1 Mayıs 2009 Cuma

“AYDIN KARANLIĞI”

Bu yılki Film Şenliği’de, öteden beri merakla yolunu gözlediğimiz Bertrand Tavernier büyük düş kırıklığına uğrattı bizi; herhalde Amerikan parasıyla Amerika’da çektiği Sislerin İçinden inanılmaz derecede ucuz bir kandırmacaydı. Onca yıllık onurlu geçmişine yakışmayan bu çorbaya her şeyden bir tutam katmıştı: sözümona Zenci düşmanlığı, çeteleşme, kızların cinsel sömürüsü, Amerikayı kasıp kavuran uyuşturucu bağımlılığı. Bunlar aslında gerçek, somut sorunlar; ama ele alınışları peri masalından dana rezilce: özel bir hafiye, filmin bayında, deli gibi araba süren bir sinema oyuncusuyla sevgilisinin ardına düşüyor; bir köşede kıstırıyor, ayakta duramayacak kadar içki+uyuşturucu almış adamı sevgilisine emanet edip yolluyor. Filmin ileriki sahnelerinde, artık iyice dökülen delikanlıyı, hastane yerine evine alıyor; ve inanılmaz bir mucize, oğlan iki günde kuzuya dönüyor, evde uslu uslu gezinmeye başlıyor!
Başka bir ucuz sahnede, bu ayyaş oyuncuyla sevgilisini, deli gibi sürüp bir koyda sarmaşıklara dolanan motorlarından kurtarmaya gittiğinde, yağmurdan korumak üzere ceketini çıkarıp kıza veriyor; o ıssız yerde, bilinmeyen bir elin ateşlediği tüfek, bizim ayakta zor duran, ama gerektiğinde kapı gibi adamları bir yumruk, bir diz vuruşuyla deviren hafiye yerine dan diye kızı vuruyor.
Derken efendim, zehir hafiyemiz, kadın tellallarının ardına düşüyor; bir bekleme yerinde, telefonla arattırıp kim olduğunu öğrendiği Zenci pazarlayıcıyı, hem de ayakyolunda kıstırıp bir dövüyor, pestilini çıkarıyor; burada da dövdüğü boyu kendinden uzun, güçlü kuvvetli bir genç. Olur mu? Tavernier yazıp çekince oluyor bal gibi.Adamı böyle haşat ettikten sonra, melek sahnesine geçiyoruz: cüzdanını çıkarıp adamın pazarlamaya hazırlandığı iki genç kıza veriyor, hadi evlerinize dönün, uslu uslu yaşayın diyor. Allah, Allah! Demek ki o kızlar keyiflerinden denemek istemişler parayla sevişmek nasıl oluyor diye; oysa Amerika ve dünya açık işlerle kaynıyor, ne zaman istersen, istediğin işe girebilirsin; beğenmezsen hemen ertesi gün değiştirebilirsin!
Ee, öyküyü bu kadar tutarsız, ucuz yazmaya razı olduktan sonra, işin kolay; Kara kadın tellalının hesabın gördükten sonra, sıra Beyaz patrona geliyor. Bu filmde dünyayı kasıp kavuran gerçek çeteye, CFR’ye, oradaki anlı şanlı adamlara ilişemeyiz elbet. Olsa olsa, bizim ayyaş oyuncunun göbekli patronuyla uğraşabiliriz. O amca da kaşınıyor zaten, bizim Zehir Hafiye’nin evlat edindiği kızı kaçırtıyor. Eh, işte o zaman cezayı hak ediyor: kafasına beline indirilen beyzbol sopasıyla işi bitiyor. Bir de bakıyoruz, ne Amerika’da, ne dünyada tek bir çete kalmış!
Keşke Tavernier de gelmiş olsaydı filmin gösterimine, ve daha önce almamışsa, ona da alkışlarla özel bir ödül verilseydi ömür boyu sinema sanatına katkılarından ötürü!
Ama aslında boşa konuşan benim: çoğunluğu Amerikalı 12 ailenin 200 kişisi dünyadaki gelirin %90’ına el koyarken sinema, roman, şiir, oyun, resim ya da yontu bu çürümenin dışında kalabilir mi?
Evet, kalabildiği yerler var; Küba, Güney Amerika ülkeleri. Nitekim onlardan birinden, Şili’den gelen bir belgesel bizi kendimize getirdi: yıllardır büyük bir keyifle dinlediğimiz İnti İllimani topluluğunun öyküsünü özetleyen Bulutların Şarkı Söylediği Yerde adlı belgesel.
Filmde, bir küme üniversite öğrencisinin, hem kendi halklarının, hem de And Dağları’nda yaşayan bütün öbür halkların müziklerini değerlendirmek, canlandırmak üzere bir araya gelişleri; önce yerel sanatçılardan yararlanarak, sonra yavaş yavaş okul bitirmişlere yönelerek gerçekten özgün bir müzik dili oluşturmaları; ayrıca yalnız şarkı söylemekle kalmayıp ülkelerinin toplumsal-siyasal tarihini, oluşumunu dile getirmeleri, kim zaman öncü, bayrak oluşları anlatıldı. Bu anlamlı girişimin toplumsal bir bedeli var elbet; iyi ki topluluğun temel direklerinden biri olanVictor Jara gibi spor alanında öldürülmüyor, o sırada bulundukları İtalya’ya sığınıyorlar. Ve tam 15 yıl çekiyorlar bu görece hafif sürgün cezasını. Sonra Amerikan uşağı zorbadan kurtulan ülkelerine dönüşleri; yaşanan büyük sevinç. Güney Amerika halklarının müziklerine hak ettiği yerine kazandırma çabasının sürmesi; topluluktan ayrılan eski üyeler, yerine gelen gençler. Kısacası, her açıdan gerçek bir görsel-işitsel şölen.
Yıl içinde NTV’nin belgesel kuşağında gösterilecek bu çarpıcı yapıt; sakın kaçırmayın.
Tavernier bize düş kırıklığının en acısını yaşatırken, bir başka usta, Francesco Rosi, 1964 yılında çektiği Salvatore Giuliano ile içimize sular serpti.
Rosi de siyaset-mafya ilişkisini, iç içeliğini ele almıştı; ama ne büyük bir dürüstlükle, ne çarpıcı bir anlatımla! Ve İtalyan sinemasına, Rosi’nin ömür boyu süren düzeyine uygun bir gerçekçilikle: Tavernier’nin Hollywood sinemasına ayak uydurup bireyleri öne çıkarmasına karşılık, Rosi Usta herkesi yerli yerinde tuttu; filme adını veren Giuliano da, bütün öbür kişiler de, kurumlar da, sıradan halk da aynı saygılı yaklaşımla işlendi. Çünkü Rosi ortada bir aksaklık varsa, bunun sorumlusunun şu ya da bu birey değil, kurulu düzen olduğunu çok iyi biliyordu.
Böylece, yüzlerce film arasından seçtiğimiz üç filmin ikisinde, sinemadan arınmış, iyiye, güzele, soyluya çağrılmış olarak çıktık. Az şey mi?
*
İş Bankası Kültür Yayınları’nda Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi’ni yöneten çalışkan, titiz, alçakgönüllü dostum Ali Alkan İnal, aynı yayınların Türk Edebiyatı dizisinde yayınlanmış son romanı Şimdi Sadece Ona Bir Ad Koyman Gerek’i gönderdi.
Adından da anlıyorsunuzdur, roman, günümüzün karışık, karmaşık, karanlık dünyasında yaşayan insanın öyküsünü anlatıyor. Alkan bu anlatımda çağımız sanatının sinemada, yazında sık sık kullandığı biçemden yararlanmış: birbirinden kopuk gibi duran, iç içe geçmiş, dışarıdan karman çorman gözüken parçacıklar. Yaşamımızı oluşturan her şey, sevinç, keder, acı, üzüntü, korku, kaygı, umut…hepsi var ama o parçacıklarda.
Zaten romanın kahramanı El Tayr da şöyle diyor bir yerde:
“Unutmak istediklerimi hatırlamak için parça parça bölüp, sonra bir daha geçeceğimi bildiğim yolda ardımda bırakarak yürüdüm. Masal bu. Bitti.”
Anlayacağınız, ancak sıra dışı, ince dokunuşları sevenlere seslenen bir yapıt.
*
Yine İş Bankası Kültür Yayınları, Ruken Kızıler yönetiminde, Kayıp Şairler dizisinde Nevzat Üstün’ün Ak Yeşil Kavak Ağaçları ile Halim Şefik’in Otopsi adlı kitaplarını özgün biçimleriyle yeniden basıp unutulmaktan kurtarmış.
*
Başka bir çalışkan dostum Mehmet Kıyat, Ankara ve İstanbul’daki galerilerinde seçkin sergileri sürdürürken asıl sevdasına, şiire hiç ara vermedi; geçen gün gittiğimde, Oktay Şimşek’in Papirüs yayınlarında bastığı iki yeni kitabını armağan etti : Aydın Karanlığı ve İyiliğin Belleği Olmaz.
Nihal Kartal’ın tasarımıyla pırıl pırıl basılmış kitaplardan birkaç şiiri paylaşalım:
Aydın Karanlığı

Bu bir aydın karanlığı dostum
Sözle yazı karışmış birbirine.

Duyarsızlığa Bekçi

Duyarsızlığa bekçi bir kuşakla
Tadını çıkaramayız geleceğin.
Kör Bencillik


Teneke sesinde
yağmacı ve övüngen
Bir çıkar diliminden ötekine
Yaşamdan haberi yok
sevinci bilmiyor
Çarpıtmalar
Yapaylıkla kucak kucağa
Suç ortağı kıskançlık
Kuyu kazmalara çalışarak
Gülünç korkusuna yontular yapıp
Kör bir bencillikte
martısına deniz bulamıyor

Boşuna çabalarda
gerçeğin elini keserek
Çaptan düşen aymazlığın çemberinde
Yanlış duyumsamalarda beklettiği geleceğe soyunup
Döküntüler
uyuz varsayımlara ödüller veren
Fısıltının ekmeğine yağ sürüp akşamları
Güvensiz kanıtları geceye gizleyip
kaçarak
Dar sokaklarda
hiçlikle dost
karanlıkla oynaşıyor.

Hiç yorum yok: