1 Kasım 2008 Cumartesi

KÜBA’DA DEVRİMİN 50. YILI

ABD, tam 638 kez Fidel Castro’yu öldürme girişiminde bulunmuş; başaramadı; Fidel’i ancak doğal bir hastalık ayırabildi başkanlıktan. O da tam ayrılma sayılamaz, çünkü düşünsel olarak bütün etkinliği, bütün etkisi sürüyor.
Ve Küba halkı, Mustafa Kemâl Atatürk gibi, devrimcilerin en insan- dünya severinin, Fidel’in mutlu bakışları altında, Devrimi’nin 50. yılını kutlamaya hazırlanıyor 2009’da; hem de insanlık tarihinde görülmemiş acımasızlıktaki 48 yıllık kuşatma, boğma girişimine karşın.
José Marti Küba Dostluk Derneği ile Nâzım Hikmet Kültür Merkezi, Küba ile dayanışma haftası düzenlediler 22-26 Ekim arasında; ilk günün etkinlikleri arasında, saat 18’de, Çağrı Kınıkoğlu ve arkadaşları ile Kübalı sinemacıların el ele hazırladıkları Nâzım’ın Küba Yolculuğu gösterildi.
Çağrı, filmini daha önce Havana Röportajı biçiminde düşünüp çekmişti; izlemiş, bayılmış, izlenimlerini yazıya da dökmüştüm; yeni, genişletilmiş biçimini aslında geçen Mayıs’ta, Feriye Sineması’nda göstermişti, ama haberim olmadığı için kaçırmıştım; dolayısıyla merakla bekliyordum, bekliyorduk Sevil, Nilgün, ben.
Çağrı’da sinema duygusu bulunduğunu o zaman da yazmıştım; Kübalı arkadaşlarıyla birlikte genişletirken o doğal yeteneğin yanına titiz bir çalışma, düşünme, elemeyi eklemiş, dolayısıyla en doyurucu sonuca ulaşmışlar: film çok yerinde bir seçimle, bütün dünyada sömürgecilere karşı ayaklanıp ulusal bağımsızlığı elde etmenin öncüsü Mustafa Kemâl’in Kurtuluş Savaşı’ndan görüntülerde başlıyor.
Filmin ana çatısı yine Havana Röportajı; dolayısıyla, Büyük Ozan’ın ağzından kendi geçmişi ve kimliği özetleniyor; ardından 1961’de Küba’ya yaptığı yolculuk; Küba halkıyla, Fidel’le, Kübalı yazarlarla, ozanlarla tanışıp konuşması geliyor; Sözcükler dergisinin geçen sayısın almış mıydınız bilmem? Orada, Nihal Akbulut’un çevirisiyle, bu gezi sırasında yapılmış söyleşinin ve kimi ozanların şiirlerinin çevirileri vardı. Çağrı ve Kübalı sinemacılar, çok yerinde bir değerlendirmeyle, o yazarlardan yaşayanları, söylediklerini katmışlar filme.
Biliyorsunuz, Küba Devrimi’nin unutulmaz öncülerinden Che Guevera: “Bir tanesi yetmez ,iki, üç, beş Vietnam gerekli dünyamıza!” demişti; filmde konuşan bilge insanlardan biri, “şimdi bayrak Küba’da”, dedi. Evet, sözün en gerçek, en tartışılmaz anlamında 11 milyoncuk o güzelim Küba halkında insan kardeşlerine hepimizi jet hızıyla cehenneme götüren anamalcı çılgınlıktan dönme yönteminin bayrağı.
Çağrı Kınıkoğlu, filmiyle Antalya Film Şenliği’ne katılmış; ama gazetelerde bu konuda tek sözcük okumadım, okuyamam da elbet: anamalcılığın bütün dünyaya yaşattığı şu korkunç bunalımın göbeğinde yurdumun yöneticileri, iş adamları kadınları, hiçbir şey üretmeyen işleyimcileri, gözümüzün içine baka baka: “gereken bütün önlemleri aldık (?!), bunalım bizi ya hiç etkilemez ya da şöyle bir değip geçer” diyorlarsa, Nâzım’ın Havana Yolculuğu’nda vurgulanan, anımsatılan olgulardan, doğrulardan kimse söz edemez bugün yaygın iletişim araçlarında. Dua edin de her şey denk düşsün, Çağrı bir yolunu bulup filmini sinemalarda gösterebilsin; o zaman en azından küçük mü küçük, alabildiğine ayrıcalıklı bir kesim gidip görebilir.
Filmin ardından, saat 20’de, Ruhi Su Salonu’nda çok önemli, doyurucu bir söyleşi vardı: Küba Devrimi ile Latin Amerika Devrimleri.
Söyleşiye, Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal; KKP Merkez Komitesi Uluslar Arası İlişkiler Bürosu üyesi Teresita Trujillo Hernandez; gazeteci Reinaldo Taladrid Herrero ; Venezüla İstanbul konsolosu José Bracho ve TKP. Genel Yazmanı Kemâl Okuyan katıldılar; José Marti Küba Dostluk Derneği İstanbul şubesi başkanı Oğuz Kavala yönetti. Ceren Tamgüler de konuklarımızın konuşmalarını kusursuz biçimde Türkçe’ye, bizim dildekileri de İspanyolca’ya çevirdi.
Sayın Abascal, her zamanki kendinden emin, dingin, sevecen kişiliğiyle, elli yıllık devrim sürecinin çarpıcı bir özetini yaptı; Teresita Hernandez, bütün dünyadaki “körüsel harakiri” yanlılarının, kurbanlarının sabahtan akşama ağızlarından düşürmedikleri “iyi ama bakalım daha kaç yıl, kaç gün dayanabilecekler?” sorusunu yanıtlamak üzere, Küba’da devrimin hangi sağlam temellere dayandığını; yaşanmakta olan, üstelik gittikçe ağırlaşacak bunalıma karşın, nasıl sapasağlam ayakta durduklarını, duracaklarını anımsattı. Reinaldo Herrero, öncelikle “düşmanı=ABD”yi ele aldı; yukarıda değindiğim gibi, Fidel’i ortadan kaldırmak üzere girişilen insanlık-ahlâkdışı denemeleri ele aldı.
Biz üçümüz, öncelikle Fidel’i ve güzelim halkını 1 Mayıs’ta Devrim Alanı’nda görebilmek için, 2006’dan beri üç kez gittik Küba’ya; ilk gidişimizde, büyük bir talihsizlikle, bir haftacık arayla bu büyük armağanı kaçırdık. Buna karşılık, Küba ve halkı konusunda en doyurucu kitabı, Sarı Sıcak Bir Pencere’yi yazmış olan Cüneyt Göksu ile Serpil Kılıç bu mutluluğa hem Devrim Alanı’nda,.hem Castro ile Chavez’in katıldıkları Alba toplantısında ermişler. Ancak biz de, Küba Dostluk Derneği’nde görüp edindiğimiz belgeselleri sayısız kez izlerken, Fidel’in o 638 öldürme girişiminden nasıl kurtulabildiğini açıkça gördük: ister onunla 50 yıldır 24 koyun koyuna yaşadığı Küba’da olsun, ister örneğin Harlem’de ya da Güney Amerika’nın herhangi bir ülkesinde, insanlar bu özü sözü bir, öbür insanları en az kendisi kadar sevip sayan varlığın benzersizliğini kusursuz biliyor; onu bağırlarına bastırıyorlar. Belgesellerden birinde, “çelik yelek giyiyor musunuz?” sorusuna, yeşil gömleğini açıp çıplak göğsünü gösterirken: “Bakın, benim yeleğim tensel değil, tinsel”diyordu; tastamam öyle: halkıyla, dünya halklarıyla arasında kimsenin aşamayacağı tinsel bir çelik bağ, zırh var.
Sayın Venezüla başkonsolusu José Bracho, çok haklı olarak, halkının Küba Devrimi’ne ve Fidel’e neler borçlu olduğunu anımsattı; böylece, Kübalı kardeşlerine, kardeşlerimize, hiç değilse bu söyleşi sırasında, 50 yıllık özverinin, çabanın, çilenin sözlü ödülünü tattırdı.
Kemâl Okuyan, SSCB’de yaşanan toplumcu denemenin ardından, Küba Devrimi’nin hepimiz, bütün insanlık için taşıdığı öneme değindi; 1961 Füze Bunalımı sırasında, Fidel’in ne kadar tutarlı, ahlâklı davrandığını; Kruçef’e “bırakın füzelerin topraklarımızda olduğunu, onları bizim istediğimizi dünyaya duyuralım”dediğini; SSCB yöneticisinin buna yanaşmadığını söyledi. Bu dediği doğruydu elbet; ama biz, Rebeca Chavez’in Fidel’li Dakikalar adlı filminde, şuna da tanık olmuştuk: füzelerin sökülüp götürülüşünden sonra, Fidel, canlı yayında, alıcıların karşısında önce kendi halkına, aynı zamanda bütün dünya insanlarına sesleniyordu:”ABD ile SSCB arasındaki bu pazarlıkta bize hiç danışılmamış olması, buradaki füzelerin Türkiye’dekilere karşılık olarak sökülüp götürülmesi toplumcu ilkelere de, ahlâka aykırıydı; bize danışılmış, bizimle konuşulmuş olsaydı, füzeler yine kaldılılırdı elbet, ama karşılığında şu Guantanamo üssü de oradan sökülüp atılabilirdi” diye haykırıp masayı yumrukluyor, ardından ekliyordu: “ama bütün bunlara karşın, füzeler giderse gitsin, biz Kongo değiliz; ya vatan ya ölüm; sonunda BİZ YENECEĞİZ!”
Evet, dünyanın en büyük parasal askersel gücüne sahip olduğunu sanan ABD başta, anamalcı soygunculara karşı 50 yıldır ayaktalar; hem de, bir lokma bir hırkayla yetinip dünyanın dört bir yanındaki kardeşlerine öğretmen, hekim, ilâç, bilgi, sevgi dağıtarak!
Okuyan’ın sözleri arasında “işçi sınıfı” da geçiyordu elbet; ancak, kanımca hep eski tanımıyla geçiyordu; oysa bırakın başka örnekleri, Küba Devrimi ve Fidel¸ bugünkü anamalcı soysuzluğun ürünü düzensizliği ortadan kaldırmak istiyorsak, yalnız kol işçilerini, işleyim işçileri öne çıkaramayacağımızı; 10 000 yıllık ataerkil, 200 yıllık anamalcı beyin yıkama yüzünden, kendileri tersini söyleseler bile, askerlerin, hekimlerin, öğretim üyelerinin, yöneticilerin de emekçi olduklarını çoktan somut olarak kanıtladılar. Yeryezünde emek verenlerle emeği ve onun yarattığı artıdeğeri sömürünlerden başka küme yok ki!
Kısacası, gerek Çağrı’nın filmi, gerek bu söyleşi, içimizi ışıttı; arkamda oturan gencecik kızın dediği gibi “ yaşama umudumuzu arttırdı”. Emeği geçen herkese yürekten alkış.
Ulus Dağı Yayınları, yeni kitabını gönderdi: Pedro Rosa Mendes’in Kaplanlar Körfezi adlı belge romanı. Bir zamanlar Portekiz’in sömürgesi olan, sevgili Kübalı gönüllülerin kurtuluş savaşlarında seve seve yanlarında çarpışıp can verdikleri Angola’dan ve Zambiya’dan, Mozambik’ten acılı, acıklı öyküler, çığlıklar içeriyor. Kısa bir alıntı yapayım:
“Acıların kadınları.
Teresa Chilambo, 35 yaşında; kocası savaşta ölmüş; evindeki dört kişinin geçimini odun toplayarak sağlıyor.
49 yaşındaki Alice Vissopa’nı bir parsellik küçük bir toprağı var; dört öksüze bakıyor. Öksüzlerin anneleri ölmüş; babalarından biri ormanda, öteki mayın tarlasında ölmüş.
31 yaşındaki Joasquina Nagueve’nin yeri çocuğu var; geçimini mayalı içkiler satarak sağlıyor. İki kocasından biri on beş yıl önce kaybolmuş; ötekiyse iki yıldır Luanda’da.
35 yaşındaki Adelia Jepele’nin kocası üç ay önce hastalıktan ölmüş; altı çocuğu var; geçimini mısır yemeği satarak sağlıyor.
….
1992 yılı Eylül ayında, Huambo sağlık merkezi, çevrede yalnız yaşayan anneleri, kayıkt altına almak için çağırdı. İki hafta içinde 693 kadın geldi. Sağlık merkezi yaklaşık 12.000 aileye, aşağı yukarı 70.000 kişiye hizmet veriyor. Her yüz kişiden beşi, yalnız kalmış anneler. Aslında kadınlar güvenlik kaygısıyla köylerden kentlerin kıyı mahallelerine geliyorlar. Jango gazetesi o ayın on birindeki baskısında ‘Kocalarıyla geldiler ya da kente geldiklerinde yeniden birleştiler’ diye açıkladı ve bir ad listesi yayınladı.
Ardından kocalar yitip gittiler. Bazıları hastalıktan öldü, çoğu da savaşta. Bazıları ailelerini yanlarına almadan başka kentlere göçtüler; bazı başka kadın aldılar ve eşlerin çocuklarıyla birlikte geride bıraktılar.
Kadınlar okuma yazma bilmiyorlar; hiçbir meslekleri yok, yalnız toprağı işlemeyi biliyorlar; ama hiç toprakları yok. Yanmış, yıkıma uğramış köylerden geliyorlar; ait oldukları öbeklerle – aile ve topluluklarla – bağlarını yitirmişler; kendileri gibi birer parya olan başka adamlarla yaşamaya başlamışlar. Şimdi erkekler gitti. Çocuklarla tek başlarına kalan kadınların bir şeyleri yok;hatta varlıkları bile yasalarca tanınmıyor.”
Ne kadar iç açıcı değil mi?
Oysa Cumartesi günü Ulusal Kanal’daki Gazeteci adlı izlencede konuğumuz olan, Sarı Sıcak Bir Pencere adlı çarpıcı kitabın yazarlarından Cüneyt Göksu, Füsun İkikardeş’in “sizi Küba’da, gezgin ve gazeteci olarak çarpan şey neydi?” sorusuna, gözünü kırpmadan şu yanıtı veriyordu: “ sokaklarda dolanan tek bir çocuk, ortaya bırakılmış yaşlı insanlar görmedik; ve bizi en çok etkileyen, toplumcu düzen konusunda kuramsal olarak bildiklerimizin günlük yaşama geçirilmiş olmasıydı; en uzak köye gittiğimizde, bütün öbür evler ne durumda olursa olsun, pırıl pırıl iki yapı vardı: okul ve sağlık ocağı ya da hastane.”
Zaten işte bu yüzden kitaplarının adı, sevgili Nâzım Hikmet’ten de esinlenerek, Sarı/Sıcak Bir Pencere! Hem de dünyanın bütün şımarık soyguncularının, tüketicilerinin yoksul diye nitelendirmekten büyük haz(?) duydukları o 11 milyoncuk alçakgönüllü halk yaratmış bu sımsıcak sarı pencereyi!
*
Ergun Çağatay’ı Cumhuriyet’teki fotoğraflarından anımsar mısınız bilmem? Ya da Orly’de, Amerikan uşağı Asala maşalarının patlattıkları tüple yaralanan insanlar arasında bulunduğunu ve küçük sakatlıkların dışında canını kurtardığını? Bu sabırlı, direngen dostumu nicedir özellikle İstanbul Fotoğraf Merkezi’ndeki sergilerde görüyordum; sürekli beni işliğine çağırıyor, gel yaptıklarımı gör, diyordu. Sonunda başardım ona gitmeyi; daha önce, ortak dostumuz Mehmet Kısmet uyarmıştı güzel bir fotoğraf kitabı çıkardığını; gidince gözüme inanamadım; Doğan Kuban’la ortaklaşa hazırladıkları büyük boy, sımsıkı metin ve fotoğraflarla dolu, 495 sayfalık dev bir yapıt: Türkçe Konuşanlar.
“Orta Asya’dan Balkanlar’a 2000 yıllık Sanat ve Kültür” alt başlığını taşıyan kitapta konu şu başlıklar altında ele alınmış: Dil ve Kimlik; Türk-Avrasya Simbiyozu; Din; Sanat ve Mimari; Güncel Sahne.
Metinlerle ilgili değerlendirmeyi işin uzmanları yapacaktır nasılsa; Ergun’un ele alınan her konu, ülke, halkla ilgili fotoğrafları soluk kesici. Meraklısı için gerçek bir görsel şölen.
İş Bankası Kültür Yyınları’na uğradığımda, Levent Cinemre bir kitap verdi: Mehmet Sarıoğlu’nun Bir Cumhuriyet Aydını: Mehmet Ali Kâğıtçıt’sı.
Ne acıklı değil mi? Cumhuriyetin varını yoğunu sat savur, sonra ilk kâğıt fabrikasını kuran yetenekli, özverili bir insanın kitabı yayınlansın, alay edercesine.
Deyip duruyorum ya küresel harakiri diye; işte onun en canlı kanıtlarından biri bu kitap. Bu kitabı basmak ne kadar değerbilirlikse, Türkiye’yi kâğıt fabrikaları da içinde, kolsuz kanatsız elsiz ayaksız bırakmak da o kadar korkunç! Bakalım bütün bunları yapanlar ilk dalgasının daha henüz yalnız savruntuları gelen küresel bunalımın altından sağ çıkabilecekler mi?
Berfin yayınevi de Kora adıyla iki kitap yayınlamış: Cazim Gürbüz’ün Gelin Ayırt Edin Ulan Bizi adlı gülmece öyküleri ile Sabri Kuşkonmaz’ın Soğuk Takvim adını taşıyan şiirleri.
Hadi gelin şimdi sevgili Fazıl Hüsnü Dağlarca ustayı bir şiiriyle uğurlayalım:
ŞİMŞEK

Samsun’daki at derisi damar damar
Mustafa Kemâl’in atı
Her gün 19 Mayıstır şahlanır durur hep
Gökyüzü kanıyla
Sanki damarları çatlar.

Dev yüreği dar
Yaşadığı binlerce koçaklama birer in
Ağzı kocaman bir soluk
Ağrı Dağıdır belki
Yelesi kar.

Yalazca yansıma var
Üzerinde mutlu çağlardan
Çakar şimşeğini anlatır hepimize
Özgürlükle başlamıştı
Özgürlükle uzayacak yollar.

Berfin/Bahar, s.129. Kasım 2008.

Hiç yorum yok: