1 Ekim 2007 Pazartesi

TÜRBANIN ARDINDAKİ

Dolarla-bilgisayar oyunlarıyla gerçekleştirilen Amerikan darbesinden sonra, sıra bunun yasal kılıfını hazırlamada; aynı kaynaklardan beslenen gönüllü devşirmelere hazırlattırılan Anayasa tuzağı henüz açıklanmadı, ama sızdırılan haberler arasında AKP işbaşına getirile beri gündemden düşürülmeyen türban da var elbet. Ortadoğu’ya, Ona bağlı olarak bütün dünyayı, kaynaklarını sömürmek isteyenler kadınlara peçe taktırarak bu iğrenç oyunu gizliyorlar okutulmamış yığınlardan.
Ama arada işin aslını bilip söyleyen dürüst dünya yurttaşları da var elbet, hèlâ; Erol Manisalı’nın 28 Eylül’deki Cumhuriyet yazısı bunun en çarpıcı örneklerinden biriydi. Sevgili dostum Halûk Tarcan da konuya ışık tutan bir ileti gönderdi; gelin oradaki bilgileri paylaşalım:
“Erkekler kadının bir tel saçını gördüklerinde tahrik olurlarmış; buna engel olmak için kadınların türban takması gerekirmiş(?!) Burada iki çirkinlikle karşılaşıyoruz:
1- Kadın dediğimizde, yâni dişileri kastettiğimizde, analar, akrabalar, kız kardeşler, öğretmenler, meslek sahibi tüm kadınlar giriyor içine…demek ki erkekler, bunların arasında hiçbir ayırım yapmadan, bir tel saç gördüklerinde yalnız cinsel güdüleri şaha kalkmaktadır.
2- İşin ikinci yanıysa çirkinlik değil, düşüncesizlik çerçevesine giriyor: Allah, insanları iki cinsli olarak yaratmış, soyun sürebilmesi için de cinsel arzuyu ikisinin de içine yerleştirmiştir.
Bu açıdan bakınca, Allah’ın verdiği akıl’la düşünürsek, kadınların da erkeklerin örtünmelerini isteme hakkı doğuyor. Örneğin, kısa kollu gömleğinin altından kasları görünen yontu gibi bir delikanlı kadınlarda bu erkeğe sarılma duygu ve düşüncesi yaratabilir. Hele kocası çirkin ve çelimsiz ise…Mantık, bu erkeğin de örtünmesini gerektirir. Öyleyse, türbanın kökenini başka yerlerde aramamız gerekiyor.
Açıklamaya, “türban” sözcüğünün Fransızca’da “sarık” anlamına geldiğini anımsatarak başlayalım. Osmanlı’nın son döneminde sarık “turban” adıyla Fransızca’ya girmiştir (Larousse). Sarık, “tülbent”in en iyi türü olan mermer şâhi’den yapılırdı; dokusunun inceliği, sarığın sarılmasını kolaylaştırırdı. Fransız kulağı tülbent’i tülban diye algılamıştır.Bu da zamanla türban’a dönüşmüştür.
Budun(kavim)bilim (etnoloji) başı örtmenin kökenini Taş Çağı’na dek indirir. O günlerde insanlar, ölümden sonra saç ve tırnakların uzamayı sürdürdüklerini görmüş, bunlarda gizli bir kudretin varlığına inanıp korkmuşlardır. Bu nedenle, çatışmalarda tutsak aldıkları kralların kafa derilerini yüzer, saçlarını yok ederlerdi. 35 000 adadan oluşan Endonezya’da çalışan, Fransız Bilimsel Araştırma Merkezi’nden arkadaşım Gérard Nougarol şöyle bir olay anlatmıştır: bu adalardan birinde, çatışmalarda üstün gelen aşiret, yenilen aşiretin önderinin kafa derisini yüzdükten sonra, saçlarını ince jiletle ince ince doğrayıp pirince katarak hazırladıkları “kudret pilavı”nı yemekte, böylece o reisteki kudretin kendilerine geçeceğine inanmaktadırlar; günümüzde Endonezya yönetimi bunu yasaklamıştır.
Saç ve tırnaklardaki kudretle Tanrı’nın karşısına çıkılamayacağına göre, saçlar örtülmekte, eller yen içine saklanıp tırnaklar gizlenmektedir; el pençe divan duruşun kökenini burada aramak gerekir.
Bu alışkanlık, gelenek hâlinde bütün dinlere girmiştir:
- Budistler, saçları kökünden kazıyarak sorunu çözmüştür.
- Hıristiyan kadınları kiliseye saçların ve kollarını örterek girerler.
- Musevilerde, dinadamları sürekli siyah mölon şapka takarlar, Tanrı’nın verdiğıi kudreti simgeleyen saçların kesmeyip uzatırlar.
Buna Hıristiyanlarda da rastlanır: Roma’da, Temmuz sıcağında kalın çorap giydiğini sandığım bir kadının, aslında doğduğundan beri bacak kıllarını kesmemiş olduğunu kendi gözümle gördüm.
- İslâm’da, Hac ziyareti sonunda ya tıraş olunur ya da saçlarından, simgesel olarak, bir tutam kesilir.
- Hz Muhammed’in, 50 derece yaz sıcağında, kadınları SIKMABAŞ dolaşmaya zorlamış olacağı düşünülemez; sıcak o kertededir ki, erkekler entari giyerler, altında ne don vardır, ne pantolon.
Hürriyet’in 14 Eylül tarihli sayısında Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun, Referans gazetesiyle yaptığı söyleşiden bir alıntı vardı: Tarih boyunca, başortösü Müslüman olmanın ve sayılmanın ön-şartı HİÇ olmamıştır.”
Evet, bilimsel tarihsel gerçekler, doğrular bunlar; ama işin aslını azıcık aklı eren herkes biliyor: şu körolası erk düşkünlüğü, okutulup aydınlığa kavuşturulmamış yığınları daha da ürkütüp köle hâlinde elinin altında bulundurmak üzere uydurdu bütün bu zırvaları, daha da uydurmakta.
Dinlerarası diyaloglar, uygarlıklar arası işbirlikleri hepsi hepsi düzmece: tek amaç var, parasal ve siyasal, elbette askersel gücü elinde toplayıp yerkürenin kaynaklarına el koymak. Oysa dört din de, kitapları da ölümlü olduğumuzu, bu gezegendeki konukluğumuzun sınırlı olduğunu durmadan anımsatır zavallı kullara.
Nitekim, sevgili Bânû Avar, yeni dönemin ilk izlencesinde, 1 Etik akşamı, elden geldiğince geç saatte, TRT 1’de, Kerkük bölümünde, alçak Amerikalılarla Batılı suçortaklarının zavallı Irak’ı nasıl yerle bir ettiklerini, milyonlarca insanı nasıl göz kırpmadan öldürdüklerini, özellikle Musul-Kerkük petrollerine el koyabilmek üzere, dünün donsuz Kürt aşiret reislerini nasıl desteklediklerini, onlara geçici de olsa bir Kukla Devleti nasıl kurdurduklarını bütün belge ve bilgileriyle bir kez daha gözler önüne serdi. Lozan’da Musul ve Kerkük’ü elimizden almak üzere çevirdikleri dolapları bir daha vurguladı. Gel gör ki, sevgili Mustafa Kemâl’in bıkıp usanmadan yinelediği gibi, bir yurda., ardından bütün dünyaya yapılacak en büyük, en korkunç dönekliğin yerli işbirlikçilerden geldiğini bütün dünya halkları sayısız kez yaşadı, yaşamakta. Bakalım ne zaman bozulacak bu iğrenç oyun.
Türkiye’nin başında Atatürk, Rusya’nın başında Fidel Castro olabilseydi, Amerika ve kıyım ortakları bütün bunları yapabilir miydi?
Tam da bugünlerde, İstanbul’da adı boyundan büyük bir sergi sürüyor: Sanat Hiç Bu Kadar İyimser Olmamıştı. Dünyayı kan götürüyor, sanat iyimsermiş, aman ne güzel! Bu palavraya küratörlük mü kürdanlık mı ne eden şaşkın, nereden kimden aldığını çok iyi kestirebileceğiniz bir buyrukla, serbest piyasa soygununun önündeki en büyük engele saldırmış: Atatürk ve devrimleri. Bütün bunlar zorlamaymış; oysa bakın Irak’ta en küçük bir zorlama var mı? insanlar seve seve can veriyor, petrol veriyor, Mezopotamya uygarlığının talan edilmesini alkışlıyor, soyuldukça zil takıp oynuyor. Kerkük’te sokakta akan lağım suları kimsenin keyfini kaçırmamış; arada ağlayan kadınlar, ayda 100 dolara geçinme başarısından öbür dünyaya gitmeden cennete ulaşmanın mutluluğu içindeler, yaşlar, sevinçten.
Amerikan uşağı zibidi (bu güzel terim, unutulmaz yazısında sevgili Hikmet Bila’nındı, ödünç aldım) insanlık tarihinin en dünya ve insansever önderine rahatça dil uzatabilir, görevi budur; peki bu sergiyi düzenleyen, parasal destek sağlayan iki ünlü Türk (?) üretim kurumunun başındakiler bu rezilliğe neden göz yumuyor? Göz yummayı bırakın, neden izin verip alkış tutuyor acaba? Ülkemizin talanı, Cumhuriyet’in yıkımı tamamlandıktan sonra, kendilerine Amerikalı ya da Avrupalı soyguncular pastadan pay ayırır mı sanıyorlar dersiniz?
Berfin yayınevi, dört yeni kitabını gönderdi; Kora Yayın’ın bastığı kitapların biri roman, Hüseyin Şengün’ün Eylül Sürgünleri; Raşit Kara’nın da iki kitabı var, biri deneme: Filizkıranlar; öbürü anlatı, Medeniyete Yürüyüş. Son kitapsa şiir, Fâni Aydoğan’ın Sadeleşmek’i.
Sözümüzü sevgili Ali Yüce’nin bir şiiriyle bağlayalım.
ATATÜRK KAPINIZI VURSA
Sizin oralarda havalar nasıl
Yağmur yağar mı yalnızlık yağar mı
Gök gürlerken kulaklarınız kaç tanedir
Gurbete çıkar mısınız kazmanız omzunuzda
Treni kaçırsanız kazmanızın sapı kırılsa
Elleriniz çimlenir mi ceplerinizde

Sizin oralarda geceler nasıl
Derin mi dipsiz mi çumçukur mu
Karanlık acı mı çiğnerken
Yapış yapış mı ağzınızda
Işığı görseniz tanır mısınız
Evet mi hayır mı inşallah mı
Komşunun radyosu ne söyler akşamları
Dinlerken bir sızı girer mi içinize
Sevdanızı nerenize korsunuz eskidikçe

Eviniz kaçıncı katta kaç oda
Yerin altında mı üstünde mi
Ayrı mı oturursunuz balam
Yoksa keçilerle beraber mi
Evet mi hayır mı bana ne mi
Bir sabah Atatürk kapınızı vursa
Duymasanız bir daha vursa
Tarihin kulakları çınlar mı

Daha ne var ne yok sizin oralarda
Pazara gider misiniz alış veriş nasıl
Soğanın kilosu oy’u tanesi kaça
Sizin oralarda demokrasi nasıl
Baltalar kişner mi heykel görünce.

Berfin/Bahar. S. 116. Ekim 2007.

Hiç yorum yok: