1 Aralık 2007 Cumartesi

NESRİN KAZANKAYA

Yolunuz hiç Sıraselviler Caddesi'ndeki Pera Tiyatrosu’na düştü mü? Yazar-öğretmen-yönetici-oyuncu Nesrin Kazankaya’nın oyunlarından, Seyir Defteri/Julia, Dobrinya’da Düğün, Şerefe Hatıırlar’dan birini gördünüz mü? Görmediyseniz çok yazık etmişsiniz kendinize. Çünkü Kazankaya, her açıdan çoraklık yaşayan ülkemizde tiyatro sanatını diri tutmayı başaran ender insanlardan biri.
Her şeyden önce, söyleyecek ciddi sözü var, ve bunu elindeki anlatım yoluna, tiyatroya kusursuz biçimde yansıtmayı biliyor; oyunlarının gerek yazılışı, gerek sahneye konuşu, gerek oynanışı sözün tam anlamıyla coşturucu.
Son oyunu Profesör ve Hulahop’ta da yurdumuzun, dolayısıyla kendisinin canını yakan sorunları ele almış: Amerikancı 1980 darbesinden sonra yaşadığımız acılar, işkenceler, ele vermeler ve satıcıların eline düşen kadınlar. Önceki oyunlarındaki gibi dönemin gözde şarkılarıyla bezenmiş oyunda yalnız iki kişi var: ıssız bir yerde işletmecilik yapan bir hanım, arabası bozulup karda kışta oraya sığınan fizik profesörü. Apayrı dünyalarda yaşayan bu iki insan, karşılaştıklarında, anılarla, çağrışımlarla bütün geçmişlerini, sorunlarını, kişiliklerini gözümüzün önüne seriyor bir iki saat içinde. Onların sorunları, aslında hepimizin, bütün insanların sorunları.
Bundan fazlasını anlatmayayım; hemen koşun bu nitelikli oyunu görmeye, Nesrin Kazankaya’nın içten arayışını izlemeye.
Bânû Avar’ın Sınırlar Arasında’sının geçen haftaki bölümü ‘Lübnan’ı görebildiniz mi? Bildiğiniz açık, yüklü bilinciyle Lübnan’ı, Ortadoğu’yu, orada oynanan oyunları anlattı. Anlattıkları aslında hepimizin, yöre halklarının her gün yaşadıkları, daha doğrusu onlara yaşatılanlar; ama Goethe’nin ünlü sözünü biliyorsunuzdur: Nedir en zor şey? görmek gözünün önündekini!
Sevgili Bânû Avar bunu kusursuz becerenlerden ; bu bölümde de öyle yaptı: Lübnan’ın acılarını, içine atıldığı kazanı bütün açıklığıyla ortaya koydu. Vurguladığı doğrular, olgular arasında biri çok çarpıcı, öğreticiydi: Fransızlar, Osmanlı’nın hoşgörüsünden yararlanarak, daha 17. Yüzyıl’da gelmişler Lübnan’a. Geldikten sonra, 1492’den beri bütün dünyada uyguladıkları cicili bicili süslü sözlerin ardına gizlenmiş kıyımı, soygunu, karıştırmayı burada da yürürlüğe koymuşlar. 1943’te – sanırım istemeyerek – çıkıp giderken öyle bir Anayasa yapmışlar ki, Lübnan’da yaşayan üç büyük kümeyi sonsuza dek çatışma içinde yaşatacak bir reçete bırakmışlar: Devlet Başkanı ayrı dinden, başbakan ayrı, meclis başkanı ayrı.
Onun bu saptamasını dinlerken, aklımdan nicedir Galatasaray’a, Balıkpazarı’na giderken gözüme çarpan bir tarih geçti: Galatasaray Lisesi, 1481’de kurulmuş. İstanbul’un Türklerin eline geçişi 1453; topu topu 30 yıl sonra, ilk Truva atı yerleştirilmiş bağrımıza. Yine allı pullu lâflarla, aydınlık, uygarlık., ekin getirme kandırmacasıyla elbet. Oysa siz hiç kendi ülkelerinde bile yürürlüğe koymadıkları, koyamadıkları eşitlik, özgürlük. kardeşlik’i dünyanın herhangi bir yerine götürdüklerini gördünüz mü? Bu sorusunun yanıtını sevgili Milos Forman son filmi Goya’nın Hayaletleri’nde çok çarpıcı biçimde veriyordu: dün İspanyol din mahkemesinde işkencesi yargıçlık yapan bir papazı, ertesi gün Napolyon’un temsilcisi olarak eşitlik ,özlürlük ,kardeşlik söylevleri altında halkı kırıp geçirirken görüyoruz. Dünyaya nasıl bir uygarlık(?) yaydıklarınıysa, İspanya müzelerinde abisine gönderilmek üzere resim seçen Napolyon’un kardeşi gösteriyordu.
Büyük Atamızın dediği gibi, buyuruculuk (emperyalizm) ve anamalcılık yürürlükten kaldırılmadan hiçbir ülkeye barış ve onun doğal türevleri olan eşitlik. özgürlük, kardeşlik gelemez.
Can dostum Mustafa Yıldırım’dan 5 000 Yıldır Alnı Açık Türk Kadını başlıklı bir yazı geldi; oradan önemli satırları paylaşalım.
Güzeller güzeli Mustafa Kemâl, daha 1912’de, subay asker ilişkisi konusunda şöyle demiş:
“Biz subaylar, komuta edeceğimiz insanların hangi isteklerini anlayacak, onların yüreklerini, güvenlerini kazanarak onlara ruhsal güç kazandırabileceğiz acaba?”
Subayların eğitimi, kişilik yapısı konusunda da şunları söylemiş:
“Ey ulus!
Ey 600 yıldır çarşafa bürünen, 5 000 yıldır alnı açık gezen Türk kadını!
Bugünkü subayların komutası altına verdiğin çocukların beşikteyken o 5 000 yıllık gelenekleri onlara ninni olarak söyledin mi?”
Genç subaylara uyarısı şöyle:
“Ey genç subay!
Ey bugünün genç komutanları!
Galiba analarımızın sesleri de saçları gidi haramdır!”
Altı yıl sonra, 1918’de şaşmaz saptaması şöyle:
“Kuşkusuz ulusumuzun kişiliği, bütün öbür kişilikler gibi yükseltilmeye, biçimlendirilmeye elverişlidir. Ancak kendine göre olma koşuluyla…
Kişiliğimiz, yaratılışımıza aykırı, yabancı etkenlerle biçimlendirilmek istenirse, belirgin, kalıcı bir kişilik yaratılıp olumlu sonuç elde edilemez.”
Ve asıl can alıcı ya da verici soru:
“Bu insanların Hûlagû’dan, Timur’dan, Cengiz’den, kadınlı erkekli Türk ordusuyla Paris surlarına dayanmış Attila’dan haberleri var mıydı?”
Sözünü ettiği insanların yoktu elbet, aradan geçen 84 yıldan sonra, bugün halkımızı yönetmeye kalkışanların da yok; varsa bile, kendilerin oraya getiren yabancı efendilerine yaranmak için, yokmuş gibi davranıyorlar, davranmak zorundalar.
Alanları dolduran yüzbinlerin içindeki kadınlarımız, kızlarımız belki yeniden hepimizi silkeler, aşağılık duygusundan kurtulup kendimize dönmemizi sağlar.
Sevgili dostum Metin Aydoğan, bir türlü yoluna konamayan sağlığına karşın, çalışıp üretmesini sürdürüyor; yurdun dört bir yanını gezip yaptığı konuşmaların, gazetelerle yaptı söyleşilerin bir bölümünü yeni kitabında toplamış:Ne Yapmalı.
Bu soruya her zamanki sağlam, şaşmaz Atatürkçülüğü, yurtseverliğiyle verdiği dürüst yanıtı kitabı alıp okumanız gerekiyor. Ben bu yapıttan ancak kısa bir alıntı yapabileceğim; bunun için, 1923 doğumlu bir öğretmenle, Necdet Eroğlu ile yaptığı söyleşinin şu bölümün aktarıyorum:
“Necdet Eroğlu- 1923 yılında Muğla’da doğdum. Babam Ula’nın Bayır Köyü İlkokulu öğretmeniydi. Okuma yazma bilenlerin az olduğu, öğretmenlerin saygı gördüğü o günlerde, hep öğretmen olmayı düşünerek büyüdüm. Balıkesir Necatibey İlköğretmen Okulu’nu 1940-41 yılında bitirdim ve Muğla’nın Ula nahiyesine (şimdi ilçedir) bağlı Gölcük Köyü’nde öğretmenliğe başladım.
O zamanki yönetmeliklerimize göre, her öğretmenin bulunduğu çevreyle ilgili araştırma yapması gerekiyordu. Göreve başladığım yıl araştırmaya da başladım ve önce Muhtar Ali Kerkük’le konuştum. Muhtar bana şunları anlattı:
‘Benden önceki Muhtar Ali Tozluoğlu, bu köye kırk yıl muhtarlık yapmış değerli bir insandı. Okul onun zamanında yapılmıştır. Öyküsü de şöyledir: 1929 yılında, yâni yeni harflere geçilmesinden hemen sonra, Atatürk’ün teşvikiyle köylerde okul yapma yarışı başlamıştı. Bizim köy bu yarışa katılmadan önce, köye telgraf telefon teli çektirmeye karar vermiş, bu iş için Muhtar Ali Tozluoğlu’nu görevlendirmiş.
Para toplanmış, bir heyet hâlinde Nahiye’ye gidilmiş; Nahiye Müdürü, Karakol Komutanı ve Fırka Reisi, toplanan paraların maliyeye yatırılmasını, nahiyeler arasında bağlantı kurulduktan sonra sıranın köylerine geleceğini söylemişler. Muhtar’ın kafası karışmış, ‘biz bu parayı kendi köyümüze hat çekilsin diye topladık, parayı verdiğimiz hâlde sıra beklersek köylüye ne deriz?’ dese de dinletememiş , parayı yatırması için ısrar, hâtta baskı görmüş. Bakmış olacak gibi değil, ‘peki parayı haftaya getiririm’ demiş ve doğru Muğla’ya gitmiş. Cebinde kendine ait bir altın lirası varmış, Postaneye girmiş ve ‘Gazi Paşa’ya telgraf çekeceğim’ demiş. ‘Delirdin mi sen, Gazi Paşa’ya telgraf çekilir mi?’sözlere aldırmamış, ısrarla telgrafın hem de cevaplı çekilmesini istemiş ve şunu yazdırmış:’Gazi Paşa Hazretleri , köylüden para topladım, Nahiye Müdürü,Karakol Komutanı ve Fırka Reisi parayı telgraf ve telefon hattı çekilmesi için yatırmamı istiyorlar. Haberleşme önemli bir ihtiyaç, bunu biliyorum. Ama köyde okul yok. Çocukların okuması gerek. Şimdi sana soruyorum, telefon, telgraf mı ağır gelir, okul mu? Parayı nereye yatırayım? ‘ Telgrafı çektiriyor, parasını ödüyor ve Muğla’nın merkezindeki Memiş Dayı’nın kahvesine gidiyor, kahvesini içiyor, camiye gidip namazını kılıyor, köye dönmek için yola çıkmaya bir türlü cesaret edemiyor, ya iki jandarma gelir de: ‘Sen kim oluyorsun da Gazi Paşa’ya telgraf çekmeye cesaret ediyorsun, onu meşgûl ediyorsun?’ derlerse ne yaparım diye korkuyor. Ancak, korkusuna rağmen yola çıkmak üzereyken telgraf memuru büyük bir telaşla: ‘Muhtar, neredesin? Şimdi köye atlı çıkaracaktık, koş Ankara’dan cevap geldi, gel imzala telini al!’ diyor. Atatürk’ün cevabı Ali Muhtar camideyken gelmiş. Atatürk, çektiği telde aynen şunu yazıyormuş:’Muhtar, seni gözlerinden öperim. Sorduğun soruya cevabım şöyledir: terazinin bir kefesine sadece Ula’yı değil, bütün dünyayı yirmi defa dolanacak tel çekmeyi, öbür kefesine senin okul yapmayı koysalar, senin köye okul yaptırmak ağır gelir. Sen parayı okul yaptırmak için kullan.’
Ali Muhtar telgrafın verdiği coşkuyla yola çıkıyor; daha yolu yarılamadan bir çocuk koşarak arkasından yetişiyor ve ‘Muhtar koş, Orman Müdürü seni istiyor!’ diyor. Orman İdaresi’ne gidiyor, okulun kereste ihtiyacının karşılanması için tahsis emrinin geldiğini, ne zaman isterse keresteleri alabileceğini öğreniyor. Köye varınca, Ali Muhtar’ın korktuğu oluyor, iki jandarma geliyor. Ancak jandarmalar Muhtarı köyün okulu için nahiyede yapılacak toplantıya çağırıyorlar. Daha sonra Nahiye Müdürü, Jandarma Komutanı,Fırka Reisi, hepsi köye geliyor. Atatürk, Muğla Valiliğine emir vermiş, herkesten okulun yapılmasına yardım etmelerini istemiş; okulumuzu 3.5 ayda yapıp 1929-1930 ders yılına yetiştirdik.”
Cumhuriyetimizin nasıl kurulup geliştirildiğini görüyorsunuz değil mi? İçimizdeki, dışımızdaki karşıdevrimciler, hiç insanı okul yaptırmaya, yurttaşları aydınlatmaya bırakır mı? Sevgili Metin Aydoğan’ın önceki kitaplarında bütün ayrıntılarıyla anımsattığı gibi, daha Ulu Önder’in ölümünden topu topu beş ay sonra, Nisan 1939’da, Lozan Kahramanı(?) adama, ilk ikili anlaşmayı imzalatıyorlar: 1919’da istenip Mustafa Kemâl’in çelik istencine çarpan ‘büyük bir devletin kanatları altına girme’ böylece başlatılıyor. Sonucu görüyor, yaşıyoruz: boşa giden trilyonlar, delilerin arabalarına benzin olsun diye akıtılan binlerce insanın kanı! Umarım Anadolu’nun çileli bilge halkı bu sefer de şu sözü bir, belki son kez kanıtlar:
Keser döner sap döner
Gün gelir hesap döner
Berfin/Kora yayınları dört yeni kitabını yolladı; ikisi Raşit Kara’nın; Filizkıranlar denemeleri, Medeniyete Yürüyüş ise yürüyüş anıları ile çevre yazıları.Sadeleşmek, Fâni Aydoğan’ın şiirleri; Eylül Sürgünleri de Hüseyin Şengün’ün romanı.
Sağolsun, üç kitap da Öner Yağcı’dan geldi; ikisini İleri Yayınları basmış: Edebiyat Aşkıyla ile Savaş ve Edebiyat. Yirmidört yayınlarıınn bastığı Beyler Bu Vatana Nasıl Kıydınız’da, öncelik ve özellikle Atatürk Cumhuriyeti, devrimi anlatılıp savunuluyor.
Şiirimiz Zeynep Uzunbay’dan; kendisinden özür dileyerek, başka yazılara yer bırakmak üzere, özgün biçimiyle vermiyorum.
DOĞUM GÜNÜN’E
dilim benim daha acı sütleğen/ savaş var, gitme dedim / kimbilir ne yazacaklar kimliğine/ ya Yahudi’ysen!
Galileo’nun Hayatı’nı, Casablanca’yı/ yine oynar, birlikte seyrederiz/ gitme, unutursun sızı kalır/ dönmeye yeter mi bakalım sözcükler?/ biz burada tanrıyız, daha ne /
mutlu, kuşkulu, gizemden allak bullak / tutturdun bir sosyalizm
düş gördüm diyorsun, o da kim? / zaman çoktan doğmuş öyle mi? / ya bolluk ağacı? burç dallar?/ beni, bizi bırakıp onların peşinden…/ bunca dans, şarkı, çılgınlık / küçücük yumurtanın içinde
bizim de ışıklı tekerimiz var / salın yosunlarla likenlerle / tut soluğunun ipinden çek sisi / ruh diyorsan, al rüzgâr / yağmur merdivenlerinden in çık / kırıl, çatla, işte oyalan
kızdım da söyledim, üzülme / kaplan niye kapsın ateşini / niye söndürsün yağmur / o senin baban / yarın erkenden mi? / karanlık basınca, sen mi? /çamurun kalsın bana / sağ salim sıyrıl Everest’ten
dünyanın acısı bir olmuş / hakî karışmış kavuniçine / “Birazdan mı gelir, o ne zaman?” / gıcırdıyor bakır, çinko, ohhh! /hatırlıyor seni pirinç karyolan
çiçeklerin çanağında uykusuz / yedi renk kaytan ördüm ömrüne / üfledim kulağına: ozan ozan ozannn / yok verecek başka bir şeyim / ay isteyen yavru karga gibi ağla

Berfin/Bahar. S.118. Aralık 2007.

“ÜÇ KIZKARDEŞ”

Sevil de ben de, çok severiz Bennû Yıldırımlar’ı; tanıdığımız en yaşama sevinci dolu insanlardan biridir, ne zaman görsek içimiz açılır. Geçen Pazar Kadıköy Haldun Taner sahnesine Çehov’un Üç Kızkardeşi’ni izlemeye çağırdı; çok da iyi etti.
Oyunu izlerken bir kez daha gördük, Çehov işinin gerçekten ustası; orta sınıf insanlarını, iç dünyalarını, sorunlarını yakından biliyor, kusursuz yansıtıyor. Kendisi gibi hekimlik okumuş ama çoktan yılıp bırakmış, kendini içkiye vermiş bir insanın taşradaki sınırlı, sıkı yaşamdan kurtulabilmek üzere sabah akşam Moskova’ya taşınmayı düşünen, düşleyen üç kardeş. Eve gelip gidenler, kızların küçüğünün gönlünü çelmeye çalışan baron, pek saymadığı kocasıyla iyi kötü yaşarken evli bir albaya gönlün kaptıran Maşa, hepsini çekip çevirmeye çalışan öğretmen Olga.
Zaten hak ettiği ilgiyi görmüş, salon hemen hemen eksiksiz doluyor; üstelik çoğunlukla hanımlar koşuyor oyuna, başı bağlılar bile; dolayısıyla daha çok anlatmayayım, siz de ilk fırsatta koşun.
Salonu dolduran bu iyiniyetli izleyeciler adına konuşamam elbet, ama kendi payıma, aradan geçen onca yıla karşın, dünyanın bugünkü sorunlarını dile getirecek oyun yazarları yetiştiremeyişine, günümüzün yakıcı dertlerini ele alamayışına epey hayıflandım. Hem de özellikle Rusya’da, 70 yıl başka bir dünya yaratma, oyunda albayın sık sık yinelediği “sorunsuz, mutlu düzen” uğruna bilmem ne kadar cana patlayan bir deneme geçirilmiş olmasına karşın! Toplumcu, ortaklaşmacı kuramı Çarlık Rusya'sında ve sonra silah zoruyla el koyduğu topraklarda uygulamaya kalkışınlar, ne yazık ki, örneğin Fidel Castro’nun insan bilgisinden yoksunmuşlar demek ki: toplumcu düzeni, onun gibi sevgiye, gönüllü katılıma, coşkuya değil, polis ve Sibirya korkusuna dayandırmışlar; elbet tutmamış, tutamazdı. Fidel gibi, dünyanın dört bir yanına, tank top ordu değil – ki sömürücülere karşı savaşmak gerekince onu da yapmış güzelim Castro – gönüllü hekimler, okuma yazma bilmeyen insan kardeşlerimizi eğitecek öğretmen orduları yollamayı akıllarından bile geçirmemiş; elindeki bütün araçlarla bu güzelim denemeyi çökertmeye çalışan anamalcılarla, Amerikalılarla silahlanma ya da uzayda dolanma yarışına girişmişler.
Ne kadar yazık oldu hepimize!
Oyunu Ataol Behramoğlu özenli bir dille çevirmiş Türkçe’ye; bir konuk yönetmen, Nikita Milivojeviç sahneye koşmuş; bezemi M.Nurullah Tuncer tasarlamış; giysiler Duygu Türkekul’un; ışığı Mahmut Özdemir üstlenmiş; dansların tasarımınıysa Amalia Bennett; müzik, Dimitris Kamaratos’un.
Olga’yı Aslı İçözü; Maşa’yı Bennû Yıldırımlar; İrina’yı Yeliz Gerçek; İvan’ı Haldun Ergüvenç; babayı İbrahim Gündoğan; Ayeksey Fedotik’i C.Ayhan Şener; Vladimir Rode’yi Can Ertuğrul; Nikolay Solvonly’yi Yiğit Sertdemir; Anfisa’yı Ayşegül Devrim; Aleksandr Verşinin’i Hüseyin Köroğlu;Andrey Prozorov’u Cengiz Tangör; Fiyodor Kuligin’i S.Bora Seçkin; Natalya (Nataşa) İvanovna’yı Özge Özder; Ferapont’u da dönüşümlü olarak Turgut Arseven ya da Zeki Yıldırım canlandırıyor.
Oyunun bezemi sahne olanaklarına göre kusursuz çözülmüştü; yönetmen ulusunun havasını yansıtan ölçülü bir yorum sağlamış. Oyudan sonra kucaklamaya gittiğimiz Bennû, okulu bitirirken de bu oyunda İrina’yı canlandırdığını; o günden beri tam 15 yıl yeniden oynamayı düşlediğini, bugün düşünün gerçekleştiğini söyledi cıvıl cıvıl sevinç içinde.
Bize güzel, dolu bir Pazar yaşattığı için başta ona, emeği geçen herkese yürekten alkış.
*
Emine Ceylan’ı, tanışmadığımız, çağrı gönderemediği için ancak gelip geçerken rastladığım sergileriyle yıllardır biliyor, çok seviyordum; en son Nâzım Hikmet Kültür Merkrezi’nde açtığı Kiumesne/ Kim ise ne sergisini gezdim, bayıldım; artık dayanamayıp sergiyi bekleyen delikanlıdan telefonunu aldım, aradım, işliğine gittim. Meğer ikimiz de Cihangir’de yaşarmışız nicedir, hem de aynı sokakta. Üstelik ta Akademi’den tanıdığım Alaettin Aksoy’un eşiymiş.
Önce dişçilik okumuş, bitirmiş, özel bakımevini açmış; fotoğraf sevdası ancak 2 yıl sonra, 1984’de uçvermiş, ama doğrusu çok sıkı vermiş. Siyah-beyaz’ı, karanlık oda çalışmasını bile bile yeğlemiş, bu da bence çok yerinde bir seçim. Dünyamızın genel mutsuzluğundan mı, yoksa kendi özel yaşamöyküsünden mi, bilmiyorum, ölçülü kederine siyah-beyaz alabildiğine yakışıyor.
Eylül 1999’da İklimler adlı albümüne yazdığı satırlardan birkaçını analım:
“Gitgide uzaklaşan çocukluğun renhkleri ve dokuları arasında gezinirken, üzerine ışık düşmeyen gizli bir anının, bir görüntünün aydınlanıverdiği, etrafımızdaki yüzlerce görüntüyü parlaklığıyla solduruverdiğini hissederiz bazen…
Çocukluğa ait bu imgelerin, kafamda oluşturduğum biçim anlayışına uygun fotoğrafları ortaya çıkarmaya yardımcı olduğunu düşünüyorum. Bu otobiyografik öğelerin yanı sıra, tanık olduğum çeşitli yaşam verileri, karşısında çocukluğu yeniden ele geçirdiğimi hissettiğim ıssız doğa ve onun ruhumda oluşturduğu yansımalar…

Bu konularda fazla bir açıklamanın gerekli olmadığını, çok çeşitli anlam katmanları arasında el yordamıyla yürüdüğümü düşünüyorum bir yandan.Veriler çok açık değil, hayat sınırsız, sonsuzluk insanoğlunun ötesinde..
Bu nedenle, çalışmalarımın her aşamasında ‘bilgi’nin değil, ‘duyum’un önceliği vardır. Algıladığım hayatın bir yansıması olan bu fotoğraflar, doğadaki asıllarını yansıtma amacı gütmüyor. Ama doğallığın yansıtılmasını hedefliyor. Olağandışını değil, her zaman gözümüzün önünde duran olağanı, değişken yalınlığı işleyerek, yaşamın derinliğindeki özle buluşmayı umuyor.
Anlamsız bulduğum yaşama bir anlam katma çabası belki de bu. Bir önceki sergimde bir izleyici sergi defterime Albert Camus’nünşu sözünü yazmış: ‘Yaşamın anlamsızlığını bilerek yaşamak insanı yüceltir, soylu kılar. Evrenin saçmalığı karşısında bireyin kazandığı tek zafer budur.’

Boşluğa gönderdiğim şu görüntüler karşılıklarını bulur mu bilemem, ama anlamsızlığa karşı mücadele etmemde yardımcı oldukları ve beni sonsuzluğa açık bir enginlik ülkesinde yaşattıkları için onlara mimnettarım.”
Görüyorsunuz ya, son derece içten, duyarlı bir varlığın sessiz çığlıkları; onun sergilerinden herhangi birini görmüşseniz, özüyle sözünün ve işinin nasıl bir olduğunu saptayıp benim gibi duygulanmış, kederlenmiş, dünyanın kirinden arınmışsınızdır.
Aslında burada değindiği, evrenin anlamsızlığına gelince, kendi payıma böyle olduğunu, evrenin bir anlam ya da anlamsızlık taşıdığına aklım pek yatmıyor; ona anlam katan, canlının insan türü, ve özellikle de onun sözlü dile de ulaşmış olması: nesnelerin, varlıkların kendi başlarına bir anlamları yok, neden olsun ki? Anlamı arayan da, yaratan ya da yok eden de sözlü dil ve onu kullanan insan.
Üstelik bu da görece; bizim kapatıldığımız şu ataerkil-anamalcı düzensizliğin sıkıntısı, hastalığı bu; biz iki kez Küba’ya gittik, birer hafta yaşadık; uzaktan edindiğimiz bilgilerin doğruluğunu yaşamın her anında, her alanında bütün duyularımız duyargalarımızla görüp saptadık. İnsanın sözün gerçek anlamında anlamsız, para, pul, erk gibi boş şeyler uğruna ömrünü harcamasını ortadan kaldırınca; temel öğeleri, eğitimi, sağlığı, barınmayı yarışsız parasız kılınca; elde edilecekleri herkesle bir şenlik havasında seve seve paylaşmayı ilke edinip su içer gibi uygulayınca, asıl anlamlar ortaya çıkıvermiş; yaşama enerjisi gerçek yaratmalara, sevmeye, sevişmeye, her alanda yararlı ve yüceltici şeyler üretmeye harcanır olmuş. Gerçek çevre ve dünya koruması orada; eldeki enerjiyi tutumlu kullanma, şu güzelim mavi gezegenin gerçek bir cennet bahçesi hâlinde daha yüzlerce, binlerce yıl dönebilmesi için emek verme orada.
Kendi payıma, başka bir anlam aramam ki!
Anamalcı-ataerkil düzensizlik küresinde yaşatılan biz tutsaklar için kurtuluş yakın gözükmüyor; o günleri beklerken, herhangi bir yerde, herhangi bir anda Emine Ceylan’ın duyarlı arayışlarına rastlarsanız, hemen koşun; elde edilebilecek en doğal hâlleriyle görüntülenmiş insan, hayvan kardeşlerimizi, dağları taşları bulutları sevip okşayın.
Emine Ceylan da sevgili Cihat Burak ya da Melih Özuysal gibi, elindeki anlatım aracıyla doyamamış , yetinememiş besbelli; yaşamına anlam katmak, varlığında oluşan fırtınaları dile getirmek üzere sözlü dile de başvurmuş, öyküler yazmış. Ve bunlar, mutlu oluşumlar sonucu, Kış Yolculuğu adıyla basılmış. Hem de kendi fotoğrafları gibi özenli bir basımla.
Tanıştığımız gün büyük bir incelikle albümlerinin yanında onu da armağan etti; hemen okudum, alkışladım. Bu öykülerde de aynı tutarlı, dürüst, duyarlı Emine’yi buldum; geçmişle gelecek ya da şu an, anılarla düşler öyle güzel kaynaştırılmış ki!
Kendinize bu armağanı vermeniz bir sergisine rastlamaktan çok daha kolay.
*
Sevgili dostum Ali Bilginer,. Cilo ve Sat Dağları’nda kaya resimlerini, çiçekleri, insanları çekme sevdasına nasıl tutulduğunu anlatan kısa bir açıklama gönderdi; okuyalım:
“İstanbul Tıp Fakültesi’ni 1970’de bitirdikten sonra üç yıl kı7a hizmetinde bulundum (Davutpaşa-Bingöl); 1974-78 yılları arasında Gülhane Tıp Fakültesi’nde iç hastalıkları uzmanlık çalışmasının son yılında, bitirme tezimin konusu olduğu için iyi bildiğimden, kliniğimizde yatan (Kayserili, ataları Yörük, Orta Asya göçmeni) bir askerde , ülkemizde ilk kez bir hemoglobin türüne (hemoglobin Ube-2)’ye rastladık. Bana bu çalışmada destek olan iki bilginimiz, Ankara Tıp Fakültesi’nden Prof.Dr. Ayhan Çavdar ile Prof.Dr. Ayten Acarsoy’dur. Bunlardan Prof. Dr. Ayten Acarsoy, 1974’te, hastalardan birinde dünyada ilk kez keşfedilen hemoglobin Ankara’yı bulmuştur.Hemoglobin Ankara’ya sonra 1981 ve 86’da, Japon araştırmacalar tarafından Japonlarda da saptanmıştır.Dolayısıyla bulguladığımız hemoglobin Ube-2 ile Prof. Dr. Ayten Acarsoy’un saptadığı hemoglobin Ankara dünyada yalnız Türklerle Japonlarda görüldüğüne göre, aralarında genetik bir yakınlığın bulunabileceğini göstermesi açısından çok enimlidir. Başka bir deyişle, Orta Asya’dan göçeden atalarımız dünyanın değişik bölgelerine yayılmışlardır (Anadolu’ya, Japonya’ya vb) ve aralarında genetik kimi temel benzerlikler bulunmaktadır.
1978 yılında Gülhane Tıp Akademesi’nde yapılan keşfimizin İngiltered’de uzun araştırmalar sonucu dünyada Japonya’dan sonra ikinci kez bulunan hemoglobin Ube-2 olduğu anlaşılmış, bu buluşun yayını, 1984 yılında, değerli kalbilicimiz Prof.Dr.Muzaffer Aksoy’un desteğiyle, ABD’de, bu konudaki en üst düzeyli yayım aracı ‘Hemoglobin’ dergisinde yayınlanmıştır.
Beni Yüksekova’ya çeken de, bu keşfimizin ışığında Gevaruk Vadisi’nde ( Varagoz ve Sat Dağı’nda) kaya resimlerinde bu açıdan ne gibi şaşırtıcı şeylerle karşılaşacağımı öğrenme merakıydı.”
.Gördüğünüz gibi, Kâzım Mirşan’la Halûk Tarcan gibi, sözlü dilden değil, görüntülerden yola çıkan iki meraklı insan, Ersin Alok’la Ali Bilginer de, sözün ettiğimiz dağlardaki ya da dünyanın başka yerlerindeki kaya resimlerinde, yazıtlarda Ön-Atalarımızın, Ön-Türklerin Orta Asya’dan nerelere koştuklarını, hahgi kalıcı, yadsınmaz izleri bıraktıklarını, dolayısıyla gerçek insan uygarlığındaki katkılarını ortaya çıkarmaya çabalıyorlar.
Bu, tertemiz, sevgi dolu insanlara özgü bir özlem elbet; ama azmış, yoldan çıkmış, gözü dönmüş Batılı sömürücülere hiç etkisi olmaz. Onlar bambaşka, korkunç bir düş kuruyorlar: kendi bir avuç çapulcu sürülerinin dışında kalan bütün böcekleri, bunların başında da Türkleri yeryüzünden silip evrenin sonsuzluğuna göndermek.
Bakalım Demokritos’un ünlü olasılık ve gereklilik’i bu satrancı nasıl sona erdirecek?
*
Bu ay, Kaynak Yayınları, çıkardığı kitaplarını topluca yolladı. Bunlar arasında Kayhan Yükseler’in çevirdiği Çarlık Polis Raporlarında Taşnaklar; Sofi Tram-Semen’in hazırladığı Atalarımız Hunlar; Yavuz Arslan’ın Birinci Doğu Halkları Kurultayı (1-7 Eylül 1920-Bakû); Muazzez İlmiye Çığ’ın Uygarlığın Kökeni Sümerliler-1/Tarihte İlk Edebi Eserlerden Seçmelert’i; İskender Gökalp ileFrançois Georgeon’un hazırladıkları, Cüneyt Akalın’ın çevirdiği Kemalizm ve İslâm Dünyası; İlhami Durmuş’un yazdığı İskitler; yine Kayhan Yükseler’in çevirdiği S.G.Pirumyan’ın Diasporadaki Taşnaklar’ı; İlhami Durmuş’un hazırladığı Sarmatlar; Haluk Hepkom’un yazdığı Komplo Teorileri Tarihi var.
Ayrıca Logos yayınlarının bastığı, Selman Akı’nın Çerkezlerden Çerkezköy’e adlı incelemesi.
Sağolsun, Şeyda Öztürk de, Yapı-Kredi yayınlarının bastığı, Adorno’dan çevirdiği Rüya Kayıtları’nı yollamış.
Can dostum Oktay Şimşek ise, Yirmidört yayınlarında bastığı üç kitabı gönderdi: Serpilekin Terlemez’in Philippe Tancelin’den derleyip çevirdiği şiirler, Adımlar; ve Hüseyin Köse’nin iki incelemesi, Küresel ‘Akıntıya’ Karşı Sivil Arayışlar/ Alternatif Medya ile İletişimin Issızlaşması.
*
Bir kitap da Ulus Dağı Yayınları’ndan geldi; Işık Kansu’nun Akasyalı Sokaklar’ı; Atatürk Cumhuriyeti’nin kökünü kazımaya yemin etmiş azgın sömürgecilerle onların yerli uşaklarının sokaklarımızı süsleyen güzelim akasyalarla birlikte neleri kesip attıklarını acıyla, hüzünle anımsatan duyarlı yazıları Işık Kansu’nun.
Yılın son armağanını Türk resminin en sevip saydığım ustalarının birinden, sevgili Naile Akıncı’dan aldık Sevil’le; Evin Galerisi’nin de inceliğiyle, özgün baskılarından birini bize ayırıp imzalamış; çelebi oğlu Cengiz Akıncı da sağolsun çerçeveletip kapımıza dek yollamış. Sevinçle başucumuza astık elbet. Doğa hepsini mutlu yaşatsın.
Hadi gelin sözü yine tatlıya bağlayalım, Ali Yüce’nin bir şiiriyle bitirelim:

KALEM UYUMAZ

Bu gökler eskidi
Bu gökler hasta sevgilim
Bu gökler yakında ölecek
Mavisini ısırdı zulmün itleri
Bize ağlamak yakışmaz
Yeni bir gök yapalım kendimize

Gemilerin atıdır gözlerin
Saçların rüzgârların atı
Tepinir yaramın üzerinde
Sessizliğim gürültünün atı
Işığın işi ne körün kapısında
Bu karanlık ölülerin atı

Gelin bölüşelim insanlar
Acıyı kıvancı mutluluğu
Avuç avuç dilim dilim
Sevgi yapalım öfkeyi kini
Aşımız ekmeğimiz olsun ışık
Güzelliği bayrak çekelim
Direklerimize

Evren sığar da
Ozanların düşüne
Kendi şiirleri sığmaz
Ozanlar uyusa da geceleri
Kalemleri uyumaz.
1972.

Berfin/Bahar. S.118. Aralık 2007