1 Ağustos 2007 Çarşamba

MAGDİ RUFFER

İnce sesli, ince ruhlu Magdi Ruffer’i, şimdi banka biçiminde bir Amerikan sülüğünün yapıştığı yerdeki bahçeli, güzel Maçka evinde tanıdım; yurdumun yetiştirdiği en nitelikli insanlardan birinin, Sabahattin Eyuboğlu’nun bin bir kedili eşiydi.
1955 yılında yazıldığım Edebiyat Fakültesi’nin Fransız Dili ve Yazını Bölümü'nde öğretmen olmasaydı, yazar olarak uzaktan tanıyıp sevsem de, nasıl tanışırdım sevgili Sabahattin Eyuboğlu ile? O günlerde, Hasanoğlan’da hem de kurucu öğretmenlik yaptığını bilmiyordum elbet; Ruhi Su ile yan yana, can cana köy çocuklarını aydın kıldıklarını da. Bilmesem de, Sabahattin Bey, her açıdan yaşamımda etkili olacaktı: çeviri dersini o kadar yaratıcı biçimde veriyordu ki, sonra uğraşım olacak işi belli ki onun ektiği tohumlarla sevmişim.
O günlerin sıradışı koşulları, sevgili Adnan Benk de öğretmenimizdi; ama hemen hiç göremedik yüzünü; zaman zaman Bölüme gelse de, hanım öğretmenlere kahve çay içip giderdi; ancak okulu bitirip çeviriye başladıktan sonra, ünlü Larousse’un çevrilmesi işinin başına yönetici olduğu zaman varabildim yanına. Sabahattin Bey’se onun tersine, tam bir bilge, ekin adamıydı; gönlü kapısı herkese açıktı; o yüzden, şimdi kim elimden tutup götürdü anımsamıyorum ama, rahatça, koşa koşa gittim evlerine; ev değil dergah, cemevi; her Pazartesi İstanbul’un en seçkin sanat, yazın insanları toplaşıp kucaklaşıyor, Sabahattin Beyin unutulmaz söyleşilerini dinliyor, saydam ya da belgesel film gösterimlerini izliyor, türkü dinleyip söylüyor. Ne yazık ki, Ruhi Su’nun bu toplantılara geldiği güne rastlayamadım, ancak dolaylı yoldan yine belirleyici oldu sevgili Şaman Dedesi Eyuboğlu: zindan ve sürgün yılları bitip İstanbul’a geldikten sonra düzenli bir iş bulup türkülerini söyleyemeyen sevgili Ruhi Su, onların bir yöredaşının açtığı, Karaköy’de Tatlıcı Han’ın bodrumundaki Reis Merhaba’da söylemeye başladı; ve ben, yakın çevrem 1964’te oraya gidip Büyük Usta’yı dinlemeye başladık; şimdi çalışma odamda Sevil’in orada şöyle bir metre ötesinde, hayran hayran onu dinlerken çekilmiş bir fotoğrafı var.
Maçka’daki eve ilk gidişimi anımsıyorum; doğal olarak en küçük tören, astlık üstlük yoktu; ben de bir köşeye iliştim bir boş tabureye; hayran hayran çevreme bakar, konuşulanları, özellikle Sabahattin Bey’in anlattıklarını dinlerken, dal gibi süzülüp dizimin dibine çöktü sevgili Magdi; adını söyledi, sizi daha önce hiç görmemiştim, dedi ezgili sesiyle. Yazık ki, Sabahattin Bey yaşarken hiç dinleyemedim Magdi’nin piyanosunu; ancak ölümünden epey sonra, o güzelim bahçeli, kedili evi bırakıp Gümüşsuyu’na taşınınca, Ustam için bir yazı yazmayı tasarladığım zaman, ek bilgiler almak üzere evine gidince tadabildim bunu; ayrıca, Sabahattin Bey’in sevdasıyla işini, ailesini, yurdunu bırakıp gelmezden önce doldurduğu plağı armağan etti.
Yaşadıklarımızı biliyorsunuz: şimdi toplum ve siyaset uzmanı gibi kanal kanal dolaşan bir alçak, herkese açık o güzelim ekin-sanat yuvasına süzülmüş, belge bilgi diye kendi uydurduklarını kâğıda dökmüş, Amerikan maşası üstlerine vermiş; 1971 kasırgasında, daha başka nitelikli insanlarla birlikte Eyuboğlu çifti de yakapaça kodese tıkıldı; ve cânım Ustam, dünyanın en temiz insan ve ekin sevenlerinden, gerçek ışık kaynağı bırakıldıktan kısa bir süre sonra can verdi.
Tıpkı Sivas’ta diri diri yakılan 37 insanımızın ısrarlı çağrılarına, yakarmalarına aldırmayan, telefonu açıp oradaki birlik komutanını aramayan, dahası bir helikoptere atlayıp Sivas’a gitmeyen, gidemeyen Erdal İnönü’nün bugün en küçük bir üzüntü duymadan ortalıkta dolaşması, ayrıca herkese demokrasi, hoşgörü (?) dersi vermesi gibi, Sabahattin Eyuboğlu’nun erken ölümünden sorumlu Mahir Kaypak da utanıp arlanmadan salınıp geziyor, yüzüne tükürülmediği gibi, tersine alkışlanıp saygı görüyor. Demek ki, sevgili Metin Aydoğan’ın belgeleyip anımsattığı üzere, sevgili Atamızın ölümünden topu topu 5 ay sonra, Nisan 1939’da ABD ile imzalanmaya başlanan ikili anlaşmalar kusursuz işe yaramış, güzelim Anadolu halkı iyice yozlaşıp çürümüş, bütün soylu değerlerini unutmuş!
Dünyamızın en soylu, en yüce gönüllü, gerçekten uygar insanlarından birine vurulup ülkemize gelen; kendi ince, üstün niteliklerini sevgilisininkilere katan; ömür boyu insanlara da, doğanın bütün öbür varlıklarına da, kendisine yapılanlara bakmaksızın bütün benliğiyle sevgi, ilgi gösteren Magdi Ruffer Eyuboğlu da sonunda yoruldu; yıldızların arasına, sevgilisinin yanına döndü.
Cihangir’e taşınalı beri onu, özenli giyiminden, inceliğinden hiçbir şey yitirmeksizin geldiği alışveriş merkezinde görürdüm sabahları; ötesini berisini alır, bir taksiye biner, Gümüşsuyu’na dönerdi.
Doğrusu, olasılık-gereklilik ikilisine ne kadar teşekkür etsem azdır: insanlık tarihinin, çağımın, ülkemin en seçkin bu iki varlığını tanıyıp sevmeme izin verdi.
Geçen gün o günlerden kalma bir dostumu, Teoman Aktürel’i de yitirdik; benden beş altı yaşbüyüktü sanırım; biz Bölüm’de okurken, yazınsever arkadaşım İrfan Yalçın’la koridorda dolaşırken, zaman zaman geldiğini, derslere değil, Adnan Benk’in odasına girdiğini; Türk Yazını Bölümü’nden gelen Hamdi Tanpınar’ın da onlara katıldığını görürdük. Okul bitti, çevirmenliğe başladığımda doğal olarak De Yayınevi’nde, Memet Fuat’ı görmeye gelince görürdüm onu; bir ara ortak dostlarımız Beral-Teoman Madra’nın evlerinde karşılaştık, bir yaz Ayvalık’ta konukları bile olduk. İyi eğitim görmüş, nitelikli, duyarlı insanlardan biriydi Teo; ama toplum, gittikçe ağır basan Amerikan düzensizliği ondan yararlanmadı, yeteneklerini kullanmasına izin vermedi; içten içe çürüdü gitti sevgili dostum, sayısız benzeri gibi. Oysa örneğin Küba’da doğmuş olsaydı, kim bilir nasıl yararlı ve mutlu olurdu? Ya da, sevgili Atamız, Fidel gibi, şöyle bir 50 yıl başımızda kalabilseydi…
Sait Maden geçen yıl Nilgün’le beni Hilmi Akman’la tanıştırdı; Hilmi, hukuk kitapları basıyor, Yargı Dünyası adlı dergiyi çıkarıyor, artık yazınsal yayına da girmek istiyormuş. Yayınevinin adı konusunda biraz kararsızlık geçirse de, sonunda Zigana’yı seçti, ve bu ay ilk kitaplarını çıkardı.
İlki, Edgar Allan Poe’nun Arthur Gordon Pym’in Olağanüstü Serüvenleri; okurken göreceksiniz, bir bakıma türündeki benzerlere öncülük eden, Jules Verne’in ele aldığı bir konuyu işleyen çarpıcı, ilginç bir anlatı; Nilgün Şarman’ın özenli, şiirsel çevirisiyle. Saitçiğim her zamanki titizliğiyle, yayınevine yalın, çarpıcı bir simge tasarlamış; kitap kapakları da onun. Hilmi de, Sami Abbas’ın özenli dizgisi, Hanife Kıdık’ın kılı kırk yaran düzeltmenliğiyle, kusursuz kitaplar ortaya çıkarmış. Harfler büyük, seçilen kâğıt hafif ve nitelikli. Amansız sömürgeci saldırısıyla allak bullak olan ülkemde, insana, yazara, okura, yayıncıya yakışan kitaplar. Yürekten alkış.
İkinci kitap Jack London’dan Ayten Maden’in çevirdiği Uzak Bir Ülke adlı öyküler; kitapseverler London’u yakından tanır elbet; yapıtta üç uzun öyküsü yer alıyor.
Üçüncü yapıt, Aldous Huxley’in, Cesur Yeni Dünya; Ender Gürol çevirmiş. Buharlı makinenin, dizi üretimin, işleyimin, uygulaymın bulunuşundan sonra dünyanın, canlı varlıkların, o arada elbet kendisinin duygusal, coşkusal yanlarını küçümseyen, her şeyi makineye benzetmeye girişen insanoğlunun karşılaştığı, karşılacağı tuzakları, kapılacağı zorba yönetim hevesinin sakıncalarını anlatan bir yapıt. Düşülkelerin (ütopyaların) hangisini düşleyip gerçekleştirmeye çalışmamız gerektiğini anımsatan dürüst bir çağrı. Ama görünüşe göre, anamalcılık, bu sağlıklı uyarılara şimdilik bütün gözleri kulakları beyinleri kapatmış; bakalım ne zaman dönebileceğiz bu öldürücü gidişten?
Dördüncü kitap, büyük talihsiz ozan Mayakovski’nin sevgilisi Lili Birik’e yazdığı mektuplar; ilk basımını sevgili Memet Fuat’ın De Yayınları’nda yaptığı kitabı sonra Yazko, ardından Kavram Yayınları basmıştı; Sait’le Hilmi, sağolsunlar, Memet Abi kadar güzel bastılar bu yürek burkan sevda şarkılarını.
Son kitap, 800. yılını kutladığımız Mevlânâ’dan; Abdullah Öztemiz Hacıtaciroğlu’nun çevirdiği Mesnevi’den Seçmeler. Büyük gizemci ozan-düşünürün bu özdeyiş-öğütleri, dayanılmaz duruma gelen güncel yaşamdan kaçıp biraz erinç, dinginlik bulmasına yardım edebilir.
Can Yayınları da Nilgün Şarman’ın bir çevirisini bastı tam bu günlerde; Çinli yazar Su Tong’un Pirinç adlı romanı. 1930’larda, bin bir çalkantı içindeki Çin’de en temel besin olan pirincin ayrıca para yerine geçişini, cinsel ilişkilerde etkileme ya da işkence aracı olarak kullanılışını çok çarpıcı bir dille anlatmış Su Tong; Şarman’ın zengin, pürüzsüz Türkçesiyle yaz günlerinizi şenlendirecek bir yapıt.
Berfin Yayınları da iki kitabı gönderdi; ilki, Askeri Öner’in, Anadolu’da Kızılca Halvet’i; Aleviliğe, Bektaşiliğe dek uzanan yolun başındaki “Gizli Buluşma Yeri-Halvet” kitabın adı ve konusu; Anadolu’daki ilk temel ayaklanmalardan Babaî Ayaklanması’nı ele almış yazar, ilkin film öyküsü, sonra roman olarak yazmış. Meraklısı için gerçekten çok ilginç bir yapıt.
İkinci kitapsa Sadık Yılmaz’ın Umuda Akan Nehir’’i; yazar burada altmışlı, yetmişli, seksenli yıllar boyunca daha insanca bir yaşam umuduyla Batı’ya, Avrupa’ya koşan, akan yığınların öyküsünü anlatmış; zavallı insan kardeşlerimiz! Umut kaynağı diye koştukları ülkeler aslında bütün dünyayı en az 500 yıldır amansızca, acımasızca sömürenlerin kalesiydi. Şimdi ne duruma düştüklerini örneğin Bânû Avar’ın kitaplarında, belgesellerinde görüyor can gözünü yummamış olanlar. Gözünü kulağını körleştirmiş olanlarsa ABD, AB seçiminde kendi iplerini elleriyle yağlıyorlar: hani şu sözümona ulusçu (?) MHP başının kendisini dinleyenlere attığı ip!
Yapı-Kredi Yayınları’ndan da iki kitap geldi; ilki değerli ozanımız Oktay Rifat’ın Bir Kadının Penceresinden adlı romanı; 1975’lerde, evli üç çocuklu bir kadınla yine evli devrimci bir erkeğin gizli sevdalarını anlatıyor büyük ozan. Okumamış olanlar için.
İkinci kitap A.Adnan Azar’ın şiirleri: Beyaz Ayarı. Kitabın 37 bölümlü Işık Oyunları şiirinden 36. bölümü paylaşalım:

dedi, seninle ben
bir cehennem oyunundayız

dedi,’rol’
çaldık fırtınalardan.

kaldık, dedi, kaldık
aynaların ardında.

dedi, mühürlendik
dedi, sırlarımıza.

dedi, sahne.

dedi, hani
dedi, perde.

Berfin/Bahar. S. 114. Ağustos 2007.

Hiç yorum yok: