1 Mart 2009 Pazar

ERCAN ÖZAKSOY

Ercan Özaksoy, caza gönül vermiş bir dostum; yaşamın önüne çıkardığı olasılıkları yazgıya dönüştürmeyi başarmış ender insanlardan biri.
Önce doğarken kulağı müziğe yatkın doğmuş; birinci talih, buna uygun eğitime kavuşması olmuş, konservatuarda piyano ve viyolensel öğrenmiş. Sonra esen yeller onu yurt dışına uçurmuş; askerlik için dönmüş; hizmetini tamamlarken, günde 8 saat çalışarak piyano çalışını ustalaştırmış. Talihin ikinci büyük armağanı, Paris’te, tiyatro dünyamızın sıra dışı insanlarından Mehmet Ulusoy’la karşılaşıp ona müzikler tasarlaması olmuş. Bir kez Fransa’ya adım atınca, Montreux Caz Şenliği’ne ulaşma olasılığı artar elbet. Bu fırsatı da yaratmış ya da kullanmış, ünlü flütçü Herbie Mann’la çalma mutluluğunu yaşamış.
Sonra yine yurda dönmüş. Biz bu dönüşünden sonra tanıştık. Bu tanışma da aslında kendi yazgısını nasıl bilinçle çizdiğine yeni bir kanıt.
Bir Pazar telefon çaldı, bir ses: “Biz sizin ‘Bedensel Boşalmanının İşlevi’ adlı kitabınızı aldık, okuduk, sizinle tanışmak istiyoruz; gelebiliyir miyiz?” diye sordu. Gelenler, Nezih Atalay ile Ercan’dı. Kitapçının camekânında Reich’ın bu yapıtını görmüşler, içinde cinsellik var ya, almışlar, ama bakmışlar ki sevişme yollarını değil, başka şeyleri anlatıyor. Etkilenmişler, tanışmak istemişler.
O Pazar’dan beri, en yakın dostlarım arasındalar. Zaman içinde, Nezih benim de, Sevil’in de, Nilgün’ün de özenli dişçisi oldu ayrıca. Ercan’ı çalıştığı bir iki kulüpte dinledik; ama sonra koşullar değişti, biz yavaş yavaş eve kapanmak zorunda kaldık, Ercan’ı izleyemedik. Ancak ona son büyük piyango çarptı bu arada: mutsuz biten ilk evliliğinin ardından, taa çocukluğunda sevdiği Leyla ile buluştu, evlendi. Ve bu evlilik ona aradığı dinginliği, duygusal-düşünsel desteği getirdi.
Bir süredir birbirimizden haber alamıyorduk; geçende aradı, Hüthüt adında bir cd hazırlamış, onun tanıtımı için Galata kulesinin dibindeki, bizim hiç bilmediğimiz., oysa dünya çapında ünlü Nardis Kulübe çağırdı. Orada çalışan genç arkadaşlarının da katkısıyla hazırladığı albümden parçalar çaldı, hem de 39.5 ateşle yanmasına karşın.
Basta Kaan Yıldız’ın, davulda Ediz Hafızoğlu’nun yer aldığı albümde, Ercan’ın Paris’teki en yakın yoldaşlarından Ali Dede Altuntaş’a adanmış, Neyzen Tevfik’in sözlerini dillendiren To Dede adlı parçayı Yaşar seslendirdi. Quantum Hicaz’a da Yahya Dai katılmış.
Yıllardır arı duru caz dinlemiyoruz canlı olarak; Ercan bizi alıp eski günlerimize, İstanbul Şenliği’ne dünyanın en ünlü müzikçilerinin geldiği günlere götürdü. Mavi Karadeniz adlı bestesini dinlerken, Dave Brubeck’in ünlü Take Five’ı dolaştığı belleğimde; Brubeck’in İstanbul’a şöyle bir uğramış bir yabancı olarak kavradığını sevgili Ercan çok daha derinden duyumsayıp dile getirmiş: Karadeniz ezgileriyle müziğin evrensel dili arasındaki kucaklaşmalar.
Ne diyebilirim canım Ercan? 30 yılda altı üstüne getirildiği ölümsüz sandığımız bütün değerleri çöpe atıldığı, milyarlarca insanın aç açıkta bırakıldığı dünyamızda, müziğinle, piyanonla ayakta kalmayı başardın. Ne mutlu sana da, biz yakın dostlarına da!
*
Geçmişten gelen başka bir ses, Ankara Sanat Tiyatrosu AST oldu.
Filiz Ofluoğlu’nun Ariel Dorfman’dan çevirdiği Ölüm ve Kız’ın Kenterler Tiyatrosu’ndaki galasına çağırdılar; koşarak gittik elbet.
Bu oyunu, Tiyatro Pera’da, Genç Kız ve Ölüm adıyla oynandığı zaman görememiştim; sonra zaman zaman sözün etmiştik sevgili Ayşe Lebriz Berkem’le. Kısmet AST’aymış.
Oyun, Şili’de askeri yönetim zamanında çekilen acılara, yapılan işkencelere değiniyor; Paulina Salas o dönemin kurbanlarından, yaralı, öfkeli bir kadın. Eşi Gerardo Escobar, o dönemde işlenen suçları araştırmak üzere oluşturulan yarkurulun üyesi bir hukukçu; Roberto Miranda’ysa, tutuklulara işkence edenlere eşlik eden hekimlerden biri. Dolayısıyla, Paulina’nın sorgularında da bulunmuş; işkenceye, dahası kızın ırzına geçmelere katılmış.
Oyunda, rastlantının bir araya getirdiği işkenceciyle kurban arasındaki gecikmiş hesaplaşmayı izliyoruz.
Ama yazar, kanımca, işin kolayına kaçmış; o dönemde hemen hemen bütün dünyada yaşanan korkunç olayları, çaresiz bir insanın ırzına geçmeye indirgemiş. Üstelik, anamalcılığın yerküredeki canlı cansız bütün varlıklara yaptığı akıldışı işlerin hepsinin acısını genç kadının öfkesinde toplamış; o kızın ırzına geçti ya, Gerardo da adamı düzebilse, ödeşmiş olunacak, çekilenler; dünyayı sömürenler, tam da bugünlerde Güney Amerika’da toplanan eski sömürgelerin bütün insan kardeşlerine Yeni Bir Dünya Mümkün diye avaz avaz bağırdıkları, bunun somut örneklerini gözler önüne serdikleri günlerde, anamalcılık düzensizliğini sürdürmekte direndikçe ileride yaşanacaklar silinip gidecekmiş gibi.
Yerleşik düzensizliğin kanıtı başka bir ucuzluk da, Paulina’nın, elinde tabanca, Gerardo’ya sorduğu “kaç kez yattın o yosmayla?” sorusu; dünyanın, Şili’nin geçirmekte olduğu büyük değişim içinde, bu küçük kentsoylu sorusunun ne işi var? Miranda’nın, konumundan yararlanıp elinin altındaki kurbanların bir de ırzına geçmesiyle olay kasırgası içinde bir kadınla erkeğin bir gün, bir gece baş başa kalması, sarılıp sevişmesi arasında en küçük bir benzerlik var mı? Yeni Bir Dünya Mümkün diyenlerin hâlâ bu çağdışı kıskançlıkla oyalanmasına izin olabilir mi?
Yeri gelmişken, bu çarpıcı sözün, Yeni Bir Dünya Zorunlu biçiminde değiştirilmesi gerektiğini belirtmek isterim: çünkü şimdi dünyanın büyük kesiminde yürürlükte bulunan gizli ya da açık anamalcılık vebası biraz daha sürerse, kurtarılacak bir şey kalmayacak elimizde.
Oyuna dönersek, Süavi Eren’in sahneye koyduğu, Ebru Acar, Tolga Tuncer ve Mehmet Akay’ın görev aldıkları oyun, salonu dolduran, çoğu tiyatro dünyasından izleyiciler tarafından coşkuyla alkışlandı. Bir süre önce izlediğim Ferhan Şensoy’un 2019 adlı oyununa oranla daha çok tiyatro emekçisi vardı Kenterler’de. Neye yormalı bunu?
Oyunu AST’ın geçmiş yıllardaki oyunlarıyla kıyaslamaya kalkmak son derece anlamsız olur elbet; çünkü 60’ların, 70’lerin dünyası bütünüyle uçup gitti; hele 80’den, 89’da Berlin duvarının çöküşünden sonra, ne bizde, ne öbür ülkelerde o zamanlar hepimizi zargır zargır titretenlere benzer bir oyun, bir film kaldı. Televizyona tutsak olmuş izleyiciler ne bekliyorsa, ona göre oyun yazılıyor, film çekiliyor artık. Bundan ötürü tek bir kişiyi, kurumu kınamın ne anlamı olabilir?
İnsan kardeşlerim, doğanın verdiği aklı başınıza toplayın, Küba’nın, Güney Amerika’nın ardına düşün; sorumlu, tutumlu, dayanışarak, paylaşarak yaşamayı öğrenin!
*
Söz Küba’dan açılmışken, oradan gelen bir kitaba değinelim: Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal, yazan çizen okuyan bir elçi; daha önce Ortadoğu ile, Filistin’le ilgili incelemeler yazmış; Bağdat Görevi adlı kitabını alıp merakla, pek çok bilgi edinerek okumuştuk.
Bu kez dünyaya, olup bitenlere açık duyargaları karşısına tam gönlüne göre bir rastlantı getirmiş: 2005 yılında, Antalya’da bir toplantıda karşılaştıkları Mehmet Necati Kutlu, 1898’de Abdülhamit’in Küba’ya gönderdiği Enver Paşa ile ilgili bir yazı hazırlamış, ilgisini çeker diye elçiye vermiş. O günlerde Girit’te Yunanlılar bağımsızlık için ayaklanma hâlindeymiş; Sultan Efendimiz de bu ayaklanmayla baş edebilmek için, tam o sırada hem İspanyollarla, hem Amerikalılarla savaşan Küba’dan dersler çıkarıp göndersin diye yollamış Enver Paşa’yı. Paşanın tarihsel açıdan önemli bir özelliği de, sevgili Nâzım Hikmet’in dedesi olmasıymış. O Küba’ya giderken elbette 1961’de aynı topraklara ayak basacak, Küba devrimiyle ilgili en güzel şiiri, Havana Röportajı’nı yazacak torununun yazgısını aklına bile getiremezdi kuşkusuz.
Ama Nâzım’ı, yapıtlarını, bu şiiri yakından tanıyan Abascal’ın beyninde bir şimşek çakmış söz konusu inceleme yazısını alınca: neden Enver Paşa’nın Küba serüvenini anlatan bir roman yazmayayım? Ve bir yılda yazmış da. Yazarken, Küba’da, Enver Paşa’nın ister istemez uğradığı ABD’de ve elbette buradaki belgelerde uzun arama incelemeler yapmışlar Necati Bulut’la; dolayısıyla roman yarı belgesel, yarı kurgusal.
Bu ilginç yapıtı Mehmet Necati Kutlu ile Ceren Karaca Türkçe’ye çevirmişler; Everest yayınları basmış.
Can dostum Mustafa Yıldırım da Karin Moorhouse ile Wei Cheng’in ortak yapıtları Yağmuru Kimse Durduramaz’ı basmış Ulus Dağı yayınlarında.
Karin Moorhouse’la Dr Wei Cheng Afirika’nın çileli ülkelerinden Angola’ya gidiyorlar; sömürgecilerle savaşta dört bir yana savrulan, yaralanan insanlara yardım etmek için çırpınıyorlar.
Şöyle diyor arka kapağında:
“İnsanın, sağlığın, mutluluğun, petrol-elmas uğruna hiçe sayılması; iç savaşlar çıkartılarak elde edilen kazançlar…
Bir halkın, bilincine varamadan sürüklendiği yok oluş…”
Her ülkede, her toprakta petrol ya da elmas yok elbet; ama bütün dünya, o ünlü gülünç-acıklı deyim, küreselleşme uğruna aynı yazgıyı paylaşmıyor mu bugün? Bir avuç tanıma sığmaz çılgın, para, erk (?) uğruna milyonları gözün kırpmadan öldürmüyor, açlığa, yoksulluğa, yoksunluğa mahkûm etmiyor mu? Ve bütün unlar dünyanın bütün dillerinde, en edepsiz yalancı sözcüklerle, “demokrasi, insan hakları” uğruna yapılmıyor mu?
Dünyamızı, insan da içinde üzerindeki canlı cansız bütün varlıkları küresel harakiriye kurban edenler Davos’ta bu akıldışı düzensizliği ayakta tutabilmek için yeni kurnazlıklar düşünürken, Güney Amerika’da, 50 yıl yapmadıkları, çektirmedikleri acı kalmayan Küba’nın erdemli yolunu sonunda görebilmiş ülkeler de bir toplantı yapıyordu: Yeni Bir Dünya Mümkün
Hayır, yukarıda da değindim, artık böyle orta yolla, umut sözcükleriyle avunamayız; hedef belli:YENİ BİR DÜNYA DÜZENİ YARATMAK ZORUNDAYIZ, hem de vakit geçirmeden.
Sevgili Mustafa Yıldırım, bütün kitaplarıyla, konuşmalarıyla bu ne olduğu, nasıl kurulacağı apaçık belli yeni düzenin gerçekleştirebilmesi için gece gündüz emek verenlerden; hem acı hem tatlı bir işlev. Doğa, emeklerinin sonucunu birlikte görmemizi sağlasın!
Deniz Banoğlu ile yıllardır aynı ortamı paylaşırız, dinletilerde, sergi açılışlarında, toplumsal olaylarda karşılaşırız; ama şöyle oturup konuşmuşluğumuz yoktu.
Geçende telefon etti, bir kitap yazdım, ya şu sergiye gelin elden vereyim, ya da postayla göndereyim, dedi. Sergiye gidemedim, gönderdi: Bir Şnitzel Lütfen.
Adından anlaşılacağı üzere, İstanbul’da, Beyoğlu yöresinde geçen bir roman. Almanya doğumlu Nunmacher ülkesini bırakıp önce Fransa’ya, sonra Rusya’ya sığınmak zorunda kalır. Orada evlenir. Arjantin ve Meksika’ya yapılan kısa uğramaların ardından İstanbul’a gelirler. 1931’de, İstiklâl Caddesi’nde şnitzel hazırlayıp bira eşliğinde sunan lokantasını açar. Roman bu ünlü lokantanın parlak günlerini, sonra küresel çalkantılar sonucu geçireceği sarsıntıları anlatıyor içten, duygulu bir dille.
İlginç bir çalışma da sevgili dostum Halûk Tarcan’dan geldi: Kilim ve Halıların Konuşan Damgaları.
Şöyle özetliyor kitapta bize sundukların:
“Ön atalarımız, düşünceyi resim=biçim hâline getiren damgaları kayalara oymuşlar, mağara duvarlarına çizmişler, kilim ve halıları onlarla bezemişler.”
Kendi bastırdığı bu değerli çalışmada Tarcan, bugün de çeşitli halı ve kilimlerde sürüp giden temel damgaların anlamlarını; çeşitli yazıtların Ön-Türk uygarlığı açısından önemini, kısacası bilmemiz gereken sayısız konuyu büyük bir yetkinlikle irdeliyor.
Sözün gerçek anlamında çok yönlü, çok dallı bir çalışma. Meraklısı için tam bir hazine.
Sağolsun, en şaşmaz insanlardan Yekta Güngör Özden her kitabını yollar, her yıl başında sıcak satırlar yazar. Son kitabını, Dünden Kalan adlı şiirlerini de imzalayıp göndermiş.
Yazımızı oradan bir şiirle bitirelim:
Doyamadık
Doğal kavşağındayız yaşamın
Doğumdan ölüme.
Yürüyoruz ağır aksak
Ve bölüne bölüne…

Bu eskilik kalkmalı üstümüzden
Aydınlığa koşmalıyız coşkuyla
Adımlarımız sabırsız
Yüreğimiz ivecen
Kanalıkları yakmalıyız tutkuyla.

Arsız yönelişleri duyguların
Oyalıyor bizi yazık,
Yüreğimize dar gelmeli bedenlerimiz
Oysa
Hiçbir şeyin tadına varamadık.

Kaç kişi kaldık?
Berfin, Mart 2009, s.133.

Hiç yorum yok: