1 Ocak 2008 Salı

CENGİZ ÖZAKINCI

Sevgili Cengiz Özakıncı’yı ilkin, Payel Yayınevi’ nin bastığı Dil ve Din ile tanıdım; adından anlaşılacağı üzere, dilden yola çıkarak dinin kökenlerine, aralarındaki sıkı bağlara eğiliyordu. Yapıtı dördüncü basımından sonra kendi yayınevi Otopsi’de yayınladı, geçen gün bana Kasım 2007’de 8. basımı yapılan kitabı yolladı. Doğal olarak üzerinde çalışmış, ilk basımın neredeyse iki katına çıkarmış, adına da küçük bir ekleme yapmış; “Kûr’anı Doğru Anlamak”. Kutsal Kitap’tan bir alıntıyı da önkapağa koymuş:
“Özlü, soylu, sağlam bir söz; toprağa kök salmış, dalları göğe uzanan, sağlam bir ağaç gibidir: Türetici’nin bilgisiyle her çağda ürün verir…Özürlü, bozuk, çürük bir söz, köksüz bir ağaç gibidir; toprağın yüzeyinde savrulup durur; yoktur onun yerleşecek yuvası..(Kûr’an: İbrahim Suresi/24.,25.,26.âyetler).
Bundan daha doğru, güzel söylenmiş söz olur mu? Bütün sorun, bu altın sözü hangi toplumun, hangi bireyin, hangi amaçla kullanacağında: o, dünyayı yaşanır kılmaya, insanlar arasında barış oluşturup sürdürmeye mi, yoksa amipten file, bize kadar canlı cansız bütün varlıkların iliğini kemiğini sömürmeye, bir avuç delinin cebini doldurmaya mı yarayacak?
Sözü uzatmayayım, hemen edinin bu temel yapıtı.
Çalışkan dostum öyle bir kitapla yetinir mi? Gönderdiği ikinci yapıt, en az bunun kadar ilginç, asal: Derin Yahudi/Siyon-Türk Zelda. Bunun üst başlığı “Musevi Tarihinde Bin Yıllık Türk Damgası”; alt başlığıysa: “ Haçlı Emperyalizminin Musevi Kılavuzları/Türk Kökenli Siyonlar ve İsrail.”
Kitabın başlığı size yine yeterince şey anlatıyor olmalı. Onun da arka kapağından kısa bir alıntı yapayım:
“Türkiye’de kimi Türkleri ‘İbrani-Yahudi kökenli Sabetaycılar’ olarak damgalayan yayınlarla Kürtleri İbrani kökenli Yahudiler olarak gösteren yayınlar aynı amaçla tek odaktan mı yürütülüyor? Kürtleri Sabetaycı diye damgalamakta kullanılan ‘adbilim’ yöntemi, dünyadaki Musevilerin soyadlarına uygulandığında, Musevilerin çoğunluğunun Hazar kökenli Türk olduğu gerçeği nasıl ortaya çıkıyor?”
Okuduğunuz gibi, söylencelerin, söylentilerin, masalların aslını aramaya giriştiğinizde karşınıza çok çarpıcı, yalın olgular çıkıyor; yüreğiniz, bilinciniz kaldırıyorsa, alıp düşünme, davranma dizgenizi katıyorsunuz. Cengiz Özakıncı bu konuda bulunmaz bir kılavuz.
Yine Otopsi’de bastığı bu inceleme de 7. basıma ulaşmış.
Üçüncü araştırma da aynı ölçüde sarsıcı, uyarıcı: Euro-Dolar Savaşı/ Yeni-İşgalcilerin İçyüzü Perde Arkası ve Amerikan İmparatorluğunun Sonu.
Kısa, önemli bir alıntı da ondan:
“…Euro-Dolar Savaşı, Cengiz Özakıncı’nın Türkiye’nin bor ve toryum yüzünden işgale uğrayabileceği görüşünü daha 2003’te ortaya koyduğu ilk kitaptır. Yenilmez, yıkılmaz, başaçıkılmaz olarak gösterilen ABD Emperyalizminin, petrol üreticisi İslâm ülkelerinin bir hamlesiyle çökecek en zayıf noktasını gözler önüne seren Euro-Dolar Savaşı, Amerikan güdümlü Türk medyası tarafından inatla gizleniyor.”
Siz bu giz perdesini yırtıp atmak istiyorsanız, hemen alın bu vazgeçilmez incelemeyi.
Bunların dışında, üç de yazın,anlatı-deneme türü yayınını göndermiş: Nilgün Belgün’le ortaklaşa kaleme aldıkları Düet ve Düello/Bir kadın-Bir erkek. Tek başına hazırladığı Münevver ile Neveser.
Ne denebilir? Yürekten alkış.
Yurdumuzun yakın geçmişiyle, geleceğiyle ilgili bir başka temel inceleme de yeminli mali müşavir Hüseyin Perviz Pur’dan geldi: Varlık Vergisi ve Azınlıklar.
Lozan kahramanı (?) İsmet Paşa ve arkadaşlarının 1942’de çıkarıp uyguladıkları, tartışması bir türlü kapanmayan bu yara, “Varlık Vergisi” konusunda en yetkili kişilerden biri, Hüseyin Perviz Pur daha kitabın arka kapağında bakın ne diyor:
“1942 Varlık Vergisi’ne benzer bir uygulama, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik, mali ve idari yapılarında hiçbir zaman yer almamıştı. Özellikle Kurtuluş Savaşı’nı cebindeki son maaşı ile başlatan ve maddi kaynağa en fazla ihtiyacı olan Mustafa Kemâl Paşa, vergiye ve mükelleflere daima hassas davranmıştı. Kurtuluş Savaşı’ndaki harcamaları karşılamak amacıyla vergi kanunlarının Kurucu Meclis’in onayını alarak uygulaması, gelecekte oluşacak yönetimin demokratik modelini belirlemişti.”
Devlete’e, yürütmeye, halka iki ayrı bakışı burada açıkça görüyoruz yeniden: ne denli yetenekli, güçlü olursa olsun, her adımını halka, onun gönüllü onayına dayandıran sahici önderlerin bakışı ile, ürkek, kişiliksiz, hele şu Batı denen masalı gözünde de gönlünde de göklere çıkaran zavallı, ama halkına karşı acımasız, yasa tanımaz insancıkların bakışı ve uygulaması.
Bütün dünya ülkelerine birer Atatürk, birer Fidel gerekiyor kurtulabilmemiz için.
Güzelim Atatürk Cumhuriyeti’nin temelini oyan, kanını canını boşa akıtan o korkunç yanlışın ayrıntılarını öğrenmek istiyorsanız, bu değerli inceleme Eren Yayıncılık basımıyla sizleri bekliyor.
Bir paket de Çınar Yayınları’ndan geldi; ilk kitap Sevgi Özel’in, Yıldızlar mı Suçluydu? adlı yaşanmış olayları anlatan öyküsü; Özel bu yapıtında, ünlü Körfez Sarsıntısı sırasında çekilen acıları dile getirmiş.Ondan da kısa bir alıntı yapayım:
“Haftalarca ölüm haberleri aldık; çocuklar ortada kaldı; çerden-çöpten, tenekeden barınaklar için gözyaşı döküldü. Evler, dükkânlar yağmalandı; ölüler soyuldu. Bizimkiler kaplumbağa hızıyla devinirken, elin adamı uzaklardan ekmeği soğutmadan getirdi. Bölgeyle birlikte Devlet örgütü de sallanmıştı aslında. Yetkililer, hazırlıksız yakalandık, diyordu; ama burası, kuyruğuna basılan bir yılan gibi tepki veren ‘fayların’ birbirine dolandığı bir ülkeydi. Daha önce de çok acı yaşanmıştı. Bu kez başkaydı. Bir daha yaşanmayacağının da güvencesi yoktu. Bu kez de ‘Ölenlere rahmet, kabanlara sabır’la yetinmeli miydik? Bu yıkımın suçlusu yok muydu? O değil, bu değil…Erişemeyeceğimiz kadar uzaktaki yıldızlar mıydı suçlu? Benimse tek bir amacım vardı; hiçbir şey belleklerde tozlanmamalı, yazılmalıydı. Bunu sıradan bir anlatı sayan; yazınsal kaygı taşınmadan oluştuğunu düşünen çıkacaktır. Kim ne düşünürse düşünsün, umurumda değil. Edebiyatın işlevlerindendi yapmak istediğim. Unutturmamak…
Yazdıklarım önce bu yıkımı yaşayanların, yanı sıra benim isyanımdır! Bu isyan ne yazınsal tartıya vurulabilir, ne başka türlü yargılanabilir! O kadar!”
Daha başka söz gerekir mi?
İkinci çalışma, Aydın Ilgaz’ın, sevgili babasının ünlü yapıtını ele alan incelemesi, Sınıf’ın Efsanesi. 1944 yılında basılan Sınıf adlı şiir kitabının sonra hangi çilelerden, serüvenlerden geçip Hababam Sınıfı’na dönüştüğünü anlatmış Aydın. Kitaptan yola çıkılarak hazırlanmış filmden görüntülerin, o konuda yazılmış yazıların yer aldığı belgesel bir çalışma.
Üçüncü kitap, 1971-1980 Amerikancı darbeleri sırasında ülkemizin yaşadığı acılara tanıklık eden çok önemli bir belge: Yaşamda ve Yargıda Devrimci Duruş:Halit Çelenk.
Rona Aybay-Ümit Altaş ikilisi, o yılların çilesini çekmiş insanlardan 70’inin büyük hukuk savaşçısı için düşünüp dile getirdiklerini derlemişler. Kitap en iyi kâğıda basılmış, Büyük Usta’nın yaşamından çeşitli görüntülerle bezenmiş; meraklısı için gerçek bir hazine. Ben bu tanıklıklardan sevgili dostum Fakir Baykurt’unkinden küçük bir alıntı yapayım:
“Halit Çelenk, Bükülmes Bir Savunman.
Halit Çelenk’le dostluk, yaşamı güzelleştiren olaylardandır. Konuşmak kadar dinlemeyi de iyi bilir, gülmece duygusu vardır, şiir okumayı, hem de dinlemeyi sever, özverilidir, merttir hepsinden önce, işinin ustasıdır. Kusurları da kendine göre güzeldir.
Türkiye’de, seçimle ya da atamayla gelen cumhurbaşkanlarına bakıp, yağmayacak yağmura âmin der gibi ben de adaylarımı öne sürerim içimden. Bunların ilki Vedat Günyol’du. Ne yapayım, seçilemedi. Cemâl Süreya Atuf Kansu’yu önerdi. Hay Allah; bunu ben neden düşünemedim diye üzüldüm, onu da destekledim. Sonra o makama savunman Halit Çelenk’i uygun gördüm.(…)
Madem adları aklımdan geçirdim, açılmamam gerekir; neden Halit Çelenk örneğin? Halit Çelenk ekmeği, gülü, eti, sütü, tatlıları yalnız yukarıdaki mutlu azınlığa değil, ulusun bütününe bölüştürmeye dikkat edecek insandır.Halkın sağlığına, halkın eğitimine, onların öğretmelerine, gözbebeğimiz gençlere, ağzı var dili yok kadınlarımıza, esnafa, darda kalmışa, işçiye, çiftçiye, askere, başıbozuğa gerekli özeni gösterecek insandır. Onun döneminde adaletsiz işlem olmaz. Yalnız yoksul hırsızlar değil, asıl büyük hırsızlar da cezalanır, cezalardan doğacak ıslah ve ibret ile toplum düzelir. Şehirler bu derece hesapsız doldurulmaz, köylüler düşmanca söndürülmez. Göğsünde sevmeyi, acımayı gerçekten bilen bir yüreği vardır. Halit Çelenk, benim bu derece güvendiğim insan, bir hukukçudur. Bu özellikleriyle onun cumhurbaşkanlığı halkın tarihinde altın dönem olur.*
Sevgili dostum Halûk Tarcan’dan ard arda iletiler geldi; zavallı aşağılık Amerikalılar, dünyaya egemen olabilme (?) yolundaki en büyük engel saydıkları Türkleri çökertmek, en büyük silahları olan düşünsel dirençlerini kırmak üzere, 2007 yılı başından beri üniversiteleri aracılığıyla ve elbet paralı-gönüllü devşirme Türkler(!) eliyle yeni bir saldırıya geçmişler: “Anadolu’da Türk ve Türk uygarlığı diye bir şey yoktur; Türklük, topu topu 200 yıllık bir Türk uydurmasıdır!”
Geçenlerde Bakû’da toplanan Konferans’ta da bu yalanı, hem de bilimsel bulgularla(?) kanıtlayıp özellikle Türk kökenli ulusların beynine çakmayı sürdürmüşler. Sanırım bir ara bir zıpır çıkıp ben hastayım, gönüllü kan bağışı istiyorum demişti ya, o çağrıya koşan temiz yürekli Türklerden aldıkları kan örneklerini çözümleyerek şu sonuca varmışlar güya: Anadolu’da yaşayanların en çok %10 ya da 15’i Türk kökenledir!
Eh bunu bilimsel(!) olarak buldunuz mu, gerisi kolay elbet: bir araştırma daha yaparsınız, seçtiğiniz birilerinin oranının (Kürtlerin, Ermenilerin, Yahudilerin) %50-55 olduğunu saptayıverirsiniz, tamam. Zaten özellikle sınır ve kıyı bölgelerindeki silahla alamadığınız toprakları dolarla ele geçirdiğinize göre, üstüne bu bilimsel bulguyu da koydunuz mu, olmayan Türkleri Anadolu’dan söküp atmak çocuk oyuncağı oluverir.
Nitekim, yine kendi yaptıkları, ama böyle çarpıtılmamış araştırmalar Etrüsklerin kanında %97 oranında, Aborijinlerinkinde de %99 oranında Türk DNA’sı buldular.
Ancak, diyor sevgili Halûk Tarcan,, bir ulusun, bir uygarlığın kökenini saptamada DNA tek başına belirleyici olamaz; asıl önemli olan, ele alınan topluluğun, halkın yaşadığı yerde bıraktığı silinmez izler, kaya resimleri, yazıtlardır. Bunlarsa, hem dünyanın hem Anadolu’nun sayısız yerinde yazıyı ilk bulanların Ön-Türkler olduğunu tartışma götürmez biçimde kanıtlamaktadır, hem de binlerce yıldır.
Nitekim, 16 Aralık Pazar günü, Ulusal Kanal’daki Gazeteci adlı izlencede, Füsun İkikardeş’in sorularını yanıtlamak üzere, önceden getirdiği çizimleri, belgeleri göstererek Türklerin, Batılı kafa karıştırıcıların, Ekrem Akurgal gibi gönüllü devşirmeleri de kullanarak öne sürdükleri gibi ancak İS 1071’de değil, İÖ 13 000’de Anadolu’ya geldiklerini kanıtladı. Ersin Alok’un, Ali Rıza Bilginer’in Sat ve Cilo dağlarında çektikleri kaya resimleri, Servet Somuncuoğlu ve arkadaşlarının Orta Asya’dan başlayıp Anadolu’ya dek uzanan geniş alanda görüntülediği resimler, yazıtlar Tarcan’ın dediklerini su götürmez biçimde doğruluyordu.
Ama bütün bu bulgular, kanıtlar sömürgeci asalak Batılıya sökmez; onlar hangi yolu yöntemi uygulayacaklarını çoktan saptamışlar: Lafontaine’in Kurtla Kuzu Meseli. Dolayısıyla, su kurttan kuzuya doğru da aksa, kuzudur suyu bulandıran!
Dolayısıyla iş kalıyor, başta Türkler, bütün dünyanın ezilen sömürülen kandırılan uluslarının yeniden birer Atatürk, Fidel, Chavez çıkarıp bu alçak oyunu bozmalarına. Üstelik, şimdiki tutumlarıyla kendilerini de doğruca cehenneme koşturan bu şaşkın, sersem Batılıları da bu kez gerçekten kurtarmak üzere!
Can dostlarımdan Saim Bugay¸ yaklaşık bir yıldır sağlık sorunuyla boğuşuyormuş; ama beyni üretimini sürdürmüş; ahşap yontularını Kare Galerisi’nde sergiledi. Her zamanki gibi, ince alayla ustalığın kaynaştırıldığı temiz, titiz çalışmalar. Yontular bu kez ikili, bir kitleden kopmuş, izlerini onda bırakmış, onun şurasına burasına yerleşmişler.
Sanatın, sanatçının, dahası insanın hiçe sayıldığı; binlerce yıllık uygarlık birikimlerinin bir anda yok edildiği şu acılı dönemde hâlâ sanatsal üretimde bulunabilmek de, bu ender ürünleri sergilemeyi göze almak da tam anlamıyla kahramanlık; o yüzden sevgili Saim Bugay’ı da, Kare’nin yaşatıcısı Fatoş’u da yürekten alkışlıyorum.
Hadi gelin sözümüzü yine temiz bir Anadolu çocuğunun, Ali Yüce’nin dizeleriyle bağlayalım.
OLMACA

Ben çocuk olsaydım eğer
Kav çakmak satardım
Bulut amcalara
Patlamış mısır alırdım
Bulut amcalardan

Ben çiçek olsaydım eğer
Hiç saksı giymezdim ayağıma
Ödünç kanat alırdım
Güvercin teyzemden
Üstünüze barış uçardım

Ben ırmak olsaydım eğer
Altıma saklamazdım ayaklarımı
Öyle yaklaşmazdım denize
Düşmana yaklaşır gibi
Sürüne sürüne

Ben tüfek olsaydım eğer
Üstüne patlamazdım kimsenin
Bir tetiğimden utanırdım
Bir de eğri parmağından
İnsan amcaların.
1971.

Berfin/Bahar. S. 120, Ocak 2008.

Hiç yorum yok: