1 Aralık 2007 Cumartesi

“ÜÇ KIZKARDEŞ”

Sevil de ben de, çok severiz Bennû Yıldırımlar’ı; tanıdığımız en yaşama sevinci dolu insanlardan biridir, ne zaman görsek içimiz açılır. Geçen Pazar Kadıköy Haldun Taner sahnesine Çehov’un Üç Kızkardeşi’ni izlemeye çağırdı; çok da iyi etti.
Oyunu izlerken bir kez daha gördük, Çehov işinin gerçekten ustası; orta sınıf insanlarını, iç dünyalarını, sorunlarını yakından biliyor, kusursuz yansıtıyor. Kendisi gibi hekimlik okumuş ama çoktan yılıp bırakmış, kendini içkiye vermiş bir insanın taşradaki sınırlı, sıkı yaşamdan kurtulabilmek üzere sabah akşam Moskova’ya taşınmayı düşünen, düşleyen üç kardeş. Eve gelip gidenler, kızların küçüğünün gönlünü çelmeye çalışan baron, pek saymadığı kocasıyla iyi kötü yaşarken evli bir albaya gönlün kaptıran Maşa, hepsini çekip çevirmeye çalışan öğretmen Olga.
Zaten hak ettiği ilgiyi görmüş, salon hemen hemen eksiksiz doluyor; üstelik çoğunlukla hanımlar koşuyor oyuna, başı bağlılar bile; dolayısıyla daha çok anlatmayayım, siz de ilk fırsatta koşun.
Salonu dolduran bu iyiniyetli izleyeciler adına konuşamam elbet, ama kendi payıma, aradan geçen onca yıla karşın, dünyanın bugünkü sorunlarını dile getirecek oyun yazarları yetiştiremeyişine, günümüzün yakıcı dertlerini ele alamayışına epey hayıflandım. Hem de özellikle Rusya’da, 70 yıl başka bir dünya yaratma, oyunda albayın sık sık yinelediği “sorunsuz, mutlu düzen” uğruna bilmem ne kadar cana patlayan bir deneme geçirilmiş olmasına karşın! Toplumcu, ortaklaşmacı kuramı Çarlık Rusya'sında ve sonra silah zoruyla el koyduğu topraklarda uygulamaya kalkışınlar, ne yazık ki, örneğin Fidel Castro’nun insan bilgisinden yoksunmuşlar demek ki: toplumcu düzeni, onun gibi sevgiye, gönüllü katılıma, coşkuya değil, polis ve Sibirya korkusuna dayandırmışlar; elbet tutmamış, tutamazdı. Fidel gibi, dünyanın dört bir yanına, tank top ordu değil – ki sömürücülere karşı savaşmak gerekince onu da yapmış güzelim Castro – gönüllü hekimler, okuma yazma bilmeyen insan kardeşlerimizi eğitecek öğretmen orduları yollamayı akıllarından bile geçirmemiş; elindeki bütün araçlarla bu güzelim denemeyi çökertmeye çalışan anamalcılarla, Amerikalılarla silahlanma ya da uzayda dolanma yarışına girişmişler.
Ne kadar yazık oldu hepimize!
Oyunu Ataol Behramoğlu özenli bir dille çevirmiş Türkçe’ye; bir konuk yönetmen, Nikita Milivojeviç sahneye koşmuş; bezemi M.Nurullah Tuncer tasarlamış; giysiler Duygu Türkekul’un; ışığı Mahmut Özdemir üstlenmiş; dansların tasarımınıysa Amalia Bennett; müzik, Dimitris Kamaratos’un.
Olga’yı Aslı İçözü; Maşa’yı Bennû Yıldırımlar; İrina’yı Yeliz Gerçek; İvan’ı Haldun Ergüvenç; babayı İbrahim Gündoğan; Ayeksey Fedotik’i C.Ayhan Şener; Vladimir Rode’yi Can Ertuğrul; Nikolay Solvonly’yi Yiğit Sertdemir; Anfisa’yı Ayşegül Devrim; Aleksandr Verşinin’i Hüseyin Köroğlu;Andrey Prozorov’u Cengiz Tangör; Fiyodor Kuligin’i S.Bora Seçkin; Natalya (Nataşa) İvanovna’yı Özge Özder; Ferapont’u da dönüşümlü olarak Turgut Arseven ya da Zeki Yıldırım canlandırıyor.
Oyunun bezemi sahne olanaklarına göre kusursuz çözülmüştü; yönetmen ulusunun havasını yansıtan ölçülü bir yorum sağlamış. Oyudan sonra kucaklamaya gittiğimiz Bennû, okulu bitirirken de bu oyunda İrina’yı canlandırdığını; o günden beri tam 15 yıl yeniden oynamayı düşlediğini, bugün düşünün gerçekleştiğini söyledi cıvıl cıvıl sevinç içinde.
Bize güzel, dolu bir Pazar yaşattığı için başta ona, emeği geçen herkese yürekten alkış.
*
Emine Ceylan’ı, tanışmadığımız, çağrı gönderemediği için ancak gelip geçerken rastladığım sergileriyle yıllardır biliyor, çok seviyordum; en son Nâzım Hikmet Kültür Merkrezi’nde açtığı Kiumesne/ Kim ise ne sergisini gezdim, bayıldım; artık dayanamayıp sergiyi bekleyen delikanlıdan telefonunu aldım, aradım, işliğine gittim. Meğer ikimiz de Cihangir’de yaşarmışız nicedir, hem de aynı sokakta. Üstelik ta Akademi’den tanıdığım Alaettin Aksoy’un eşiymiş.
Önce dişçilik okumuş, bitirmiş, özel bakımevini açmış; fotoğraf sevdası ancak 2 yıl sonra, 1984’de uçvermiş, ama doğrusu çok sıkı vermiş. Siyah-beyaz’ı, karanlık oda çalışmasını bile bile yeğlemiş, bu da bence çok yerinde bir seçim. Dünyamızın genel mutsuzluğundan mı, yoksa kendi özel yaşamöyküsünden mi, bilmiyorum, ölçülü kederine siyah-beyaz alabildiğine yakışıyor.
Eylül 1999’da İklimler adlı albümüne yazdığı satırlardan birkaçını analım:
“Gitgide uzaklaşan çocukluğun renhkleri ve dokuları arasında gezinirken, üzerine ışık düşmeyen gizli bir anının, bir görüntünün aydınlanıverdiği, etrafımızdaki yüzlerce görüntüyü parlaklığıyla solduruverdiğini hissederiz bazen…
Çocukluğa ait bu imgelerin, kafamda oluşturduğum biçim anlayışına uygun fotoğrafları ortaya çıkarmaya yardımcı olduğunu düşünüyorum. Bu otobiyografik öğelerin yanı sıra, tanık olduğum çeşitli yaşam verileri, karşısında çocukluğu yeniden ele geçirdiğimi hissettiğim ıssız doğa ve onun ruhumda oluşturduğu yansımalar…

Bu konularda fazla bir açıklamanın gerekli olmadığını, çok çeşitli anlam katmanları arasında el yordamıyla yürüdüğümü düşünüyorum bir yandan.Veriler çok açık değil, hayat sınırsız, sonsuzluk insanoğlunun ötesinde..
Bu nedenle, çalışmalarımın her aşamasında ‘bilgi’nin değil, ‘duyum’un önceliği vardır. Algıladığım hayatın bir yansıması olan bu fotoğraflar, doğadaki asıllarını yansıtma amacı gütmüyor. Ama doğallığın yansıtılmasını hedefliyor. Olağandışını değil, her zaman gözümüzün önünde duran olağanı, değişken yalınlığı işleyerek, yaşamın derinliğindeki özle buluşmayı umuyor.
Anlamsız bulduğum yaşama bir anlam katma çabası belki de bu. Bir önceki sergimde bir izleyici sergi defterime Albert Camus’nünşu sözünü yazmış: ‘Yaşamın anlamsızlığını bilerek yaşamak insanı yüceltir, soylu kılar. Evrenin saçmalığı karşısında bireyin kazandığı tek zafer budur.’

Boşluğa gönderdiğim şu görüntüler karşılıklarını bulur mu bilemem, ama anlamsızlığa karşı mücadele etmemde yardımcı oldukları ve beni sonsuzluğa açık bir enginlik ülkesinde yaşattıkları için onlara mimnettarım.”
Görüyorsunuz ya, son derece içten, duyarlı bir varlığın sessiz çığlıkları; onun sergilerinden herhangi birini görmüşseniz, özüyle sözünün ve işinin nasıl bir olduğunu saptayıp benim gibi duygulanmış, kederlenmiş, dünyanın kirinden arınmışsınızdır.
Aslında burada değindiği, evrenin anlamsızlığına gelince, kendi payıma böyle olduğunu, evrenin bir anlam ya da anlamsızlık taşıdığına aklım pek yatmıyor; ona anlam katan, canlının insan türü, ve özellikle de onun sözlü dile de ulaşmış olması: nesnelerin, varlıkların kendi başlarına bir anlamları yok, neden olsun ki? Anlamı arayan da, yaratan ya da yok eden de sözlü dil ve onu kullanan insan.
Üstelik bu da görece; bizim kapatıldığımız şu ataerkil-anamalcı düzensizliğin sıkıntısı, hastalığı bu; biz iki kez Küba’ya gittik, birer hafta yaşadık; uzaktan edindiğimiz bilgilerin doğruluğunu yaşamın her anında, her alanında bütün duyularımız duyargalarımızla görüp saptadık. İnsanın sözün gerçek anlamında anlamsız, para, pul, erk gibi boş şeyler uğruna ömrünü harcamasını ortadan kaldırınca; temel öğeleri, eğitimi, sağlığı, barınmayı yarışsız parasız kılınca; elde edilecekleri herkesle bir şenlik havasında seve seve paylaşmayı ilke edinip su içer gibi uygulayınca, asıl anlamlar ortaya çıkıvermiş; yaşama enerjisi gerçek yaratmalara, sevmeye, sevişmeye, her alanda yararlı ve yüceltici şeyler üretmeye harcanır olmuş. Gerçek çevre ve dünya koruması orada; eldeki enerjiyi tutumlu kullanma, şu güzelim mavi gezegenin gerçek bir cennet bahçesi hâlinde daha yüzlerce, binlerce yıl dönebilmesi için emek verme orada.
Kendi payıma, başka bir anlam aramam ki!
Anamalcı-ataerkil düzensizlik küresinde yaşatılan biz tutsaklar için kurtuluş yakın gözükmüyor; o günleri beklerken, herhangi bir yerde, herhangi bir anda Emine Ceylan’ın duyarlı arayışlarına rastlarsanız, hemen koşun; elde edilebilecek en doğal hâlleriyle görüntülenmiş insan, hayvan kardeşlerimizi, dağları taşları bulutları sevip okşayın.
Emine Ceylan da sevgili Cihat Burak ya da Melih Özuysal gibi, elindeki anlatım aracıyla doyamamış , yetinememiş besbelli; yaşamına anlam katmak, varlığında oluşan fırtınaları dile getirmek üzere sözlü dile de başvurmuş, öyküler yazmış. Ve bunlar, mutlu oluşumlar sonucu, Kış Yolculuğu adıyla basılmış. Hem de kendi fotoğrafları gibi özenli bir basımla.
Tanıştığımız gün büyük bir incelikle albümlerinin yanında onu da armağan etti; hemen okudum, alkışladım. Bu öykülerde de aynı tutarlı, dürüst, duyarlı Emine’yi buldum; geçmişle gelecek ya da şu an, anılarla düşler öyle güzel kaynaştırılmış ki!
Kendinize bu armağanı vermeniz bir sergisine rastlamaktan çok daha kolay.
*
Sevgili dostum Ali Bilginer,. Cilo ve Sat Dağları’nda kaya resimlerini, çiçekleri, insanları çekme sevdasına nasıl tutulduğunu anlatan kısa bir açıklama gönderdi; okuyalım:
“İstanbul Tıp Fakültesi’ni 1970’de bitirdikten sonra üç yıl kı7a hizmetinde bulundum (Davutpaşa-Bingöl); 1974-78 yılları arasında Gülhane Tıp Fakültesi’nde iç hastalıkları uzmanlık çalışmasının son yılında, bitirme tezimin konusu olduğu için iyi bildiğimden, kliniğimizde yatan (Kayserili, ataları Yörük, Orta Asya göçmeni) bir askerde , ülkemizde ilk kez bir hemoglobin türüne (hemoglobin Ube-2)’ye rastladık. Bana bu çalışmada destek olan iki bilginimiz, Ankara Tıp Fakültesi’nden Prof.Dr. Ayhan Çavdar ile Prof.Dr. Ayten Acarsoy’dur. Bunlardan Prof. Dr. Ayten Acarsoy, 1974’te, hastalardan birinde dünyada ilk kez keşfedilen hemoglobin Ankara’yı bulmuştur.Hemoglobin Ankara’ya sonra 1981 ve 86’da, Japon araştırmacalar tarafından Japonlarda da saptanmıştır.Dolayısıyla bulguladığımız hemoglobin Ube-2 ile Prof. Dr. Ayten Acarsoy’un saptadığı hemoglobin Ankara dünyada yalnız Türklerle Japonlarda görüldüğüne göre, aralarında genetik bir yakınlığın bulunabileceğini göstermesi açısından çok enimlidir. Başka bir deyişle, Orta Asya’dan göçeden atalarımız dünyanın değişik bölgelerine yayılmışlardır (Anadolu’ya, Japonya’ya vb) ve aralarında genetik kimi temel benzerlikler bulunmaktadır.
1978 yılında Gülhane Tıp Akademesi’nde yapılan keşfimizin İngiltered’de uzun araştırmalar sonucu dünyada Japonya’dan sonra ikinci kez bulunan hemoglobin Ube-2 olduğu anlaşılmış, bu buluşun yayını, 1984 yılında, değerli kalbilicimiz Prof.Dr.Muzaffer Aksoy’un desteğiyle, ABD’de, bu konudaki en üst düzeyli yayım aracı ‘Hemoglobin’ dergisinde yayınlanmıştır.
Beni Yüksekova’ya çeken de, bu keşfimizin ışığında Gevaruk Vadisi’nde ( Varagoz ve Sat Dağı’nda) kaya resimlerinde bu açıdan ne gibi şaşırtıcı şeylerle karşılaşacağımı öğrenme merakıydı.”
.Gördüğünüz gibi, Kâzım Mirşan’la Halûk Tarcan gibi, sözlü dilden değil, görüntülerden yola çıkan iki meraklı insan, Ersin Alok’la Ali Bilginer de, sözün ettiğimiz dağlardaki ya da dünyanın başka yerlerindeki kaya resimlerinde, yazıtlarda Ön-Atalarımızın, Ön-Türklerin Orta Asya’dan nerelere koştuklarını, hahgi kalıcı, yadsınmaz izleri bıraktıklarını, dolayısıyla gerçek insan uygarlığındaki katkılarını ortaya çıkarmaya çabalıyorlar.
Bu, tertemiz, sevgi dolu insanlara özgü bir özlem elbet; ama azmış, yoldan çıkmış, gözü dönmüş Batılı sömürücülere hiç etkisi olmaz. Onlar bambaşka, korkunç bir düş kuruyorlar: kendi bir avuç çapulcu sürülerinin dışında kalan bütün böcekleri, bunların başında da Türkleri yeryüzünden silip evrenin sonsuzluğuna göndermek.
Bakalım Demokritos’un ünlü olasılık ve gereklilik’i bu satrancı nasıl sona erdirecek?
*
Bu ay, Kaynak Yayınları, çıkardığı kitaplarını topluca yolladı. Bunlar arasında Kayhan Yükseler’in çevirdiği Çarlık Polis Raporlarında Taşnaklar; Sofi Tram-Semen’in hazırladığı Atalarımız Hunlar; Yavuz Arslan’ın Birinci Doğu Halkları Kurultayı (1-7 Eylül 1920-Bakû); Muazzez İlmiye Çığ’ın Uygarlığın Kökeni Sümerliler-1/Tarihte İlk Edebi Eserlerden Seçmelert’i; İskender Gökalp ileFrançois Georgeon’un hazırladıkları, Cüneyt Akalın’ın çevirdiği Kemalizm ve İslâm Dünyası; İlhami Durmuş’un yazdığı İskitler; yine Kayhan Yükseler’in çevirdiği S.G.Pirumyan’ın Diasporadaki Taşnaklar’ı; İlhami Durmuş’un hazırladığı Sarmatlar; Haluk Hepkom’un yazdığı Komplo Teorileri Tarihi var.
Ayrıca Logos yayınlarının bastığı, Selman Akı’nın Çerkezlerden Çerkezköy’e adlı incelemesi.
Sağolsun, Şeyda Öztürk de, Yapı-Kredi yayınlarının bastığı, Adorno’dan çevirdiği Rüya Kayıtları’nı yollamış.
Can dostum Oktay Şimşek ise, Yirmidört yayınlarında bastığı üç kitabı gönderdi: Serpilekin Terlemez’in Philippe Tancelin’den derleyip çevirdiği şiirler, Adımlar; ve Hüseyin Köse’nin iki incelemesi, Küresel ‘Akıntıya’ Karşı Sivil Arayışlar/ Alternatif Medya ile İletişimin Issızlaşması.
*
Bir kitap da Ulus Dağı Yayınları’ndan geldi; Işık Kansu’nun Akasyalı Sokaklar’ı; Atatürk Cumhuriyeti’nin kökünü kazımaya yemin etmiş azgın sömürgecilerle onların yerli uşaklarının sokaklarımızı süsleyen güzelim akasyalarla birlikte neleri kesip attıklarını acıyla, hüzünle anımsatan duyarlı yazıları Işık Kansu’nun.
Yılın son armağanını Türk resminin en sevip saydığım ustalarının birinden, sevgili Naile Akıncı’dan aldık Sevil’le; Evin Galerisi’nin de inceliğiyle, özgün baskılarından birini bize ayırıp imzalamış; çelebi oğlu Cengiz Akıncı da sağolsun çerçeveletip kapımıza dek yollamış. Sevinçle başucumuza astık elbet. Doğa hepsini mutlu yaşatsın.
Hadi gelin sözü yine tatlıya bağlayalım, Ali Yüce’nin bir şiiriyle bitirelim:

KALEM UYUMAZ

Bu gökler eskidi
Bu gökler hasta sevgilim
Bu gökler yakında ölecek
Mavisini ısırdı zulmün itleri
Bize ağlamak yakışmaz
Yeni bir gök yapalım kendimize

Gemilerin atıdır gözlerin
Saçların rüzgârların atı
Tepinir yaramın üzerinde
Sessizliğim gürültünün atı
Işığın işi ne körün kapısında
Bu karanlık ölülerin atı

Gelin bölüşelim insanlar
Acıyı kıvancı mutluluğu
Avuç avuç dilim dilim
Sevgi yapalım öfkeyi kini
Aşımız ekmeğimiz olsun ışık
Güzelliği bayrak çekelim
Direklerimize

Evren sığar da
Ozanların düşüne
Kendi şiirleri sığmaz
Ozanlar uyusa da geceleri
Kalemleri uyumaz.
1972.

Berfin/Bahar. S.118. Aralık 2007

Hiç yorum yok: