1 Ekim 2005 Cumartesi

STALİN’LE FİDEL’İN AYRIMI

Sevil geçen akşam Ulusal Coğrafya kanalında, Amerikalıların hazırladığı bir izlenceye rastladı; Lenin’in ölümünden sonra, Sovyetler Birliği’nde bütün uzman ve bilimadamları, Büyük Önder’in cesedinin olduğu gibi korunabilmesi için seferber edilmiş; biz gidip görmedik, ama anlatılanlara bakılırsa, Lenin hâlâ öldüğü günkü gibi duruyormuş.
Toplumcu dünya görüşünü, başka bir deyişle özdekçiliği benimsemiş, hepimizin evrensel enerjinin belli bir zaman dilimindeki geçici biçimlenişi olduğumuzu bilen, bilmesi gereken insanların bu çırpınışı ne kadar acıklı değil mi?
Firavunlar, gelmiş geçmiş birçok toplum ölülerini olduğu gibi saklamak, bir bakıma ölümsüzleştirmek için çalışmış biliyorsunuz; İsa’dan bilmem kaç yıl önce yaşamış, bugün biriktirdiğimiz bilgilerden, evrenin gizlerinden çözdüklerimizden habere olmayan insanlar için bu son derece anlaşılır bir şeydi.
Ama Marx’ın, Engels’in, gelmiş geçmiş bütün gerçek bilim adamlarının kalıtını benimsediğini öne sürenler için bu ne korkunç yanılsama ve yanıltma?
Oysa Fidel Castro ve ülkesine bakın; “Siz çok ünlü bir insansınız”diyen sinemacıya. “Bir mısır tanesinden daha önemli ve ünlü olduğumu sanmıyorum” diyebilen o güzel insan ve yoldaşları başka yol tutmuşlar: şu anda yeryüzünde yaşayan insanların, o arada öncelikle kendi yurttaşlarının, ömürlerini sağlıklı, sevinçli, sevgi dolu geçirebilmeleri için barınıp besleme ve eğitimin yanında, sağlık hizmetlerini parasız kılmışlar. Bunu kağıt üzerinde onaylamak yetmez biliyorsunuz, en uzak köşelere hastaneler, sağlık ocakları açmakla kalmamış, yüzlerce, binlerce hekimi köylere, insanların evlerine dek götürecek bir düzen kurmuşlar. Bu da yetmez deyip sağlık ve eğitim ordularını dünyanın dört bir yanına parasız göndermişler, gönderiyorlar; Venezüella'da 1 milyon kişiyi bir yılda okur yazar yapmışlar; o ülkenin hekimleri çitlerle çevrili köpekli korumalı özel bölgelerde yaşarken, tam 17 000 hekimi yoksul mahallelerine yollamışlar. Pakistan’a yolladıkları binlerce hekimin çalışmasını, Küba Dostluk Derneği’nde gösterilen bir belgeselde, gözümüzle gördük.
Bununla da yetinmemiş, insan kardeşlerini hastalanmadan yaşatmak üzere, koruyucu hekimliğe önem vermiş, menenjit, aids gibi korkunç hastalıklar da aralarında birçok hastalığın aşısını üretmişler; her isteyene sömürücü Batılılardan çok daha ucuza sağladıkları gibi, ayrıca aklı erenin ülkesinde bu aşıların üretimi için üretimlikler açıyorlar.
Yine aynı derneğe konuk gelen sinirbilim uzmanı Pedro A. Valdes-Sosa, doğuştan kör ve sağır çocukların bu özürlerini gidermek üzere beyin üzerinde çalıştıklarını, hatırı sayılır başarılar elde ettiklerini anlattı.
Fransız yazar-düşünür Henri Laborit’nin de bütün yapıtlarında anımsattığı gibi, dünyamız enerjiye, enerjinin kılıktan kılığa girmesine; bu işlemler sırasında bilgi’nin, Frenkçesiyle in-formation’un, yani biçim verme’nin kullanıldığını bilen Fidel ve yoldaşları, bilgibilime önem vermeden, yatırım ve araştırma yapmadan durabilirler miydi?
Stalin’se, tam tersi bir yol tutmuş, ABD’yle, Avrupa’yla silahlanma ve sanayileşme yarışına girmiş; yanıbaşındaki üstünyeteneğin, Mustafa Kemâl Atatürk’ün, Fidel’in Havana’daki bir parka taşığıdı ilkesini, Yurtta Barış, Dünyada Barış’ı hiç anlayamamış. Kalkıp anamalcıların maşası Hitler’le, yürümeyeceğini bile bile barış andlaşması imzalamış; ülkesi yarı yarıya yıkıldıktan sonra ancak aklı başına gelebilmiş; sonraysa, o altın ilkeyi unutup bütün dünyayı döve döve toplumcu yapmak üzere, Berlin’in yarısına dek yürümüş. Yürüdü de ne oldu? bütün o ülkeleri halkları elinde tutabildi, bir tekini bile inançlı toplumcuya dönüştürebildi mi?
Tam tersine, nereye el attıysa, tıpkı en son Afganistan gibi, öbür aşırı uca savrulmasına, Amerikanın kucağına düşmesine, dinci, gerici, bağnaz, çağdışı olmasına yol açtı.
Oysa, Fidel’in sevgisine, sezgisine sahip olabilseydi, yapabileceği çok etkili, kolay bir şey vardı: ülkesini Batı sömürüsünden kurtarmaya girişmiş olan Mao’ya var gücüyle yardım etmek. Bu iki büyük güç el ele verdiği zaman dünyamızda oluşacak değişimi gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz?
Aynı yanlışı ülkesinde yaptı, kendisi de içinde kimseye güvenmediği güvenemediği sevemediği için, ülkesinin en değerli insanlarını adam etmek üzere Sibirya’ya sürdü ya da sessizce öldürttü. Aya gittiler, uydu yaptılar, atom hidrojen bombası ürettiler, ama kanser aşısı yapabildiklerini okumadık.
İki büyük kuramcının, Marx’la Freud’un, aslında aynı şeyi siyasal-toplumsal ve cinsel alanda ele alan öğretilerini birleştirip 20. Yüzyıl’ın en temel yapıtlarını ortaya koymuş insanlardan Wilhelm Reich, Sovyetler Birliği ile uydularında uygulanan yola devlet anamalcılığı demişti; ve bu yöntem, şu anda, öbürü, özel anamalcılık karşısında tam anlamıyla yenilgiye uğramış durumdadır.
Çünkü seçim bu ikisi arasında değildir, olamaz; asıl seçim, anamalcılık ile sevgiye dayalı, öldürmeyi değil yaşatmayı amaçlayan gerçek toplumculuk arasındadır.
Fidel, 47 yıldır, ABD’nin sayısız tuzağından, öldürme girişiminden neyle kurtulabildi sanıyorsunuz? Reich’ın dediklerini yaşama geçiren, insanların korkusuz koşulsuz birbirlerini sevip dayanışmalarını sağlayan, gönüllü, inançlı toplumculukla. Başka özel koruyucuya gereksinmesi yok, çekilen filmlerde hep görüyoruz, elini kolunu sallayarak dolaşıyor halkının arasında; her geleni öpüp kucaklıyor: halkının her bireyi dünyanın en kesin kararlılığıyla koruyor çünkü onu.
Zaten sözcüklerle anlatmaya çalıştığım şeyi, bugün işbaşında bulunan bütün anamalcı yöneticilerle Atatürk’ün, Fidel’in, Chavez’in, Morales’in yüzlerini karşılaştırdığınızda açık seçik görürsünüz.

Berfin/Bahar. S. 104. Ekim 2005.

Hiç yorum yok: