1 Temmuz 2009 Çarşamba

“PİR SULTAN ÖLÜR ÖLÜR DİRİLİR”

Sevgili dostum, ustam Mehmet Başaran, Evrensel Yayınlarının ikinci basımını yaptığı şiirlerini gönderdi: Pir Sultan Ölür Ölür Dirilir.
Mehmet Başaran, gönül ve emek verdiği Hasan Âli Yücel, İsmail Hakkı Tonguç, Sabahattin Eyuboğlu gibi ustalarla birlikte o güzelim okulların, Köy Enstitülerinin simgesi hâline gelmiş insanlardandır. Tıpkı yüzlerce yıldır sayısız kez asılan Pir Sultan Abdal gibi, toplum onları bir umut, bir bayrak gibi taşır elinde, kafasında. Bugün o okullara kavuşabilmiş yetenekli köy çocuklarının neler başarabildiğini, sayıları gittikçe azalan, ozanlardan, yazarlardan, onların yapıtlarından anlıyoruz.
Ama benzersiz Mustafa Kemâl Atatürk’ün hem kendi yurtlarını, hem bütün dünyayı barışa kavuşturmak isteyen sürdürücüleri ülkemizde yenilgiye uğratılmış gözükseler de, uzak gibi gözüken, ama düşünsel akrabamız bir ülkede, Küba’da, bu güzelim okullardaki eğitimle atbaşı giden üretim ilkesi, 50 yılda çelik gibi sağlam, bilinçli, sözün gerçek anlamında insan+dünya+çevre seven kuşaklar yetiştirdi; 50 yıllık amansız, acımasız ABD ve anamalcı küre kuşatmasına karşın, Fidel ve arkadaşlarının açtıkları aydınlık yola birer ikişer girmekte olan Güney Amerika ülkeleri, parayı ve iletişim araçların ellerinde bulunduranların bütün karartmalarını aşarak, hepimize gerçek uygarlığı; kaynakları da ömrü de sınırlı bir dünyada insan kardeşlerine bundan sonra nasıl yaşamaları gerektiğini somut olarak gösteriyorlar.
Çektiği sayısız çileye karşın yüzünden, gönlünden gülümseme eksilmeyen Anadolu dervişinin, Mehmet Başaran’ın dizelerini yeniden okuyup kendimize gelmeye çalışalım isterseniz.
KIRAĞI VURGUNU SORULAR
Daha dünyayla / Kirlenmemiş bir bakış / Nasıl görür maviliği / Yani ki sonsuz göğü
Süte mi suya mı benzetir önce / Ay ışığıyla birden uyanan / Derin kırlara mı sonra
O ıssızlıkta / Ne der kulağa / Çay boyunda öten kuş / Nenin nesidir toprağa / Yalınayak basan çocuğun / Yüreğine ulaşan serinlik
Okşarken saçlarını / Ölen annesinin / Solarken baş ucunda güller / Nedir anlatmaya çalıştığı / Çağla kokan sözcüklerle / Neden kırağılardan habersiz / Tomurcuklar gibidir yüzü
Çocuk da olsak / Yaşlı da / Neden / Bunca olup bitene karşın / Bir bıçağın keskinliğini deneyen / Parmaklar gibiyiz hep.
SEN YARATACAKSIN YENİDEN
Biliyorum bir yerlerde işçisin / Emeğin sorunlarıdır gözlerin / Üyesisin bir güzel imecenin / Alnın çağın yeni hiyeroglifidir
Taşıt beklediğin gri duraklar / Acı gürültü çiçekleri açar / Yalnızlıktır yüreğine düşen kar / Her gün yorgunluk sağanak gibi gelir
Düşlerin taşa çarpmış kırık ayna / Bulanık gösterir dünyayı sana / Nerde umutların parlak yıldızı
Sen yaratacaksın aşkı yeniden / Dostluğun sevginin imecesinden / Yaşama kan veren emeğin kızı.
Ver Elini Hasanoğlan
Yüksek Köy Enstitüsü’nde öğretmendi Ruhu Su / Ah dedirten türkülerinde anamın yüzü/ Doğrulmuş tohum saçıyor İstasyon Tepesi’nde / Babama benzeyen Köylü Yontusu / Tonguç mu Yücel mi Bedrettin mi konuşan / Tarlalarda işliklerde imece coşkusu / Yıldızların parladığı anlar mı tarihte / Ders veriyor Eflatun Sokrates Montaigne Eyuboğlu / Katmış ellerini gözlerini buraya her Enstitü / Günaydın diyor çağla sesiyle her ay bozkıra / Yeni bir oyunla Açık Hava Tıyatrosu / Burası Hasanoğlan yepyeni bir bilimyurdu / Anadolu’nun ortasında aydınlığın korosu.
Şu mavi gezegenin güneş soğuyana dek yaşayabilmesi için Pir Sultanların dirilmesi gerekiyor.
*
Başka iki sevgili dostum, Ersin Alok’la Ali Bilginer el ele vermişler, bize biraz acı koksa da yeni bir gül demeti hazırlamışlar: Çamlıca.
Kitabı fotoğraf ve yazılarıyla Ali hazırlamış, Ersin de adına, şanına yakışır biçimde basmış.
Kitabın doğuşunu şöyle anlatıyor Ali:
“…
1981 yılında İstanbul’a yeniden döndüğümde seçtiğim yer Çamlıca Asker Hastanesi oldu. Çocukluğumda resimlerini görerek hayal ettiğim ve sevdiğim İstanbul’da yaşamak her zaman tutkularımdan birisi olmuştu.İstanbul sevgisi, doğa ve kır sevgisiyle birleşince, Çamlıca gibi İstanbul’un tepesinde, yeşilin yoğun, karmaşanın daha az olduğu bir yerde çalışmak ayrı bir mutluluk kaynağıydı.
Küçük Çamlıca’nın Güney eteklerinde bulunan Çamlıca Asker Hastanesi, bahçesinin yeşil örtüsü, değişik türdeki ağaçları, türlü yaban çiçekleri, şakıyan bülbülleriyle İstanbul’un çok yakınlarında, gizli bir doğa hazinesiydi. Bahçede gezinirken kendimi zaman zaman, çocukken büyüklerimden dinlediğim büyülü Binbir Gece Masalları’nın yaşandığı bahçelerde sanırdım.

Merak ve sevgiyle başlayan Çamlıca gezilerim, zaman içinde özel çaba ve eğitimle edinilen doğa ve bitkibilim birikimine, daha sonra da Çamlıca Tepeleri’ndeki yaban yaşamın araştırılmasına yöneldi.
Böylece, neredeyse çeyrek yüzyıla yakın bir zaman içinde bahçede hangi bitki, çiçeğin nerede ve ne zaman boygösterdiğini; hattâ çok kısa ömürlü çiçeklerin bile nerede, kaç gün açık kaldığını, bu sürede bahçe içinde ve eteklerinde neler olup bittiğini sevgi ve merak içinde izlemeye çalıştım. Elimde önemli sayıda bitki ve çiçek fotoğrafı birikti.
Bunların bilimsel açıdan değerlerinin ne olduğunu, daha önceleri İstanbul’un hemen hemen orta yerinde bulunan Çamlıca’da bitkibilimsel bir araştırmanın neden yapılmadığını, bu bitkilerin Çamlıca’da bulunmalarının ne gibi bir bilimsel anlam taşıdığını öğrenmek istedim.
Sevgili Prof. Dr. Tuna Ekim’in kapısını çaldım. Bitkibilimci olsun olmasın, kendisinden yardım isteyen her bitkisevere gerçek bir bilim insanı sabrı ve alçakgönüllüğüyle yaklaşan, bitkibilimin en değerli araştırıcılarından biri sayılan Sayın Prof. Dr. Ekim, benden de sahip olduğu engin bilgi ve deneyimlerini esirgemedi.
Kendilerine sunduğum çiçek fotoğraflarını ilgiyle karşıladı. Özellikle kimi çiçeklerin Çamlıca doğasında bulunmasını ilginç sayarak, çalışmalarıma İstanbul ve Türkiye bitkileri konularında çok değerli katkılarda bulundu. Ondan aldığım bilgilerle çalışmalarım daha bir hız ve anlam kazandı. Zaman geçti, devran döndü. İstanbul’da bulunduğum ya da kesintilerle uğrayabildiğim zamanlarda, Çamlıca’nın doğal değerleri benim için hiçbir zaman önemini yitirmedi.
Üzerinde ya da yakınlarında yaşadığımız bu güzel Çamlıca tepelerinin, İstanbu’un ve ülkemiz Anadolu’nun sahip olduğu doğal değerlerin neler olduğunun bilinmesi ve korunması amacıyla başlatılan bu çalışmayı önce kendi insanımızla, sonra bütün dünyayla paylaşma düşüncesi bu kitabın hazırlanmasına neden oldu.
İstanbul’un 2010 yılında Dünya Kültür Başkenti seçilmesi nedeniyle, bu çalışmada Çamlıca özelinden yürüyerek, İstanbul’u daha az bilinen, başka bir yönüyle ilkin kendi insanımıza, sonra dünyaya bir ölçüde de olsa tanıtabilirsek ne mutlu.”
Bu önsözün altına Küçük Çamlıca’dan 2005’te çekilmiş bir fotoğrafını koymuş Ali Bilginer; hemen sonraki sayfa ile karşısındaki ise ikişer kat hazırlanmış, ve içlerine boylu boyunca, sanırım 19. Yüzyıl’da yapılmış geniş bir resim konmuş: denizde yelkenli gemiler, Çamlıca’nın önünde de, karşı kıyıda da, büyük olasılıkla Beşiktaş’tan ötede hiç ev yok; Topkapı Sarayı, Camiler açık seçik ortada. Çamlıca tepesi de hemen hemen ağaçsız; üstünde karşı kıyıya bakan, dinlenen, konuşan birkaç kişi.
Hey gidi heyyyyyy!
Daha fazlasını merak ediyorsanız, isterseniz birkaç kişi birleşin, bu inci gibi kitabı alın; her şeyde olduğu gibi, kitaba bakarken çok mutlu olursunuz; ama üzerinde düşünürken, kentimize, dünyamıza ettiklerimizi, bu gidişle edeceklerimizi irdeleyince de kederlere gömülürsünüz. Olsun, belki keder uyandırır hepimizi, iş işten geçmeden.
Kitaba emeği geçenleri yürekten kutluyorum.
*
Mayıs’ın son haftasında bir boydan bir boya Karadeniz kıyımızı gezdik; ülkemiz inanılmaz güzellikte, insanları da öyle. Tek yara bütün dünyanın da başındaki bela: para uğruna her şeyi yıkıp yok eden talancılar. Burada da o tadına doyulmaz, fıkır fıkır kaynayan, bin bir ürün veren, her yerinden cana can katacak sular akan, yeşilin bütün türlerini bağrında toplayan, karlı tepelerle ılıcacık yaylaların kucaklaştığı olağandışı doğaya, kıyı da kıymış gözü dönmüş küresel harakiri’ciler. Ne zaman coşkuyla havalara uçsak, yüreğimiz sızlayarak yere çakılma geldi arkasından.
Yaşadığımız unutulmaz güzellikleri özetlemek üzere tek bir şey anacağım: Akçaabat’taki Nihat Usta’nın Yeri.
Yine bir öğle yemeği için uğradık oraya; gezi boyunca birçok lokantada yedik yemeklerimizi, hepsi birbirinden güzel, birbirinden lezzetliydi. Nihat Usta’yı öbürlerinden ayıran, ağız tadının yanına başka incelikler de katmasıydı: pırıl pırıl geniş bir alan, iç içe odalar, ortalıkta seğirten tertemiz oğlanlar. Yemekler hiç bekletmeden, tıkır tıkır geldi; köfteleri Nihat Usta hâlâ kendi elleriyle yoğuruyormuş; anlatmakla olmaz, yolunuzu düşürüp yemelisiniz. Bu gezide bizi en çok şaşırtıp mutlu eden ayrıntılardan biri de, bütün lokantalarda yemeklerin gerçekten insanı doyuracak ölçülerde getirilmesiydi: İstanbul’da kuş kadar yemek konmuş tabaklar alışmış olanlar için gerçek bir şölen. Karadeniz’e özgü muhlama ile lâz böreği’ni yemeden ayrılmayın şu ölümlü dünyadan. Nihat Usta’yı bir masada, işinin başında da gördük; iki kişiyle konuşuyordu; ama demek o kadar dikkatli ki, bizim masadan Nilgün ve Sevgi kutlamaya gidince, saniyede fırlayıp geldi. Kucaklaştık, kutladık; az sonra kızını tanıştırdı, demek ki ailecek sürdürüyorlar insanları sevindirmeyi. O güzelim yemeklerin yanında, çok önemli bir ayrıntı da, çalınan hafif müzikti: bilirsiniz şimdi artık lokantalarda, kahvelerde, araçlarda yalnız bizim gibileri canından bezdiren yıvışık müzikler çalınır; buradaysa, Türk halk müziğinin en güzel türküleri yalnız sazla çalıyordu arka arkaya. O zaman düşündüm, Nihat Usta, bu uyanıklığı, bu titizliğiyle başbakan, cumhurbaşkanı olsa, dünyanın en varlıklı ve mutlu ülkesi bir olurduk: çünkü doğal kaynaklar da, insan kaynakları da kıyaslanmaz ölçüde üstün hemen her yerden. Tek eksik, Nihat Usta’yı bu yetenekleriyle Ankara’ya taşıyacak, dükkânındaki gibi, bozulmadan halkını mutlu etmesine izin verecek toplumsal çarklar.
Bakalım ne zaman becereceğiz bunu?
Gezinin en etkileyici bölümlerinden biri, kuşkusuz, Bandırma gemisinin kıç kamarasında bir masanın çevresine sıralınmış, önlerindeki haritaya bakarak konuşan Mustafa Kemâl ile dört subay arkadaşını görmekti; onlar, yurdumuzu bin bir dolaptan, saldırıdan kurtarıp bize güzel yurdumuzu armağan eden öncülerdi. Geminin alt katınıysa boydan boya Atatürk’ün her dönemden resimleriyle bezemişler; bir köşedeki aygıt onun sevdiği şarkı ve türküleri çalıyor. Böyle toplu gezilerin bütün zaman kısıtlamasına karşın, ömrümün en çarpıcı anlarını geçirdim bu tarihsel geminin yeniden üretilmiş benzerinde.
*
Geçen gün uğradığımda, Ali Alkan İnal¸ İş Bankası Kültür yayınlarının yeni üç kitabını verdi: ilki, önsözünü Doğan Hızlan’ın, sonsözünü de Sunay Akın’ın yazdıkları Yazarlarımızdan Masallar ve Öyküler.
Ömer Seyfettin, Eflatun Cem Güney, Sait Faik, Yaşar Kemâl, Tahsin Yücel, Nâzım Hikmet, Aziz Nesin, Nezihe Meriç, Necati Tosuner, Yalvaç Ural, Tarık Dursun ve Muharrem Buhara’dan birer öykü seçilmiş, 1. hamur kâğıda özenle basılmış. Ama işin en güzel yanı, bu kitap 1 milyon basılmış, tıpkı geçen yılki gibi, karnesini getiren İlkokul öğrencisine, armağan edilecek. Üstelik öyle sınıf birincisi falan olmak da gerekmiyor, karne yeterli bu benzersiz armağana kavuşmak için. Öyleyse hiç durmayın, yapışın yavrularınız ellerine, doğru İş Bankası şubelerine.
Öbür iki kitap Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi’nden; Mazlum Bayhan’ın çevirdiği, L. N. Tolstoy’un “Sivastopol”u ile Ergin Altay’ın dilimize kazandırdığı, İvan Sergeyeviç Turgenyev’in üç kitabı: “Rudin, İlk Aşk, İlkbahar Selleri.”
*
Pazar günüyse çok hoş bir şaşırtma beni bekliyordu: ilk eşim Özden’in kardeşi Erden Soytürk aradı, Cihangir’e geleceğini, bir kahve içip içemeyeceğimizi sordu. Sevinçle kabul ettim elbet; Erden, doğabilim okumuş, yetenekli, dünyayla da kendisiyle ince ince dalga geçmeyi başaran bir insandı. Hepimiz gibi inişli çıkışlı bir yaşamdan sonra, okuduğu lisede geçen üç yılını anlatan bir kitap yazmış: “Bir Hergele Geçti Kabataş’tan”.
Bakın ne diyor arka kapağında:
“Ders kitaplarına eğilince, sanki çok kıymetli bir şeyler gümüş derelerde akıp gidiyor, ben onlara arkamı dönüyordum. Bu, tekrar ele geçirilemeyecek bir kayıptı. Bir şeyleri yaşamak daha değerliydi. Her yerde yazılı olan bilgiler, nasılsa bir yerlerden öğrenilebilirdi. Ama o akan dereyi, duyguları asla geri getiremezdim. Derslerin sıkıntısı da bu duyguları daha derinden duyabilmem için gereken süslemelerdi. O süslemeli duvarlar olmasa, beni yücelten duyarlılığımın dayanakları da olmayacaktı.”
“Sonraları hayat boyu ne sınavlar gördüm; aşkı, ihaneti gördüm. Hiçbiri lise sınavlarından, aşklarından, bu lise maceralarından zevkli değildi. Onun için kıymetliydi zaten; onun için yazmaya çabaladım. Bir de hâlâ okuyan öğretmen için, belki eğitimle ilgili bir şeyler çıkarırlar, diye karaladım. Belki başarılı gözükmeyenlerin dünyalarıyla da ilgilenirler. Hâlâ okuyan veliler varsa, çocuklarının görünmeyen dünyalarına, derinliklerine de bakarlar belki.”
Ah canım Erdencim, sorun bize özgü değil ki, küresel: Molière’in kaç yüzyıl önce parmak bastığı gibi, insanlar yaşamak için yemiyor, yemek için yaşıyorsa; yaşamak için bilgi edinmiyor, para kazanmaz için bilgi satıyorsa; okullar, öğretmenler her çocuğun içindeki olası yeteneği ortaya çıkarmak için değil, küresel Guantanamo’ya dönüştürülmüş okullarda bütün özgür, eleştirici beyinleri iğdiş etmek üzere çalışıyorsa ne senin kitabın, ne de başkası işe yarar! Başka bir Fransız özdeyişi: “istemek, yapabilmektir” diyor; bu düpedüz masal; insanın doğru şeyleri isteyebilmesi için, bilgisayarlar gibi, doğru izlencelerle donatılması gerekir. Şimdi, Küba’nın, yavaş yavaş onun sağlıklı yolunu benimseyen Güney Amerika ülkelerinin dışında, hiçbir yerde beyinlere doğru izlenceler yüklenmiyor, akla hayâle gelebilecek abur cuburla dolduruluyor: dünyanın bütün artıdeğeri bir avuç doymakbilmez çılgının cebine girsin diye.
*
İçimiz açılsın, yaşama sevincimiz yerinde dursun diye, gelin yine Ali Yüce’nin “Olmaca” adlı kitabından bir şiirle bitirelim yazımızı.
DEVRİM BACI
Merhaba Ceyhun Atuf Kansu
Beslemiş beni
Dil ana şiir bacı
Erimiş güzellik
Akmış çağdan çağa
Süt bacı

Saklıdır
Taşta toprakta odunda
Uykuda uyanıktır şiir
Uyur bir damla suda
Deniz bacı

Alnımda ter
Çıkınımda ekmek
Toprak ana tohum bacı
Mavi bir taydır özgürlük
Kişner mendilimde
Nakış bacı

Günaydın
Yeni doğan çocuk
Emek ana devrim bacı
Köre göz sağıra kulak
Barıştır kafamda şiir
Patlar yüreğimin omzunda
Tüfek bacı

Berfin/Bahar, s.137, Temmuz 2009

Hiç yorum yok: