1 Nisan 2009 Çarşamba

HALKIN OLMAYAN ERKİ

Yerel seçimler, hani şu dillerden düşürülmeyen demokrasinin, halkerkinin, Küba ve şimdi onun sağlıklı yoluna girmeye başlayan Güney Amerika ülkeleri dışında hiçbir yerde bulunmadığını, bulunamayacağını bir kez daha kanıtladı.
Önünüze bir Türkiye haritası koyup bakın, ilerici, kurtarıcı olduğu söylenen, öyle olması hâlâ umulmak istenen CHP’nin Belediye Başkanlıklarını aldığı illere bakın; anamalcı düzensizliğin allak bullak ettiği toplumsal yaşama; kökünden sarstığı çağdaş bilimsel eğitime; en zehirli masalları 24 saat yayan basılı ya da görsel iletişim araçlarına karşın, halkın yine de henüz o kadar aç kalmadığı, çevrilen dolapları öğrenip düşünebildiği; daha da önemlisi, başkan adayı olarak her şeye karşın yalnız kendi seçmenlerini değil, bütün yöre halkını gözetip düşünebilen insanların ortaya çıkabildikleri iller ilçeler.
Peki ya ülkenin geri kalan yanları, başka bir deyişle ezici çoğunluğu?
Oralarda her şey acıklı mı acıklı; toprak ya da siyaset ağaları koşulsuz egemen; halk tam anlamıyla köle gibi; ya kandırıcı yerel yağmaya ortak oluruz umudunda, ya da küresel uyutmanın kıskacında bağımsız bölge, devlet oluruz, televizyonların dünya cenneti (?) olarak gösterdikleri Avrupa’ya, Amerika’ya benzer bir elimiz yağda bir elimiz balda yaşarız masalıyla uyumuş durumda.
Kemâl Kılıçdaroğlu gibi dürüst, alçakgönüllü, tutarlı bir insan yetiştirebilmiş Tunceli, ezici çoğunlukla ABD, AB hokkabazlarının tuzağına düşmüş olarak çıktı seçimden.
Evet ama kusur orada yaşayan insan kardeşlerimizin mi? İnsanların beyinlerindeki en son katmanı, alın bölgesindeki yumruları kullanabilmeleri için, hiç değilse Edirne, İzmir, Antalya, Eskişehir halkı kadarcık rahatlık ve güven içinde olmaları gerekir; Tunceli ya da Diyarbakır, Van halkı kadar sıkıştırılırsa, ancak en alttaki timsah beynini kullanabilir; canlı kalabilmek için gözünü kırpmadan benzerlerini öldürmeye; eline geçen, gözünün gördüğü her şeyi talan etmeye; belediye başkanlığı ya da muhtarlık için kandaşını, hısımını bile kıtır kıtır kesmeye girişir. Ve bütün bunları o korkunç büyüleyici sözcük uğruna yaptığını sanır: demokrasi.
Oysa, hep yineliyorum, toprağı işleyerek ilk uygarlığı geliştirmiş olan çiftçi atalarımızın bıraktıkları yerden alıp uygarlığı hani şu kent denen, gün geçtikçe cehenneme döndürdüğümüz yerleşim birimlerine taşıyabilmemiz için anaerkil düzenin sağladığı vazgeçilmez şeyin, kesin kadın erkek eşitliğinin yaratılması; başka bir deyişle hepimizi yetiştirecek anaların Köy Enstitüleri’ndeki ya da Küba’daki gibi en son bilgilerle donatılmaları gerekirdi.
Sevgili Çağrı Kınıkoğlu’nun filmi Nâzım’ın Küba Yolculu’ndaki orta yaşlı hanımın dediği gibi, 1959’dan bu yana eğitilip donatılan Kübalı kadınların, kızların elinden kimse geri alamaz artık aydınlığı, kişiliği, gerçek devrimciliği.
Ama anamalcı düzensizliğin baş bekçisi ABD’nin pençesinde yaşayan ülkelerde bunun tomurcuklanabilmesi için daha çok acılar çekilecek, çok canlar verilecek.
Üstelik, hastalığın nereden kaynaklandığını, kuruluş yıllarının başlarında, 1802’de, henüz çıldırmamış başkanlarından biri, Thomas Jefferson; Maliye Bakanı arkadaşına yazdığı mektupta bakın neler demiş:
“Özel bankalar, özgürlüklerimiz açısından, savaşa hazır bekleyen ordulardan çok daha tehlikelidir. Amerikan halkı parasının denetimini onlara bırakırsa, özel bankalar ve çevrelerinde büyüyüp serpilecek bütün öbür kurumlar önce para şişkinliğiyle, sonra işsizlik ve durgunlukla, insanları her şeyden yoksun bırakır; çocukları, günün birinde, atalarının ele geçirdiği bu topraklarda bir de uyanırlar ki, ne evleri kalmış ne barkları.”
Nasıl gerçekçi bir öngörü değil mi?
Ama dahası var: bu mektupta uyarılmaya, korunmaya çalışılan Beyaz Avrupalı talancılar güzelim Amerika topraklarını yakıp yıkarken, bilge, uygar Kızılderilileri de, temel besin kaynakları bizonları da kıyımdan geçirirken, doğayla uyumlu yaşamayı işin başına koymuş bu insan kardeşlerimizin önderlerinden biri, Reis Seattle da, 1854’te dönemin Başkanı’na mektup yazmış:
“Topraklarımızı satın almak istiyorsunuz; sizin için toprak alınıp satılan bir şeydir; bizim içinse kutsaldır, atalarımızın ruhunu, anılarımızı, her şeyimizi barındırır. Ve bu toprak üzerindeki her şey, bir bakıma kan bağıyla, birbirine bağlıdır. Havaya, suya, buluta, yağmura, su kıyısındaki kurbağaya sevgi saygı göstermeyi bilemezseniz, çölleştireceğiniz dünyada, inleye inleye can verirsiniz!” demiş.
Demiş ama, bankacılar, ortakları, parayla oynattıkları siyasetçiler, askerler kulak asabilir miydi bu uyarılara? O zavallı şaşkın yaratıklar küresel harakiri’den başka bir şey yapamazlar.
Dünyayı baba oğul Bush’ların birer canavar olduklarına inandırıp, yerine ince, kıvrak, güzel dans eden Obama’yı geçirdiler, milyonlarca sokak ya da televizyon izleyicisinin bir karış açık ağızları karşısında.
Ama bu yeni kırma büyücü çırağı, örneğin motor devi (?) General Motors’un yana yakıla beklediği dolarcıkları bulup veremiyor; bulamaz, veremez elbet çünkü arkasında gerçek bir üretim kalmamış o sanal dolarların. İlk Körfez Savaşı’ndan beri Ortadoğu halkların kırarak, silah üretimiyle, petrol yağmasıyla iyi kötü ayakta durdular, ya da duruyormuş gibi yutturdular. Ama artık ona da olanak kalmadı; durum bütün çıplaklığıyla ortaya dökülmeye başladı; birbiri ardından kapanan işyerleri, sokağa atılan milyonlarca insan.
Şimdi, Orta Asya petrollerine ve öbür kaynaklarına rahatça el koyabilmek üzere, Türk askerini Afganistan’a, Pakistan’a sürebilmek için geliyor bin bir tantanayla. Korkudan ödü patlayarak, yolda burnum kanar benimkinden bulamam, kan yitiminden ölürüm diye uçağına üç beş kandaş köle alarak geliyor.
Ve bütün bu rezillikler dünyaya gerçek halk yönetimi, demokrasi diye anlatılıyor bıkıp usanmadan!
Sonra ülkemde kimi iyiniyetli insanlar, Bilim Teknik dergisinin kapağına Darwin ve evrim kuramı konamadı diye yeri yerinden oynatmaya kalkıyor; gözü kör gericilik, acımasızca, inatla bütün dünyayı soyup soğana çevirme kararı bizim geç kalmış gözü dönmüşlere özgüymüş gibi!
Dedim ya, önümüzde çok büyük acılar, inanılmaz kırımlar duruyor.
*
Neyse, bu yol uzun, acı, çileli.
Gelin yine sanata, şiire sığınalım.
Beyoğlu’nda yürürken, sevgili Turgay Fişekçi çıkageldi karşıdan; kucaklaştıktan sonra küçük el torbasını açtı, bunu sana armağan edeyim bari deyip son kitabını imzaladı: Hep Seni Sevdim/ Bir sürgünün Paris Günleri.
Adından da anlaşılacağı gibi, ülkemizdeki siyasal baskıdan kaçıp Paris’e sığınan Yusuf ile Aslı arasındaki sevdayı temel alan roman bu kentle, İstanbul’la, yurdumuzla, dünyayla ilgili bir sürü düşünceyi, çağrışımı söyleşi havasında yansıtıyor okura.
Günlük yaşamın yıpratıcı vuruşlarından yorulanlar için bire bir.
*
Sevgili dostum Nihat Ziyalan, hiç beklemediği zamanda çok uzaklara, Avustralya’ya savrulmuştu. Oralarda ne yaptı, nasıl yaşadı, geçimini neyle sağladı, bilmiyorum. Başka bir can dostum, ressam Muhsin Kut, aynı ülkede, inanılmazı başarıp yıllarca sana fabrikasında işçilik yapmak zorunda kalmıştı da…
Ama sevgili Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın güzelim deyişiyle, ses bağrağı’yla, Türkçe’yle ilişkisini hiç kesmedi; sürekli yazdı, üretti; öyküleri, şiirleri eksik olmadı dergilerden.
Varlık yayınevi, Yasakmeyve dizisinde yayınlandı son şiirlerini; sağolsun, bana da yollatmış Tomurcuk Sevda’yı. Gelin oradan bir şiiri birlikte okuyalım.
On kilo

İlkokulu bitirdiğimde,
keşfettim seyretmeyi.
Körüğü;
örsle çekiç arasında biçimlenen,
kora kesmiş pelteyi.

Demircinin karşısında;
dikilip dura, boynum uzayıp giderken,
fark etti babam.
Çekiç, balyoz seslerinin ortasına
çırak koydu beni.

Hemen tutturulan balyozu elimde tartarken;
“ On kilo” dedi ustam,
başladı çekiciyle yol göstermeye.

Üç balyozcu;
Sıram geldiğinde omzum üstünden;
güm!
Örs-balyoz
her vuruşta;
duyumsadım,
biçimlenmeyi gövdemde.

Gözledim yolunu günlerce,
sınıfımdaki kızların.
Babam geçti her gün başını sallayarak,
gözünü kaçırarak annem.

Gümletip on kiloyu;
taş taraklarını biçimlendirdim.
Bekledim kızları;
çıplak tenimde kaysın bakışları,
düşmemek için tutunsunlar yürek vuruşlarıma.

Bekledim,
o sokaktan geçmeyen kızların bakışlarını.
Bekliyorum,
Sydney-Blacktown’da.
Berfin/Bahar, Nisan 2009. s.134.