1 Şubat 2007 Perşembe

“KÖYDE KALDI CUMHURİYET”

Verjin Şabcı , önce kitabını yolladı; Santorini Adası’ndan, Meksika’dan, Mısır’dan esinlenerek yaptığı resimlere Çini mürekkebiyle çalışmalarını da eklemiş özenle bastığı kitaba; ayrıca aralarda büyük ustalardan, düşünürlerden sanatla ilgili süzme sözler var.
Meksika ve Mısır’dan doğmuş resimlerini hiç görmemişim sanırım, çok beğendim.
Sonra Oda Sanat Galerisi’nde, ressam arkadaşı Nâzan Akpınar’la “İki Adadan” adlı bir sergi açtılar; alçakgönüllü, dürüst, içten çalışmalardı. Ne mutlu ikisine de!
Ahmet Elhan ile Ragıp Erdem’in İstanbul Fotoğraf Merkezi’indeki “İçten Manzaralar” adlı siyah-beyaz çalışmaları ilginçti.
Müdafaa-u Hukuk Yayınları, sevgili M. Emin Değer’in ünlü çalışması CİA, Kontrgerilla ve Türkiye’yi, gözden geçirilmiş, eklemeler yapılmış olarak yeniden bastı. Aslında 1946’dan beri başımıza çuval geçirmeye, bin türlü çorap örmeye büyük bir kararlılıkla devam eden hani şu stratejik ortağımız’ın çevirdiği dümenleri, onların yerli suçortaklarının insanlıkdışı eylemlerini belgeleriyle, ayrıntılı olarak anımsamak, öğrenmek isteyenler için vazgeçilmez kitaplardan biri.
Sevgili Uğur Mumcu, kitabın 12 Eylül 1980 yıkımından önceki basımına yazdığı önsözde şeyle demiş:
Bu kitapta okuyacağınız satırlar, bu ‘yediveren bağımsızlık gülü’nün kimlerin çizmeleri altında ezildiğini kanıtlamaktadır. Sömürgenlerin, kendi ülkemizdeki sürüngenlerle birlikte bu yediveren bağımsızlık gülünü nasıl dalından koparıp ezip yok etmek istediklerini okurken, çağımızın tek ve büyük suçlusu emperyalizmi ayak sesleri ile, çirkin soluğu ile yanıbaşınızda duyacaksınız. Devletimizin temelindeki ilk harç, bağımsızlık bilincidir. Bu bilinç nasıl yok edilmiş? İşte bunun yanıtlarının veriyor Emin Değer. Bu gerçekler sadece geçmiş olayları değil, ileride yaşacağımız CİA damgalı oyunları da sergilemektedir.”
Görebiliyor musunuz bilmem? Ulusal Kanal’da Pazar akşamları çarpıcı bir belgesel gösteriliyor: Mustafa Kemâl Atatürk’ün, Samsun’a çıkıp ulusal kurultayları toplamaya başladığı yıllarda, parasını cebinden vererek Sivas’ta yayınlamaya başladığı Hakimiyet-i Milliye yazılarına dayanılarak hazırlanmış dizide, Büyük Önder, hemen her yazıda gerek Anadolu halkının, gerek ezilen bütün halkların en büyük ve amansız düşmanının Batı anamalcılığı ve buyuruculuğu olduğunu, yüzlerce yıldır ezilen, sömürülen halkların, özellikle Doğu halklarının, Asya’nın uyanıp ayaklandığını vurguluyor. Ve bütün insanlığın kurtuluşunun, evet ezenler de içinde, bütün insanlığın kurtuluşunun bu amansız hastalıktan kurtulmakla sağlanabileceğini belirtiyor. Demokritos’un ünlü ‘olasılık ve gereklilik’ ikilisi izin verseydi, Lenin’den sonra Sovyetlerin başına gelenler Fidel gibi insanlar olabilseydiler, toplumculuğun temel amacı olan yeni bir dünya düzeni kurma, yeni bir insan yetiştirme ülküsü gerçekleşir, Atamızın hedefine varılır, insanoğlu evrenin kendisine bağışladığı akla yakışır biçimde yaşardı.
20. Yüzyılın en büyük düşünürlerinden Wilhelm Reich, daha 1930’larda, Sovyetler Birliği’ndeki uygulamayı bütün ayrıntılarıyla gördükten sonra: isterse devlet eliyle uygulansın, anamalcılıkla toplumculuğa varılamayacağını söylemiş; söylemiş de ne olmuş? Önce SSCB tarafından karalanıp dışlanmış; ee devlet anamalcıları böyle yapar da özel anamalcılar durur mu? Şimdi sevgili Bânu Avar’ın bütün tutucuları zıp zıp zıplatan belgesellerinde gösterdiği gibi, hani şu özgür düşünce ve anlatımın kalesi Avrupa’nın bütün ülkelerinden, Avusturya’dan, Almanya’dan, Danimarka’dan, İsveç’ten art arda kovulmuş; en büyük kentinin girişine Özgürlük Yontusu oturtmuş ülkedeyse, tarih boyunca doğruyu arayıp dile getirmeye çalışan herkese yapıldığı gibi, uyduruk bir suçlamayla içeri tıkılmış, pek uygarca (?!) bir yöntemle damarına ilaç verilip öldürülmüş.
Aynı eleştiriyi, 1959’dan sonra, Küba’da giriştikleri insanca bir düzen kurma savaşı sırasında, güzeller güzeli Che Guevera yöneltmiş SSCB’ne: anamalcılıkla toplumculuğa varılamaz!
Bu yalın gerçeği bütün 20. Yüzyıl boyunca Rusya ve Çin’in başına gelenlerin anlayamamış, anlamışlarsa gereğini yapamamış olmaları bütün insanlık için ne büyük talihsizlik!
Fidel ve ardılları çok iyi kavramışlar bunu; bakalım o küçük ülkelerde yeşeren yeni bir insan yetiştirme, yeni bir uygarlığa geçme atılımı dünyanın öbür kesimlerindeki inanılmaz derecede hastalıklı ülkeleri sarsıp zamanında uyandırabilecek mi?
Geçenlerde Rusya’nın ünlü topluluklarından İmparatorluk Balesi Avrupa kentlerinden birine gitmiş, gösteriden bir görüntü Cumhuriyet’te yayınlandı: yukarıda değindiğim o sözümona toplumcu deme sırasındaki tarihsel adı Bolşoy çöpe atılmış, yerine bu çağda, onca acıdan sonra, neyin, kimin imparatorluğu olduğu kestirilemeyen o korkunç sözcük oturtulmuştu.
Aynı acıyı, CRR’e gelen Mariinsky Balesi’inde de yaşadık: bu ad, ünlü Kirov topluluğunun devrimden önceki adıydı; Batı anamalcılık ve buyuruculuğunun tartışılmaz yönergeleriyle bizim dönüp Osmanlı’yı alkışlamamız gibi, Rusya’da da kanlı, küflü geçmişe, krallara, imparatorlara, çarlara koşturuluyor demek ki insanlar!
Neyse, biz ayraç içine sıkıştırılmış Kirov Balesi’ni görmeye koştuk; çok da iyi ettik. Gencecik kızlarla oğlanlar, adı değiştirilse de, belli ki sağlam eğitimi yerinde duran topluluğun bize gelebilenleriyle dört dörtlük bir gösteri sundular.
İlk dans Chopin’in ünlü yapıtı Chopiniana’sıydı; dans ve bale sevdamız, dünyanın dört bir yanına gidemesek de, televizyon ve video aracılığıyla, bu dansın bir sürü yorumunu görüp görmemizi, dahası edinmemizi sağladı: dolayısıyla genç dansçıların bütün o ünlü yorumlardan hiç geri kalmadıklarını görünce sevincimiz büyük oldu.
İkinci yapıt, Niuinski’nin üne kavuşturduğu, aralarında Nureyef’in de bulunduğu, birçok büyük dansçıdan izlediğimiz Gülün Hayaleti’ydi; Nadezya Gonşar ile Maksim Eremeyenev onu kusursuz oynadılar.
Ardından ikili danslara geçildi; Marius Petipa’nın Tılsım’ında Tatyana Çakenko ile Mihail Lobukin’i alkışladık.
Yine Petipa’nın Milyonlarca Arlequin’ini Elena Şeşina ile Andrey İvanov canlandırdılar.
Kirov’da yetişip Amerika’ya göçen ünlü tasarımcı Balanşin’in Çaykovski müziği eşliğinde tasarladığı dansı Olesya Novikova ile Leonid Sarafanov anlatılmaz derecede güzel oynadılar.
Bu bölümdeki danslarda sanatçılar eski yerleşik biçimde giyinmemişlerdi; kılıklar, renkler danslara uygun, gerçek birer düş gibiydi.
Sonra bale tarihinin unutulmaz dansı Kuğunun Ölümü geldi sahneye; Fokinin, zamanında dönemin ünlü balerinası Ulanova için tasarladığı dansı, Tatyana Çakenko sundu.
Son dans, Aleksandr Gorsky’nin tasarımıyla, Don Quijote Balesi’nden bir bölümdü.
Doğrusu, sevgili Filiz Ali ile Aydın Gün ayrılışlarından beri gidemediğimiz CRR’deki bu Kirov gösterisi, gittikçe çıldıran dünyamızda, bir tas gerçek iksir gibiydi.
Derken, Ekim’deki uluslar arası toplantıdan bu yana suskun duran Jose Marti Küba Dostluk Derneği’den çağrı geldi, Rebecca Chavez’in Fidel’li Dakikalar’ını izlemeye koştuk.
Amerikan kanallarının uydusu bizim kanallar, bir süredir Fidel Castro ile ilgili filmleri yeniden gösteriyor; ama elbette bin bir yalanla, çarpıtmayla dolu bu filmler bizi doyurmak şöyle dursun, deli ediyor.
O yüzden, kardeşim Erkan’ın iletişim ağından indirdiği Estela Bravo’nun Fidel’i gibi, Chavez’in bir saatlik belgeseli de içimize su serpti: o güzel insanın, 80 yaşında, hastalıkla boğuştuğu günlerde, Küba Devrimi’nin hazırlanıp oluşumunu, geçirdiği evreleri, toprak dağıtımı sırasında köylülerin ellerindeki araçları göğe kaldırışlarını, şapkalarını havalara fırlatışlarını, Fidel’in çeşitli zamanlarda yaptığı ateşli, eğitici, yön verici konuşmaları dinleyip görmek gerçek bir şölendi.
Sağolsun, dernek çalışanlarından Gülzerin Kızıler, filmin sözlerini İspanyolca’dan Türkçe’ye çevirip altına eklemişti; dolayısıyla ne söylendiğini rahatça anlayabildik.
İletişim ağından film indirebiliyorsanız, bu iki filmi hemen indirin, sevdiklerinize gösterin derim.
Şimdi artık çarşı sinemasında yılda iki film gösterilirse bayram ediyoruz; birinci bayramı Carlos Saura’nın İbirea’sıyla yaşadık. Müzikli danslı filmlerin büyük ustası, ülkesinin bütün danslarını Albeniz’in aynı addaki bestesinden yola çıkarak, araya başka yerel örnekler ekleyerek özetledi. Tadına doyulmaz bir şölendi. Ama televizyonun televolesine kapılmış yığınlar yoktu salonda, önce yalnız bir dördümüz vardık, sonra bir iki de sinemacı tiyatrocu geldi. Ne acıklı bir gidiş!
Başka bir sevinci, Aysit Tansel yaşattı: meğer Metin Eloğlu ile ortak dostumuz Oğuz Tansel’in kızıymış; ikisinin de ölümünden sonra, yapıtlarına sahip çıkmış. YKY yayınları Metin’in 1951-1984 arasındaki bütün şiirlerini Bu Yalnızlık Benim¸ Oğuz’un şiirlerini de Dağı Öpmeler adıyla basmış. Sağolsun, Aysit bana hem bunları, hem de Evrensel Basım Yayın’ın bastığı Oğuz’un Mutluluk Peşinde’si ile Metin ve Oğuz’un birlikte hazırladıkları Bektaşi Dedikleri’ni gönderdi. Bu iki sevgili dostumu özlemle anmama yol açtı; içten teşekkürler.
Kırk yıllık dostum Nevin Çokay¸son çalışmalarını Nâzım Hikmet Vakfı Galerisi’nde sergiledi.
Muhsin Kut¸ İnci Bengiserp’in aramızdan ayrılışından beri, yılbaşı sergilerini başka bir sıcak yuvada, Kızıltoprak’ta açıyor; postanın azizliğinden açılışına gidemediğim sergiyi arayıp haber verdi, son gününde de olsa gidip görebildik Nilgün’le; her zamanki gibi dürüst, duyarlı resimler görüp sevindik. Ömür boyu TUTARLI kalabilmek, önce kişinin kendisine, sonra insan kardeşlerine, en büyük armağan!
Demet Yersel ise Hobi’ye konuk geldi; gittikçe kendine güvenen, kişisel anlatımını bulan resimlerle.
Serpil Kapar Kılıç’ın “Anlar Yapıştı” adlı sergisiyse Terakki Sanat Galerisi’nde açıldı; umarım yolunuz düşmüş, Serpil’ in renk cümbüşünü görmüşsünüzdür.
Yazının başlığı, sevgili dostum Mehmet Kıyat’ın son kitabının adı: Kentlerimiz Kent Olamadı/Köyde Kaldı Cumhuriyet.
Benim köklü bir inancımı ozan diliyle anlatmış sevgili Mehmet: “köy uygarlığının üstüne kasaba, kent uygarlığını eklemeye zaman bulamadan anamalcı barbarlık çöktü tepemize!”
Gelin oradan bir şiiri paylaşalım.
Mao’dan Önce
Bir acıdan gelip
esmer ve yataksız
Bin acıda geceyi toplayan
Çin’i düşündüm ateşler içinde.

Feneri sönük bırakılmış
şiiri ölü
Teknesi suya inmeden dağılan
Zıpkınları dişsiz
denizi söz dinlemiyor
Doğrulanmamış bir yaşamda tüketip günleri
Gölgesini yitiren yıkıntı gibi
Emeği çürümüş
duvar diplerinde bekliyor

Öfkesi kilitli
kansız bir gökyüzü tepesinde
Silkinmeden
tarihi rafa kaldırıp
Kırmızısı çekilen bir özlemde yüreği
Elliye gelmemiş daha
Mao çıkmamış ananlara
Eski kılıklarda
tohumları patlamamış
Sabaha uzanamamış eli
afyonla oynaşıyor

Bir acıdan gelip
esmer ve yataksız
Bin acıda geceyi toplayan
Çin’i düşündüm ateşler içinde.

Berfin/Bahar. S. 108. Şubat 2007.

Hiç yorum yok: