet, yetemezdi, yılbaşından kısa bir süre sonra elektriğe yeni bir zam daha yaptılar: insan kudurdu mu duramaz ki!
Yurdumuz rüzgâr, su, yer altı enerji kaynakları açısından dünyanın en talihli yerlerinden biri olsa da, alçak, acımasız, gözü doymaz Batılı soyguncular, 1970’lerden beri kendi ülkelerinde, doğurduğu giderilmez tehlikeyi çok iyi bildikleri için yapımını yasakladıkları çekirdek enerjisinden elektrik üretim merkezlerini gelip geçen bütün yönetimlere dayatmaktalar. Ve bu üretim pazarının onlara sağlayacağı pasta tam 300 trilyon dolar değerinde; bunun büyük parçasını elbet kendileri yutmak istiyor, ama yerli suçortakları olmadan bunu yapamayacakları için, ülkemizde işadamı, sanayici saydırdıkları talancıları işe katmaları gerekiyor; Sabancılar, Koçlar, Aydın Doğanlar ve aklınıza gelen bütün eski yeni oyuncular, ağızlarının suyu akarak bakıyorlar bu 300 trilyon dolarlık pastaya. Hem de, kendileri tek kuruşluk yatırım yapmadan, bir saniye bile emek vermeden, ter dökmeden, 70 yılda Cumhuriyetimizin kurduğu, uğrunda kuşakların can verdiği, didindiği, emek verdiği hazır kuruluş ve kurumlara bir gecede el koyarak!
Bitmedi; işin bir de düpedüz öldürücü yanı var: çekirdek enerjisi üretiminde kullanılan uranyum ya da plotunyum atıkları, insanlığın, dünyanın baş belası; Amerika ve Avrupa’da bugün, onların yapımından vazgeçtikleri, çalışmasına son verdikleri eski üretim merkezlerinde 200.000’er ton zehirli atığın getirilip güzelim Anadolu topraklarına dikilmesi, sürekli yer sarsıntısı tehlikesi içinde bulunduğumuza göre, bunların her an Çernobil’deki gibi zararlı ışınlarını çevreye yayması olasılığı var. Olsun, Türklerin hepsi kanserden sapır sapır dökülse kim aldırır? Dahası, göbek bile atarlar: kurşunsuz, kan dökmeden ele geçirmiş olurlar benzersiz Anadolu’yu.
Batılı aşağılık sömürgeci açısından bu hesap iyi gibi gözüküyor – oysa değil, çünkü biz hepimiz ölsek, yerimize onlar gelse, güvenlik içinde keyif süremeyecekler ki: öldürücü ışınların etkisi 100-200 yıl sürüyor! Ama hırsın gözü kör, biliyorsunuz.
En çarpıtılmış rakamlarla bile yurdumuzda işsiz insan sayısının ne kadar hızla arttığını çıldırmamış herkes biliyordur; yetmemiş; bu üretim merkezlerini bize kakalamak isteyenler, uzmanlarını da getirip sırtımıza yüklemeyi tasarlıyor: tam 70—80 000 kişi! Başka bir deyişle, Türklerin o kadarı aç kalacak.
Sayın Ünal Erdoğan, Ambarlı’da kurdurulan fuloylla üretim yapan merkezin, çalıştığı 30 yıl boyunca tükettiği yağ yakıta harcanan parayla, tam 12 Keban barajının yapılabileceğini söyledi. Üstelik bu korkunç talan o üretim merkezinin açanın cebini ve ona göz yuman yöneticilerinkini doldururken, çıkardığı zehirli atıklarla Marmara denizini, Trakya’nın verimli topraklarını bir daha düzelmemecesine kirletip bitirmiş. Bitirsin, Türkler böcektir, yeryüzünden ne kadar hızlı silinip giderlerse o kadar iyidir!
Oysa,bırakın öbür kaynakları, salt akarsulardan yalnız Türkiye’nin değil, bütün Orta Doğu’nun, Avrupa’nın enerji gereksinmesini karşılamak elimizdeymiş: Ünal Erdoğan, Karadeniz’e dökülen tam 44 000 akarsu var, dedi; bunların üzerine, öyle dev boyutlu değil, şöyle 5 MW’lık küçük üretim merkezleri kurun, 2 yılda 500 000 000 KW elektrik elde edersiniz; bunu 5 sentten satsanız, yılda 50 000 milyar dolar gelir elde edersiniz; üstelik 15 sente de satmak elinizdedir; ondan sonra asıl Birlik’in merkezi siz olursunuz, Almanya ya da Fransa kapınıza dayanınca,hoppp, dur bakalım, sen geçmişte Yahudilere, Cezayirlilere ne yaptın? Bekle biraz! Dersiniz diye ekledi.
Masal gibi değil mi? Bu masal aslında gerçeğin ta kendisi, tek engel Ankara’daki siyaset, yurdun büyük kentlerindeki para babaları!
Yine Kanaltürk’te, Tuncay Özkan’ın düzenlediği, Biz Kaç Kişiyiz adlı büyük tartışma izlencesine katılınlardan Prof.Dr.İlyas Yılmazer de aynı konuyu rüzgâr enerjisi ve Munzur suyu açısından ele aldı; gerek rüzgârdan elde edilecek elektrik, gerek Munzur suyunun şişelenip satılması Türkiye’mize yılda tam 250 000 000 kazandırabilirmiş; böylece, 1 Milyar dolar için Türk askerinin kanını pazara sürmekten kurtulursunuz! Elbet şimdiye dek aldığınız 500 milyar dolar borcun boyunduruğundan kurtulabilir, kendi ayaklarınız üzerinde durmaya karar verebilirseniz!
Bu güzel, yurtsever insanlardan Selim Somçağ, söyleşilerden birinde, işte bu sihirli-zehirli oyuncakla, dolarla nasıl kıskıvrak bağlandığımızı çok yalın bir örnekle anlatıverdi: 2001’den sonra Amerikan iç pazarında yatırım ve kazanç yeri bulamayan dolarlar öbür ülkelerin borsalarına akar olmuş; bunlar arasında, Brezilya ile Türk borsası hemen hemen benzer yapıdalar; dolayısıyla Batılı yatırımcı geliyor, bir yılda ortalama %80 kâr elde ederek keyif çatıyor. Ama Brezilya, 2007’de Amerikan dizgesinin dayandığı sanal yapı, mortgage’in çöküşüyle sallanmaya başlayınca, hemen önlem alıyor, dolar karşısında parasının değerini düşürüp gerçek değeri benimsiyor, dolayısıyla ülkesinin dışarı mal satmasını kolaylaştırıp dışarıdan mal almasını zorlaştırıyor; bizse dışarıdan akan hani şu “sımsıcak para”ya yaslanıp doları neredeyse Türk lirasına eşit tutmaya çabalıyoruz; 2007 Temmuz’unda hem Brezilya, hem Türk borsasında gösterge 59 000; Ocak 2008’de, Brezilya’nınki 65 000, bizimki 40 000; demek ki biz bunalıma çoktan girdik, dedi sevgili Somçağ.
O da, Uğur Civelek de, şimdi artık tutumlu, ölçülü, sorumlu yaşama dönemi diye bağıra dursunlar; Türk siyasetçileri, işadamları, para babaları, dolayısıyla halkı ise hiçbir şey olmamış, olmayacakmış gibi, vur patlasın çal oynasında! Demek ki, bunalımın gerçek yüzü gözüktüğünde tam anlamıyla silindir altında kalacağız! Ne yazık!
Sanal ortadirek dolara bağlı yapı sallandıkça yalan haber yorum sağanağı artıyor biliyorsunuz; TSK’nin Kuzey Irak’a giriş çıkışı da bunlar arasında.
Dün akşam, Kanaltürk’ün anahaberlerini sevgili Tuncay Mollaveisoğlu okudu; yorumcu olara da yine Uğur Civelek’i çağırmıştı. İlk haber, TÜSİAD’ın başına oturtulan pilli bebektendi: Yürütme, artık öncelikle Türk işleyimini (sanayisini) dikkate almalı, işleyimsel üretimin önündeki engelleri kaldırmalıymış!?
Sevgili Uğur Civelek, her zamanki dingin, ince alaycı anlatımıyla sordu:Peki, TÜSİAD ve ona bağlı para analarıyla babaları, Türkiye’nin alabildiğine ciddi yapısal sorunlarını göğüslemek üzere tepeden tırnağa her şeyin değişmesine hazırlar mı? Yanıt: Koskoca bir HAYIR! Onlar, toplumsal bilinç yoklamasında sıfır almıştır, kendi kör benlerinden başka bir şeyi görmez,göremez, aldırmazlar; dolayısıyla da sorun dedikleri, yaratılmasına kendilerinin de katıldığı dertler çözülmez, çözülmeyecek, gittikçe ağırlaşacak, dedi Civelek. Türkiye’nin bu sorunları aşabilmesi için, kemer sıkmaya, ciddi bir planlama yapmaya ve Türk lirasını dolar karşısında gerçek değerine oturtarak üretim yapmaya geçmesi gerekir. Ne TÜSİAD, ne de başkaları buna hazır. Ama, olup biteni çok iyi bildikleri halde, halk yığınlarını uyutmak üzere, böyle düzmece, içi boş tartışmalar yaratıp vakit geçiriyorlar; oysa büyük bunalım hemen kapıda.
Üretim sıkıntısı yalnız Türkiye’ye özgü değil, bütün dünya o kıskaçta; bunun nedenlerinden biri, üretimin Güneydoğu Asya’ya, Çin’e, Hindistan’a kayması; onların üretimiyse, dünyayı olumsuz etkiliyor, bütün ülkelerdeki üreticiler dara düşüyor, batıyor, batmamışsa batmak üzere. Dolayısıyla işleyimsel üretimde kullanılacak temel gereçlerin hepsi gittikçe pahalanmakta.
Olgular bunlar, ama TÜSİAD’ın para babalarıyla anaları, bu yapısal hastalığa çâre aramayı akıllarının köşesinden geçirmiyor, batan dünya ve Türkiye gemisinde son yağmadan, enerji üretim ve dağıtım pastasından en büyük parçayı koparmaya çalışmaktalar. Ee, bu durumda CEHENNEM kaçınılmaz elbet!
Gözü kör hokkabazlar yalnız TÜSİAD’da değil kuşkusuz, siyasal partiler onlardan geri değil; MHP ile CHP’nin başına çöreklenmiş siyaset cambazları, son sınır ötesi eylemlerden sonra, Büyük Patron’un gözüne girip gelecek seçimlerde biraz daha yüksek oy bahşişi koparabilmek üzere aynı gün öttüler: hazır girmişken PKK işini bitirmeliymiş Türk ordusu! Sanki ayda, Venüs’te yaşıyor beylerimiz! Kendileri RTE’nin yerinde olsa başka bir şey yaparmış, yapabilirmiş gibi! Uğur Civelek’in TÜSİAD’a sorduğu soru onlar için de geçerli: Peki Beyler, hem PKK’nın, hem bütün öbür sorunlarımızın çözümü için, hepsini yaratan ABD’den, AB’den ve bütün uzantılarından kopmaya, ayaklarınızın üzerinde durmaya, kemer sıkıp Küba halkı gibi onurlu, tutumlu, sorumlu yaşamaya hazır mısınız?
Aslında hastalık belli, onun giderilmesini sağlayacak yollar da öyle; ama bilgi karartması, kafa bulandırma o boyutta ki, bu çözüm, tarih boyunca yaşandığı üzere, kendi bedelinin çok çok üstünde acıya, kana, cana patlayacak insanlığa. Ve insan kardeşlerini gerçekten seven gerçek hekimlerin seslerini duyurabilmeleri, fatura ağırlaşmadan yığınları uyarıp uyandırmaları hemen hemen olanaksız gibi; ancak, sersem sülükler son canı da almadan umut kesip teslim olamayız!
Ulus Dağı Yayınları, bu savaşımda yanan sayısız dağ ateşinden biri; son kitabı,Bahadır Selim Dilek’in Küresel Tuzak: Ilımlı İslam.
“Emperyalizme karşı savaşarak bağımsızlığını kazanan Türkiye, çağdaşlaşma, kalkınma yolunda ezilenlere örnekti. Dünyayı yeniden sömürgeleştirmek isteyenler, kirli oyunlarla bu ülkelerdeki aşiretleri, kabileleri kıştırttılar, dinsel çatışmaları körüklediler. Yetiştirdikleri kutsal savaş militanlarıyla ulusların bütünlüğünü bozdular, ülkeleri böldüler.”
Bahadır Selim Dilek, dolaştığı, gözlediği Mısır, Cezayir, Tunus, Irak, İran, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde “ılımlı ya da kökten İslâm”ın nasıl kullanıldığını canlı örnekleriyle gözler önüne seriyor; bu tanıklığı elbette TÜSİAD üyeleri ya da MHP ile CHP’nin başındaki siyaset cambazları okumayacak; o, bütün benzerleri gibi, yalnız yurdumuzu, giderek dünyamızı esenliğe çıkarmaya çalışanları bekliyor.
Kaynak Yayınları yeni kitapların gönderdi, aralarında Dr.M.Kürşat Bozkurt’un Kemoterapi ve Kanser Kök Hücreleri de vardı.
Kanser konusuyla ilgilenmem, Wilhelm Reich’la başlamıştı; bu gerçek insansever bilim adamı, 19. Yüzyıl sonuyla 20.Yüzyıl başının iki temel öğretisini, Marx ile Freud’unki yakından bildiği için, insan adı verilen canlının enerji üretim ve dönüştürümünde örgensel boşalmanın ne kadar asal bir yer tuttuğunu görmüş; dolayısıyla, karşı cinsten birini sevip sevişemeyen, üreme örgenleriyle biriken dirimsel enerjiyi boşaltıp yerine yenisini dolduramayanların önce sinir hastalıklarına, ardından bedensel hastalıklara, miğde yangısına, sonunda da kansere yakalandıklarını saptamıştı.
1983’te, Payel yayınlarına, onun temel yapıtlarından Kanser’i aktardım; ne okurlardan hak ettiği ilgiyi gördü bunca yıldır, ne bilim insanlarından.
Arada, yakın dostumuz Nilgün Şarman’ın hekim babası Fikret Şarman’ın sakladığı Tıp dergilerinden birinde, Dr.Ziya Özel’in Muğla yöresinde zakkum özüyle giriştiği deneyleri okudum; mantık aynıydı: bağışıklığı doğal yoldan güçlendirip kanseri yenmek. Ben bu yönteme okur okumaz inandım, sözümü dinleyip Ziya Bey’e giden, o günlerde parasız dağıttığı zakkum özünü alıp kanına şırınga ettiren, yerleşik yöntemlerle insanları göz göre göre öldüren ünlü hekimleri şaşkına uğratarak iyileşen Yıldız Üniversitesi yazmanlarından Ayşe Aşçı bugün de ayakta.
Derken, olasılık- gereklilik zinciri, sevgili dostumuz Nermi Uygur’un evinde bizi kendisi de prostat kanserine yakalanan, yerleşik sağaltıma girmeyi elinin tersiyle iten, taa San Diego’ya uçup doğal yollardan bağışıklığı güçlendirerek bu amansız hastalığı yenen, Kanserden Korkma, Modası Geçmiş Tedaviden Kork adlı kitabı yazıp yayınlayan Dr.İlhami Güneral’i çıkardı. Onun hastalığa yaklaşımı da Reich’ın, Ziya Özel’inkinin aynıydı: başta şeker gibi kimi şeyleri yemeyerek, besinlerle bağışıklığı güçlendirmek. O da, San Diego’ya gidişinden üç ay sonra yeni doğmuş çocuğa döndü; yaşlanıp yorulana dek gül gibi yaşadı.
Arada,ressam-yazar-hekim Gülseren Engin’i tanıdım; o da kansere yakalanmış, yenmiş, deneyimlerini Kanser ve Beslenme adlı kitapta toplamıştı
Bu yolda, edindiğim bilgilerin doğruluğunu, sağlamlığını kanıtlayanlardan biri de, 1995’te yitirdiğimiz Fransız bilim adamı Henri Laborit oldu; ömrünün sonlarında kaleme aldığı temel yapıtı Davranışların Öyküsü’nde, çok iyi tanıdığım mantıkla, bütün hastalıkların bir canlı varlık, memeli olan insanın karşılaştığı sorunları savaşarak ya da kaçarak çözemeyip kapana kıstırıldığı zaman yaşadığı sürekli gerginlik’ten ileri geldiğini anlatıyordu alabildiğine yalın sözcüklerle.
Dr.M. Kürşat Bozkurt, kitabında bu mantığı benimsemiş; yakından izleyenlerin bildiği gibi, bugün Küba’da, Çin’de kanser denen tatsız hastalığı yenmek üzere çok ciddi araştırma ve çalışmalar yapıldığını okuyorlardır; kanser kök hücresi de bu araştırma ve çalışmaların odak noktasında; özellikle Çin’de inceleme çok sıkı sürdürülüyormuş.
Bu çabaların sonucu ne olur şimdiden bilemeyiz, ama kitapta da vurgulandığı üzere, en azından ilâç ve ışın sağaltımına kesinlikle girmemek, yenmeyecek besinlerden tartışmasız uzak durup yararlı olanları bol bol tüketerek bağışıklığı geri getirmenin en kestirme, güvenilir yol olduğu apaçık. Elbette inanılmaz paralar kazanmak üzere hepimizi bile bile harcayan devşirme hekimlerin elinden kaçabilirsek!
Henüz yüzünü görmediğim, iletişim ağı dostlarımdan Erdal Atıcı, Ürün yayınlarının bastığı öykülerini göndermiş: O Karlı Kış Gecesi.
Din-mafya-siyaset oyuncularının yaşamayı karabasana çevirdikleri şu dayanılmaz ortamda azıcık soluk almak istiyorsanız sarılacağınız bir sığınak.

Berfin/Bahar. S.122. Nisan 2008.

Hiç yorum yok: