1 Mart 2008 Cumartesi

KÜBA’DA SEÇİM VE EĞİTİM

20 Ocak’ta, Küba’da, 1976 yılından beri yapılan seçimlerin yedincisi gerçekleştirildi; ne var bunda, bizde bilmem kaçıncısı yapılıyor? Demeyin sakın. Çünkü Küba’daki seçimler gerçek halk yönetiminin nasıl olması gerektiğini gösteriyor. Şimdi onun ana çizgilerini anımsatalım:
“Küba’da halk, Belediye Meclisi seçimlerinde doğrudan kendisi aday gösterebiliyor; Eyalet Meclisi ve Milletvekili seçimlerindeyse bu işi Belediye Meclisi Delegeleri yapıyor. Belli başlı Kitlesel-Sivil Toplum Örgütleri, CTC,CDR, FMC,ANAP, FEU, FEEM kurultaylarında saptadıkları adayları seçilmek üzere önerebiliyor.
*Küba Komünist Partisi ne aday gösterebiliyor, önerebiliyor, destekleyebiliyor, ne de seçimlerde kendisini öne çıkarabiliyor.
*Seçmen kaydı ücretsiz, halka açık, kendiliğinden. Bu listeler halkın kolayca ulaşabileceği yerlerde asılıp gösteriliyor.
* Seçilenler görevlerinden alınabiliyor, yaptıklarından dolayı seçmenlere hesap vermekle yükümlü.
*Hiçbir aday seçilmek için kampanya yürütemiyor, ne oy isteyebiliyor, ne de kendini tanıtmak üzere beş kuruş harcayabiliyor; bütün seçim giderlerini devlet karşılıyor.
* Oy sayımı halka açık, öyle de yapılıyor.
* Halk Gücü Eyalet Meclisi delegeleriyle milletvekillerinin %50’si, aynı zamanda Halk Gücü Belediye Meclisi delegesi de olabiliyor.
* Eyalet ya da Belediye Meclisi’nde başkan, başkan yardımcısı görevlerine getirilen milletvekillerinin; Halk Gücü Meclisi’ndeyse Sürekli Çalışma Yarkurulları’nda görevlendirilenlerin dışında, hiç kimse halkı temsil ederken aylık almıyor. Bu, bütünüyle gönüllü bir görev; dolayısıyla Küba’da ömür boyu Belediye ya da Eyalet Meclisi üyeliği ömür boyu süren bir uğraş değil.
*Halkın siyasal-toplumsal erke katılışı seçimle bitmiyor; toplumsal yaşamın her alanında, Sivil Toplum Örgütleri’nin bütün etkinliklerinde, Halk Gücü organlarının alacağı kararlarda kendini gösteriyor.
*Oy kullanmak zorunlu değil, isteğe bağlı; buna karşın 1976’dan beri en düşük katılım % 95,2, en yüksek katılımsa % 98,7 olmuştur.
* Milletvekili ya da Delege olabilmek için geçerli oyların % 50’sini almak gereklidir.”
Bizdeki, daha doğrusu ABD’nin, anamalcı düzensizliğin pençesinde kıvrananlardan seçimlerin nasıl yapıldığını, yaşandığını hepiniz biliyorsunuz; üstelik şimdi çok daha kolayını buldular bilgisayar aracılığıyla: seçime kaç kişi katılsa, kaçı nereye oy verirse versin, önceden saptanan oy oranları bilgisayarın ( daha doğrusu saymazın) istediği gibi oluyor. Sonra milyonlar kuzu kuzu bu sonuca göre yaşayıp acı çekiyor, ölüyor.
Küba’nın güzelim halkı, Fidel Castro ve arkadaşlarının öncülüğünde, bu sağlam, sağlıklı yola 1959’da girebilmiş; kesintisiz bunca yıl başarıyla uygulamış; şimdi insanlık tarihinin en kendini beğenmiş, en acımasız saldırganına karşı çelik gibi ayakta.
26 Ocak, Küba’nın düşünsel-kuramsal-inançsal önderi sayılan José Marti’nin doğum yıldönümüydü; adını taşıyan İstanbul Küba Dostluk Derneği’nde bir etkinlik düzenlendi. Küba Büyükelçiliği Genel Yazmanı Alejandro Simancas kısa bir konuşma yaptı; Marti’nin kısa, onurlu yaşamını özetledi. 1949’da, kurtuluştan on yıl önce, Amerikan donanmasıyla Havana’ya gelen, bütün dünyayla birlikte İstanbul halkının da yakından tanıdığı şımarık denizciler Marti’nin ünlü yontusuna saygısızlık ediyor, tepesine çıkıp olmadık pozlar veriyorlar; ama aralarında Fidel’in de bulunduğu üniversite gençliği ânında en sert tepkiyi gösteriyor, denizcileri Küba polisi ellerinden zor kurtarıyor. Sonra iki ülke arasında pazarlıklar, bu aşağılık suçu işleyenler Küba’da mı yargılansın, ABD’de mi? O günlerde ülkenin başında düzmece seçimlerle işbaşına getirilmiş koşulsuz bir Amerikan uşağı var; ama halkın, gençlerin tepkisi, öfkesi öyle büyük ki, anlı şanlı büyükelçi gelip hem de anıtın önünde Küba halkından özür dilemek zorunda kalıyor.
Bu çarpıcı olayın kısa belgeselini de gösterdiler; bayıldık elbet.
Ardından, geçen yıl da Dernek’de Küba’da eğitimi anlatmış olan Selcan Çınar Önal geldi karşımıza; ve on bin yıllık ataerkil, birkaç yüzyıllık anamalcı düzensizliği aşmak, yerine pırıl pırıl yeni bir düzen kurmak isteyenlerin kaçınılmaz biçimde uygulamaları gereken yeni insan yetiştirip eğitmeyi bir kez daha özetledi.
Küba, insanlığın en büyük sorununu, üretimden elde edilen artı değerin paylaşımını kökten çözmüş mutlu bir ülke; biriken talan edilmiyor, yeniden toplumun mutlu yaşamasına yatırılıyor; bunun başında elbet eğitim öğretim geliyor: Küba’da zorunlu eğitim 9 yıl; ama öncesi çok daha önemli; anneler bütün toplum gibi kesin toplumsal güvenlik içinde, gebe kalınca, tam 1 yıl paralı izinleri var; çocuklar tam donanımlı bakımevlerinde hekim denetiminde doğuyor. 6 yaşına gelene dek her sabah kapılarına bir litre taze, hormonsuz süt bırakılıyor.
11 yaşına gelen her çocuk, yılda 2 ay toplumsal üretime katılıyor – hey gidi Köy Enstitüleri hey! Orada bu çok daha kökten çözülmüştü, eğitimin her aşamasında çocuk üretimin içindeydi, kendi okulunu sırasını her şeyini kendisi yapıyordu, suyunu kendisi getiriyor, yapısını kendi dikiyordu. Ama bu ne korkunç devrim! Gelmiş geçmiş bütün öğretilerden çok daha köktendi. Elbette kökü kazındı, hem de Cumhuriyeti kurtarıp kuranların eliyle!
Zorunlu eğitimin sonunda belli bir dala yönelimi varsa, yüksek öğrenime geçiyor, yoksa toplumsal üretime katılıyor; bir süre çalışıyor, mutlu=verimli değilse, işi değiştiriliyor; ikinci işte de mutsuzluğu sürerse, “gel kardeşim, senin daha çok bilgiye gereksinmen var,” deyip yüksek öğrenimine gönderiliyor. Sarkacın öbür ucunda, bütün tutukevlerindeki insanları kurtarmak üzere, tam 14 cezaevinde açık yüksek öğretim var. Ee, ölümden bile para kazanmayı silip atmışsan, elbet böyle yanaşıyorsun yurttaşlarına: suç işleyen canavar değil, hastadır; öyleyse bakılıp eğitilmesi, sevilmesi gerekir.
Çağrı Kınık’ın hazırladığı, Nâzım’ın ünlü şiirini şiirsel bir anlatımla görselleştiren Havana Röportajı’ında bir sahne vardı; topu topu 10 kişilik bir sınıf, tahtada öğretmen anlatıyor, arkası bize dönük öğrencilerin hepsinin eli havada, “ben söyleyeyim öğretmenim!” diyerek; kısacık bir sahne, ama her şeyi açık seçik anlatıyor: öğrenme , yaşama sevinci bütün bireylerin canında!
Bütün insan kardeşlerine bir lokma bir hırkayla, ama alabildiğine mutlu, sevinçli, verimli yaşamanın canlı örneğini gösteren güzelim Küba halkına, bilge yöneticilerine yürekten alkış!
*
O günkü anmada yeni dostlar kazandık; bunlar arasında Alajendro’ya çevirmenlik yapan Ulvi İçil de vardı.
Ulvi, arkadaşı Esra Karaköse ile el ele, Küba’nın büyük önderi José Marti’nin çok yönlü üretiminden Küba Çocuk Tiyatrosu Kumpanyası için yazdığı Küçük Arı Kovanı adlı bir derleme yapıp çevirmişler; Yazılama Yayınevi de basmış.
Kitabın arka kapağgından birkaç satır paylaşalım:
“Yaşamın bu erken evresinde tiyatro çok yararlı olabileceği gibi çok zararlı da olabilir. Çok dikkatli davranmak gerekir… Bizim ilk gösterimiz , beş bin kişi önünde, Karl Maks Tiyatrosu’nda gerçekleşti, o büyük tiyatroda daha sonra yirmi beş kez oynadık. Çocuk; bütün o çalışmaların sonucunu yaklaşık bir saatte sergiledikten sonra, çoğu zaman ayağa fırlamış, alabildiğine doyumlu, gülen, coşmuş insandan o etkileyici alkışı aldıktan sonra, her sanatçının yaşadığı gibi, kendini beğenme ısıölçerindeki hızlı yükselmeden kaçınamaz; bu, kimi zaman, denetimi dışına taşabilir,özellikle de çocuk ertesi gün okula dönünce ve kendini sınıf arkadaşlarından ‘ayrı’ duyumsamaya başladığında… Küçük Arı Kovanı işte öncelikle bunu engelleme amacını güder. Camila bugün ‘Küçük Hamamböceği’ olabilir, yarınsa korodaki yirmi birinci arı olacaktır, ertesi gün makyajcıdır ya da perdenin arkasında durup öbürlerini yüreklendirecektir.
‘Mini diva’lar ya da ‘yıldızcıklar’ yaratmamaya büyük özen göstermekteyiz. Ruhbilimciler, bizi ‘mini diva’ların ya da ‘yıldızcıklar’ın kişiliklerinde geri dönüşü olmayan, onulmaz yaralar açılabileceği konusunda bizi uyarmaktadır.
Küçük Arı Kovanı’nda ‘aktöresel eğitim’ ilk sıradadır, ‘güzelduyusal(esteki)eğitime’ öncülük eder. Daha önce de çocuk oyuncu yetiştirme hevesinde olmadığımızı belirtmiştik; nitekim, topluluğumuzda yetişen çocukların büyük çoğunluğu uğraş olarak sanatı seçmemiştir. Biz sanatı bir araç olarak kullanmak istiyoruz. Dayanışma, karşılıklı saygı, sıkıdüzen, iyilik etme gibi insan değerlerinin çocuklarımızda kök salmasını sağlamada tiyatro ve toplu çalışma en etkili araçtır.”
Görüyor musunuz sömürüyü ortadan kaldırmış, artıdeğerin bütün toplumun, giderek dünyamızın en akılcı biçimde yaşamasına yatırmaya başlamış bir ulus yarının fidanlarını nasıl yetiştiriyor? Bu toplumdan artık soyguncu, talancı, yalancı dolancı, silah-uyuşturucu üretici ve satıcısı çıkar mı?
Darısı bütün öbür ülkelerin başına!
*
Çalışkan dostum Sezgin Kızılçelik basılmış üç kitabını gönderdi: Batı Sosyolojisini yeniden düşünmek: Marx’ın Sosyolojisi; Cilt 2: Burjuva Sosyolojisi; Sosyoloji Tarihi 1:İbni Haldun, Maciavelli, Montesquieu ve Rousseau’nun Sosyal Teorileri.
Adları, ne kadar temel yapıtlar olduklarını gösteriyor; daha önceki kitapları gibi Anı yayıncılık basmış; hemen edinin
Aynı ölçüde bir öbek ilginç yapıt da Berfin yayınlarıt’ndan geldi.
Ahmet Türkay’ın, Seher Gitti adlı romanı; İnci Barbaros Güzel’in anısal anlatısı Bir Yaşamdan; Ufuk Somer’in “iki Mülkiyelinin Öyküsü”:Gitme Zamanı adlı anıları; Veysel Boğatepe’nin Zarfsız Mektuplar adıyla basılmış denemeleri, sonra üç şiir kitabı: Ahmet Selçuk İlhan’ın Gitmeler Ban Kaldı’sı; Veysel Otunç’un Amansız Bir Aşk’ı; Resul Üstün’ün Deşifre Eke Yalnızlığımı’sı.
Bir başka can dostum, Mustafa Yıldırım o titiz incelemelerinin yatıştıramadığı çığlıklarını şiire dökmüş, basmış, gönderdi: Yürekler Kör.
Ondan bir şiiri paylaşalım:
DÜŞLERDE KALAN

Gel gönül gezelim
elin yüreği taş olmuş
karanlıktayız dost eline hasret
gün yordamınca yaşanmalı
adım üstüne adım dizelim.

Gel gönül gezelim
mahpus duvarlarında sesimiz
umuda yoldaş ranza gıcırtısı
suskun kalplere ilâç olur dizemiz
kırlangıçlara el edelim

Gel gönül gezelim
sökerek doğruyu anılardan
damıtalım iyi gözyaşlarından
biriken kana aldırmadan
kinimizi öldürüp gidelim

Gel gönül gezelim
yanarak geçen günlere
birazcık da yıllara
kapılmadan koyu karanlığa
gecikmeden kendimize gelelim

Gel gönül gezelim
anlık duygulardan koparak
için için yansın ateşimiz
aklımızı öne alarak
o eski şiiri yeniden ezelim.

Berfin/Bahar. S.121, Mart 2008.

Hiç yorum yok: