30 Mayıs 2007 Çarşamba

“NELER YAPILMAZ BU ULUSLA?”

En son 19-20 Mayıs Samsun toplantılarının ardından, sevgili dostum Halûk Tarcan’dan şu bilgiler geldi; paylaşalım:
“Atatürk böyle demiştir. Bu bir meydan nutku değildir. Türk’ü Libya’da, Balkanlar’da, Arap Çölleri’nde, Doğu-Güney Anadolu’da, imparatorluğun dört bucağında, savaş alanlarında denemiş, onunun içindeki bilinmeyen, görülmek istenmeyen özü, enerjiyi, niteliği sınamış insanın gözlemedir.
Türk halkının bu düzeye gelmesi kolay olmamıştır. Kökeninde, Kabataş Çağı’nda, Orta Asya’da oluşmaya başlayan, yüzbinlence yıl süren dönemlerde, doğayla boğuşmayı bilen, onun her türlü çilesini çeken , böylece kafa yapısı gelişen (henüz Türk olmayan) Orta Asya insanı vardır.
Tacikistan Arkeoloji Enstitüsü yöneticisi V.A. Ranov, “Her şey Paleolitik, Kabataş Çağı’nda başlar der. (Dos.Arheo.185/1998). Çalışma arkadaşlarıyla Orta Asya’da yaptığı araştırmaların sonunda ortaya çıkardığı QARA-TAU (Karadağ) kültürü, milyon yılda oluşmuş; 850 000’lerde Himalayalar'dan başlayıp Kuzey’e doğru giden, Altaylar’a, Bükli(Gobi) Çölü’ne uzanan, adları Türkçe yerleşim yerlerinde, QALA’larda, 600, 400, 200,100 000’lerde ayakta kalmayı başaran bu çilekeş Orta Asya insanı, 80 000’lerde ilk soyutlamayı gerçekleştirmiş, İnsanüstü bir Kudret’in varlığını keşfetmiştir (aynı dergi).Kafa yapısı gelişmesini sürdürmüş, 30-20 000’lerde kayalara resim yapmış; bu resimlerde yazı öğeleri oluşmuştur; Sovyet Bilim Akademisi araştırmacılarından ŞLİYENSKİ ( K.Mirşan) C14 aracılığıyla, 10 000’lerde, Oral Dağları’ndaki Şolgan Taş mağarasında, yazının temeli olan ilk damgayı bulduğunu belgelemiştir. Bu ilk damganın Ön-Türkçe olduğunun saptanmasından sonra, gelişmiş kafa yapısına sahip Orta Asya insanı Türk’e dönüşmüştür.
Bu düzeye gelen Ön-Atalarımız daha ileri gitmiş, Gök Kültü ve Ateş kültü aracılığıyla düzenli toplumsal yaşama geçmiştir; daha Aşiret döneminde, biricik yetke olarak örgütlü yaşam, bir bakıma bir siyasal kuruluş çekirdeği vardır. İtalyan araştırmacı Daniel Riba 4 000’lerde İtalyan Alplerine yerleşen QAMUN aşiretlerinin Devlet otoritesiyle yönetildiklerini söyler ( Gravures Rupestres du val Camonica Fr Empire, 1984,Paris.s.54)
Portekizli araştırmacı Emilio Virgilio, Portekiz mağaralarında yaşamış adı bilinmeyen (?), yazısı olan bir halkın aynı tarihlerde devlet düzeninde yaşadıklarını saptar (Dos .d’archeo. 198/1994).
Dolayısıyla bu aşiretlere tarihteki ilk siyasal kuruluşa sahip halklar gözüyle bakmamız gerekir; bunlar, büyük su baskınlarının ardından gelen kuraklık yüzünden Orta Asya’dan oralara gelmiş (göçebe değil) GÖÇMEN Ön-Atalarımızdır. Onlar, su yollarını izleyerek İsviçre’ye yerleşmiş, burada On-Oyung devletini kurmuşlardır. Onların torunları bugün RETO-ROMAN dilini, yani Etrüskçe konuşurlar. (K.Mirşan) Aynı insanlar, Avusturya’da NORİKUM/ÖZ-ERKİNE devletini kurmuştur (K.Mirşan). Herkesin bildiği Etrüskleri geçiyoruz.
Orta Asya’da kurulan ilk devletse BİR-OY BİL’dir; belgelenmiş ilk tarihi 8 500’lere uzanır (Arheologia, 311/1995). İkinci devlet, tarihçi Öngre-Binğabaşı’nın İ.Ö. 522-519 arasında diktirdiği İTİZ anıtında bildirdiği, İ.Ö, 1517’de kurulmuş AT-OY BİL’dir. Ardından, İ.Ö.879’da TÜRÜK BİL devletin kurulduğunu yine Öngre Binğabaşı’nın yazdırdığı ŞİNE-USU yazıtında ayrıntılarıyla okumaktayız (K.Mirşan).
Son inanılmaz örnekse: 10 500’lerde aşiretler birliği olarak başlayan ( Dos.Archeo.), kesintisiz olarak yaşayan ve 2300-1900 yıllarında ŞUNYU adını alan siyasal kuruluş, devlet; Rus A.Ranov, Alman De Groot, Çinli Liu Mau Tsai, Türk Z.V. Togan onu bu adla anarken, K.Mirşan ona UŞUNG-UY (egemen yöneten birliği) demektedir. Bu, tarihte görülen en uzun, ilk siyasal birliktir; De Groot onları Hunların UÇBEYLERİ sayar ( Die Hunnen d.vorschist zeit. Berlin Leipzig, 1921. –K,Mirşan.)
Çok kısa özetini verdiğimiz siyasal Ön-Türk tarihi, Türk halkının aşiret döneminden başlayarak hep devlet örgütlenmesi içinde yaşadığını; bu “öz”e sahip olduğunu göstermektedir. Tarih boyunca onlarda kargaşaya rastlanmaz. Yönetim çökebilir, ama Türk halkı, örgütlenme yeteneğiyle yeni bir devlet kurar.
Tarih sahnesine binlerce yıl sonra çıkmış, deneyimi az Batılılar, onlardan daha da deneyimsiz Uzak Batılılar, kimi zaman görünüşe aldanıp zafer çığlıkları atarlar. Oysa, bıçak kemiğe dayandığı an, Türk halkı ayağa kalkar, inanılmaz bir güçle kenetlenir; o zaman, bütün tarihçileri şaşkınlık ve hayranlık içinde bırakan ANADOLU DEVRİMİ gerçekleşir.
Tandoğan, Çağlayan, Manisa, İzmir, Çanakkale, Samsun…
NELER YAPILMAZ BU GÜZELİM HALKLA?
Yeter ki önüne düşenler artık uyanıp onunla birlikte haykırabilsin:
NE ABD NE AB, TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE!

Cumhuriyet,30 Mayıs 2007

4 Mayıs 2007 Cuma

“SAVAŞMADAN YENİLMEK”

Mustafa Yıldırım’ın son kitabının adı bu; yine Ulus Dağı Yayınları basmış. Can gözü kulağı açık bir Anadolu insanının, yurdumuz, bölgemiz, dünya üzerinde oynanan oyunlar karşısındaki bilinçli tepkilerini dile getiren yazılardan oluşuyor.
Yine Ateş Yakılacak başlıklı yazıdan bir bölümü birlikte okuyalım:
“Şu eski kumandanların yazdıklarını görünce, ‘Mustafa Kemâl yanlış yapmış demek ki’ demek geliyor içimden.
Ekim 1918 sonunda şimdikiler gibi düşünseydi Mustafa Kemâl…İstanbul (o zaman bile şimdiki kadar Bizans değildi) yönetiminin emirlerini dinleseydi, İngilizlerin, İtalyanların, Almanların, Fransızların, Amerikalıların Yakındoğu’ya, Afrika’ya, Asya’ya medeniyet, istikrar, refah getireceğini anlasaydı Mustafa Kemâl…
Amerikan devletine ve bütün Avrupa devletlerine inansa ve,’Petrolden, madenlerden %3’e razıyız; gerisi sizin bileceğiniz iş! Gelin ve bizi adam edin!’ deseydi.
Anadolu’da Türk egemenliğe yerine, ABD ve Avrupa denetiminde medenileşmeyi seçip federe bir devlet olmayı kabul etseydi, bugün okur-yazar oranımız %99 olmaz mıydı?

Eski Yunan medeniyetini öğrenmiş Anatolialılar, Urartular, Mezopotamyalılar, İyonyalılar, Truvalılar birer kültürlü insan olurlardı.
Şeyhler, dedeler, çelebiler, hocaefendiler Londra’da, Köln’de, Texas’ta, New-York’ta, Virginia’da mekân tutacaklarına Konya’da, Bursa’da, Bizans İstanbul’unda postlarına oturur da, ‘dialog’ içinde ‘dialog’ pişirirlerdi.
Hem Doğu’nun, hem Güney’in medeniyetsizleri boş yere bağımsızlık hayalleri kurmaz, Anglo-Amerikan egemenliği altında modern zaman kölesi olarak karınlarını doyururlardı.
Böylece ‘mediniyetler ittifakı’ diyerek yeni köleliği yutturmaya kalkışanlara da fırsat verilmemiş olurdu.
‘Kırmızı çizgi’ ilân edip sonra yutkunmaya bile gerek kalmazdı.
Meğer bizi nasıl yıkmışsın Mustafa Kemâl! Sen olmasaydın çoktan Avrupalı olacaktık. Laikliğimiz de güvence altında olacaktı. Kursağımıza Ortadoğu’nun petrol ziftine bulanmış pastasından bir iki kırıntı girecekti.
Gördün mü bak: iş yine olacağına vardı.
Sevres’de Konya’yı vermişlerdi Türklere.
Ya şimdi ne veriyorlar elimize?
*
Sıra artık son 85 yılı yok saymaya geldi. Artık ne bahtiyarlıktır(!) ki, sıra Mustafa Kemâl’e geldi. O’nu Rum tehcirinden, Ermeni soykırımından, Kürt soykırımından, Araplara karşı ayrımcılıktan, Müslümanlara yaptığı mezalimden, şeyhlere karşı acımasızlıktan, kısacası dünyayı yüzyıl geri bıraktırmaktan yargılamaya başlıyorlar.

Ama tarih boyunca asla ‘çılgın’ olmamış, akıllı Türklerden bazıları hâlâ diyor ki:
O zaman da ihanet vardı, şimdi de var,
Sonunda Ulus Dağı’na çıkılacak
Ve yine bir ateş yakılacak
Savaşmadan yenilmek yok!”
Bu “akıllı”, “soylu”,”sorumlu” Türklerin kaç kişi olduğunu 14 Nisan Ankara buluşması gösterdi insanlık düşmanlarının yerlisine de Yankisi’ne de! İstedikleri kadar küçümsesin, göz göre göre o ateşli yığınları silmeye, yok etmeye çalışsınlar; onları Ankara’ya temsilci gönderen asıl büyük birlikler, yurdun dört bir yanındaki Ulus Dağları’nda 24 saat, canları elde, nöbetteler!


Cumhuriyet, 4 Mayıs 2007

1 Mayıs 2007 Salı

TÜRKMENİSTAN

Yazılarımda insanlık için umut kaynağı olarak hep Küba’dan söz ediyorum; bu, tartılarak söylenen, gerçek verilere dayalı bir söz. Ama dünyanın başka bölgelerinde, üstelik hem yerey olarak, hem tarihsel köken olarak, hem ekin olarak bize çok daha yakın ülkelerde de Amerikan küresinde tutsak yaşayanlara umut verecek işler başarılmış, başarılıyor.
Bânû Avar’ın Sınırlar Arasında adlı kitabında buldum bu umut ışıklarını; Sovyetler Birliği’nin çöküp dağılışından sonra, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri de büyük bir dağınıklık ve sıkıntıya girmiş elbet. Ancak, Küba’daki gibi sevgi+bilgiye dayalı bir düzen kuramamış olsa da, Sovyetler Birliği de yurttaşlarına ortaklaşmacı bilinci, uygarlığın biriktirdiği somut bilgileri verebilmiş. Büyük yıkımda bunlar çok işe yaramış. Bunun en parlak örneklerinden bir Türkmenistan.
Gelin şimdi Türkmenistan’ın diriliş öyküsünü, sıra dışı cumhurbaşkanları Saparmurad Niyavoz’un yaşamöyküsüyle birlikte okuyalım:
Ozan, yazar, mühendis Niyazov 1940’da bir işçi ailesinde dünyaya gelmiş; 3 Yaşında, 1. Dünya Savaşı’nda babasını; Aşkabad depreminde, 8 yaşında annesiyle iki kardeşini yitirip yapayalnız kalmış. Ünlü yapıtı Ruhnâme’de o günü şöyle anlatmış:
“Yıkılan evimizin üstünde, sekiz yaşını doldurmamış bir çocuk olarak, tek başıma düşüncelere daldım. Öylece altı gün altı gece oturdum. Yedinci gün geldiler, ölen annemle kardeşlerimi götürüp İmam Kasım Gömütlüğü’nde toprağa verdiler. O gün çocukluğumun sona erdiğini anladım. Gözlerimdeki yaşlar sonsuza dek kurudu. Yemin ettim. Sizin kurduğunuz düşleri ben gerçekleştireceğim, amacıma ulaşacağım, dedim.”
Önce bir yetimevine, sonra uzak akrabalarıınn yanına verilmiş.
Savaşın yarattığı bütün olumsuz koşullara karşın, Leningrad Teknik Üniversitesi’ni bitirip enerji mühendisi olmuş. Çeşitli yörelerde mühendis olarak çalışmış. Ardından Komünist Parti’ye üye olmuş.
1985’te Türkmenistan Milletvekilleri Konseyi Başkanlığı’na getirilmiş. Daha sonra, Türkmenistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci Yazmanlığı’na.
25 yıllık kamu yönetimi deneyiminden sonra, 51 yaşında Türkmenistan’ın ilk cumhurbaşkanı seçilmiş. Türkmenistan, 27 Ekim 1991’de bağımsızlığına kavuşmuş. Dağılan Sovyetler Birliği’nin en yoksul ülkelerinden biriymiş. 10 yılda, dünyanın en hızlı kalkınan ülkelerinden biri olmuş.
Türkiye’nin kuruluş yıllarındaki gibi, planlı kalkınmayı benimsemiş. İlk beş yılda inanılmaz bir işleyim (sanayi) atılımı yapmış , ikinci beş yıldaysa gözünü diktiği bütün hedeflere ulaşmış.
Gelecek 10 yılın hedefleri arasında, 100 milyon ton petrol, 200 milyar metreküp doğal gaz üretimi var.
Kökünü kendi tarihinden alan bir halk yönetimi uyguluyor. ‘Aksakallılar Meclisi’nde, ‘Yaşlılar Meclisi’nde, bütün ülkeden gelen 2500 temsilciyle her yıl toplanıyor, doğrudan halk yönetiminin çağdaş örneğini veriyor.
Türkmenbaşı, Atatürk’ü en iyi incelemiş önderlerden biri. Ona olan sevgisini, Aşkabad’ın en güzel parklarından birine adını vererek göstermiş.
Batı’nın halkerki konusundaki sert uyarılarına, verdiği bütün kötü notlara hiç kulak asmadan, dışarıdan en küçük bir yardım almadan ulusal işleyimi kurmuş. Belki bu yüzden aldığı not hep dişmiş. Ülkesinin unutulmuş ulusal ekinini en ince ayrıntısına varana dek yeniden oluşturmuş.
İşte böyle bir ülkeden bizde ve dünyada çok az söz edilir. Batı medyası Türkmenistan deyince cumhurbaşkanının yazdığı Ruhnâme’nin zorla ezberletildiği ya da halkın altın dişlerinin zorla söküldüğü ya da Türkmenbaşı’nın heykellerinin zorla kentin çeşitli yerlerine dikildiği gibi gülünç haberlere yer verilir.
Öte yandan, hızla gelişen ve yabancı yatırımlara açılan bu ülkede Batılı kuruluşların temsilcileri cumhurbaşkanının önünde iki büklüm dolaşırlar. Amerikan ve Fransız kuruluşları bu zengin pazarda yer kapabilmek için birbirleriyle kapışır.
Ama Türkmenistan’daki yatırımların büyük çoğunluğunu Türkler yapıyor. Dokuma, yapı, enerji alanlarında Türk kuruluşları çok iyi bir sınav veriyor. Dünyanın en nitelikli yapılarına imza atıyorlar.
Ahmet Çalık, Çalık Holding’in başında, 1992’den beri burada.
Yeni toplu konut yapımının kapladığı tepelerin önünde soruyoruz: ‘Neye borçlu Türkmen halkı bu gelişmeyi? İlk geldiğinizde nasıldı Türkmenistan?’
Tek sözcükle yanıt veriyor: ‘Planlı kalkınmaya! Her şeyi planladılar. İnanılması güç bir izlenceydi. Ve yaşama geçirildi. Gürdüğünüz gibi, Türkmenistan bir uçtan öbürüne bir yapı işliği gibi, her alanda gelişme var. Birkaç yılda, Aşkabad’a 10 tiyatro yapıldı. İki tane 35 000 kişilik stadyum yapıldı. Yüzme havuzları, kitaplıklar, müzeler yapıldı. Aşkabad dünyanın en iddialı, en güzel kentlerinden birine dönüştü. Birkaç yılda 70 milyon ağaç dikildi.’
2020 yılına kadar belirlenmiş bir kalkınma izlencesi var.
Türkmenistan dışarıya enerji satıyor. Gaz, petrol, dokuma, petrokimya ürünleri satıyor. Ve şaşıracaksınız ama, Türkmenbaşı halka gazı, elektriği ve suyu parasız dağıtıyor.
Türkmenistan görülmeden anlaşılamazdı. Dışsatım gelirleri, içalımın iki katydı. Ve bu noktaya yalnızca 10 yılda gelinmişti.
Çorak, kurak, en büyük depremlerden birini görmüş Türkmenistan yalnız enerji, dokuma, bayındırlık alanlarında dev atılımlar yapmakla kalmıyor, ruhen de ayağa kalkıyordu.
Cumhurbaşkanının kaleme aldığı Ruhnâme Türkmen halkına birlik ve ulus olma bilinci aşılıyordu. Onları uzun yıllar uzak kaldıkları gelenekleriyle buluşturuyordu.
Türkmenbaşı, Ruhnâme’de ‘Yeni bir Türkmen ulusu doğuyor’, diyordu. ‘Bizi bir sofra gibi çevresine toplayan anadilimiz, devletimiz, kanımız, ruhumuz, giyim kuşamımız, geleneklerimizdir.’
Türkmenlerin büyük çoğunluğu kira ödemiyor. %90’ı ev sahibi, gelenek uyarınca, evlenen çocuğun evini babası yapıyor. Bunun için devletten yardım alıyor.
Cuma Bey bunları anlatırken eşi Meretgül aynı utangaç gülümsemeyle onu seyrediyor.Yanına gidip sarılıyorum. ‘Kutlarım’, diyorum. ‘Mutlu olmanın yolu nedir Meretgül Ana?’
Eşini gösteriyor. ‘Ona sor’, diyor.
O da yanıtlıyor: ‘ Çalışmaktır.’
O öğleden sonra Cuma Dede ile Meretgül bana Türmen ailelerinin çocuklarına verdikleri en büyük serveti anlatıyorlar.
‘Türkmen’in geleneği, çalışmaktır. Rüzgârların önünde savrulmaktır. İşsizlik, akılsızlık ve tembellik hiçbir düşmanın veremeyeceği zararı verir. Zaman yabanıldır, yırtıcıdır. Onu eğitirsen hizmetinde olur. Evlatlara bunlar öğretilir.”
Türkmen öğüdü kuşkusuz altın değerinde: işsizlik, akılsızlık, tembellik elbet vebadan daha korkunç; ama kim kurtaracak halkını onlardan? Halkın yaratılan bütün olumsuz koşullara karşın biriktirdiği, oluşturduğu bütün değerleri ceplerine atanlar, yabancı efendileriyle paylaşanlar mı?
İster Küba’ya ister Türkmenistan’a gidin, karşınıza hep insanlık tarihinin en seçkin önderi, Mustafa Kemâl Atatürk çıkıyor: Fidel de, Niyazov da onun gösterdiği yolda yürüyor, dediklerini uyguluyorlar.
Biz de yeniden hak ettiğimiz böyle bir öndere kavuşur muyuz acaba?
Bariton Dmitri Hvorovstovski, iki yıl önce de yine İş-Sanat’a gelmiş, Konstantin Osbelian yönetimindeki Moskova Oda Orkestrası eşliğinde bir dinleti vermiş, İstanbullu müzikseverleri kendilerinden geçirmişti.
Bu yıl, İvary İlya’nın piyanosu eşliğinde Çaykovski, Mussorgsky, Rahmaninof, Glinka, Borodin, Rimsky-Korsakov gibi herkesin tanıdığı bestecilerle, Dargomzhsky, Medtner, Vlasov, Svidirov gibi adı pek duyulmayanların şarkılarını söyledi.
Bir halk türkümüz: Ulu Tanrı seni övmüş yaratmış… der; Dmitri öyle bir varlık işte: ender rastlanan platin saçlarıyla, kusursuz bedensel yapısıyla, olağandışı ciğer gücüyle doğmuş; ama bu yetmez elbet, ya yeryüzünde benzer yeteneklerde doğup ölen sayısız yavru gibi aldığı eğitimi göremeseydi? Sözün kısası, Demokritos’un ünlü ikilisi, olasılık-gereklilik kusursuz işlemiş ve dünya bu inanılmaz yorumcuya kavuşmuş.
Gerçi Sovyetler Birliği’nin gümbür gümbür çöküşünden sonra güzelim Bolşoy balerinleri gibi onu da yitirebilirdik belki, ama bereket hem erkek, hem ses sanatçılarının bir çıkış kapıları var, tek başlarına dünyayı dolaşıp ayakta kalabiliyorlar.
Ama başka bir çürüme, onu da bizi de ezip geçebilir her an: İş-Sanat’ın küçücük salonu bile dolamadı o akşam; biletler, ayda 500 YTL’ye sürüne sürüne ölme cezasına çarptırılmış büyük çoğunluğa kapalıydı kuşkusuz , ancak Batı’dan gelmiş herhangi bir ürüne binlerce lirayı göz kırpmadan verenler de kendi kör ve sağırlıkları yüzünden gelememişti. Gelebilenlerse başka bir yozlaşmanın içindeydiler: bestecilerden ikişer, üçer, beşer şarkı seçilmişti; iki yorumcunun duruşları da gazinolardaki ya da televizyon sululuklarındaki gibi her şarkının bitiminde değil, kümenin sona erişinde alkışlanacağını belli etse de; Dmitricik, her alkış cıvıklığından sonra selam vermeyip yontu gibi dursa da, amcalar teyzeler kendilerini doyurmak (?) üzere güzelim tapınmanın bütün tadını kaçırdılar.
Amcalar teyzeler diyorum, çünkü işin başka bir acıklı yanı, dinleyenlerin yaş ortalaması 40’ın, 50’nin üstündeydi ne yazık ki! Tıpkı geçende televizyonda izlediğim, üstelik Ankara’nın en ünlü üniversitelerinden birince düzenlenmiş, rektörün de katılıp konuştuğu bir toplantıda yaş ortalamasının yine böyle yüksek oluşu, bahçede, kahvede çene çalan, vakit değil kendilerini öldüren gençlerin oraya gelme isteğini duyamadıkları üst düzeyli söyleşi gibi!
Sevil, Nilgün, Sevgi¸ bir ara, bu unutulmaz dinleti örneğin Küba’da verilseydi, koşacak binleri sığdırmak üzere acaba hangi büyük salonu ayıracaklarını; salon bulamayınca açıkhavada mı yapmak zorunda kalacaklarını düşündük acı acı.
Neyse, doğa Dmitri’yi esirgesin, ömrünü uzun tutsun! Gittikçe çıldıran dünyamızda bu üstünyeteneği iki saat dinleyebilmek büyük talihti!
Sevgili dostum Burhan Temel, uzunca bir aradan sonar, çalışmalarını Terakki Vakfı Sanat Galerisi’nde sergiledi; yazık ki gidemedik. Ama hiç değilse güzel bir kataloğunu basıp yollamışlar, ona bakıp azıcık avunduk.
Oktay Şimşek, bilimsel yapıtlar için ayrı bir dizi yerine ayrı bir yayınevi açmış: Yirmi Dört. Yayınevinin Yazınsal Eleştiri dizisinde, Halûk Sunat’ın İmgenin Tılsımlı Rüzgârı/Yazınsal Metne Psikanalitik Bakış’ını basıp yollamış.
Yapıt, aynı zamanda psikiyatr olan Sunat’ın çeşitli dergilerdeki yazılarından, değişik yerlerde yaptığı konuşmalardan, yayınladığı bildirilerden oluşuyor; uğraşı gereği, dil’den, sözcüklerden, canlandırdıkları imgelerden yola çıkan yazar, dünyayı, insanı, birey olarak kendini irdeliyor. Yüksek sesli bir iç konuşma bir bakıma; meraklısı için çok çekici elbet.
Sevgili Işıl Özışık, adına uygun ışıl ışıl sulu ve yağlıboyalarıyla yine ortak dostumuz Mehmet Kıyat’ın Doku’suna konuk geldi.
Son sözümüz yine Ali Yüce’den.

YETİM

Çiçeklere ad konmamıştı daha
Ben kavaklara uzama öğretiyordum
Kıp kısacık bir iple
Tanrı’nın yaşını soruyordunuz bana
Ben günlerin adını bilmiyordum
Anam öldüğünde

Şimdi ben yapmacı Bekir’im artık
Bir manga çocukla
Bir türküye koyabilirsiniz beni
Barış gelmiş deseler
İlk önce ben inanırım
Ben kolaylığın birinci adıyım

Sokağa çıkınca
Çocuklara gülme yaparım biraz
Çocukluktan kalma parmağımla
Suların ayaklarını sayarım
Bir şey daha yaparım ya söylenmez
Tarla kuşları bilir bunu
Anası ölenler bilir

Bizim Turan söyler ufacık bir sesle.

Berfin/Bahar. S.111. Mayıs 2007.