1 Eylül 2008 Pazartesi

MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK

Bu yaz,Behramkale’de, Nilgün’le sevgili Turgut Özakman’ın Diriliş’ini okuduk Özakman çok önemli bir görevi üstlendi, Cumhuriyetimizin kuruluşunu belgeliyor; Şu Çılgın Türkler’de Kurtuluş Savaşı’nı anlatmıştı; bu kitabında, çağının ve gelişmelerin dışında kalan, hiçbir alanda üretici, yaratıcı olamayan Osmanlı İmparatorluğu’nun yavaş yavaş dağılması sürecinde, 1914-15 yıllarında, Selânikli bir üstünyeteneğin, Sultan Vahdettin’e, Savunma Bakanı ve Başkomutan Enver Paşa’ya karşın, kendi girişimiyle yarı sanal bir tümenin başına gelişini, Balkan Savaşı’nda bozguna uğramış ordunun önüne geçişini, l.Ordu komutanı yeteneksiz Alman generalini aşarak Çanakkale önüne yığılmış İngiliz, Fransız, İtalyan savaş gemilerini, onların taşıdıkları yüzbinlerce kara savaşçısını bozguna uğratışını, geri çekilmeye, sonra yurdumuzdan ayrılmaya zorlayışını anlatıyor.
Bu konuda yazılmış yerli yabancı bütün yapıtları büyük bir dikkat ve ciddilikle inceleyerek; neden-sonuç ilişkilerini olanca açıklığıyla gözler önüne sererek; kimseye haksızlık etmeden, haklı olarak Diriliş adını verdiği silkişini tadına doyulmaz bir coşkuyla, inançla anımsatıyor hepimize.
Alman Mareşali akılalmaz bir yanlış değerlendirmeyle Saros Körfezi’ne bakan tepelerde gece gündüz düşman çıkarması beklerken, okuduğu askerlik sanatını kusursuz uygulayan o benzersiz insan, Mustafa Kemâl, üstelik daha gencecik bir yarbay olarak, en doğru yerleri tutarak, en etkili yerleşimi sağlayarak inanılmazı başarıyor. Daha çok ayrıntıya girmeyeyim, alın bu değerli çalışmayı, 1939 Nisan’ından beri artık okullarımızda okutulmayan gerçek tarihimizin; hem Rusya’nın, hem Anadolu’nun dolayısıyla dünya tarihinin gidişini değiştiren önemli bölümünü okuyun.
İçimize asıl tarihimizi ve Mustafa Kemâl’i yeniden, yakından tanıma ateşi düşünce,olasılık-gereklilik sonucu Behramkale’ye düşmüş eski kitap satıcısı Hüseyin’e koştuk; Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sı ile Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam’ını bulduk, hızla okumaya giriştik.
Demokritos’un deyişiyle “ yeryüzündeki her şeyin yaratıcısı olasılık-gereklilik” ikilisinin Mustafa Kemâl’le aynı dönemde yaşama fırsatını bağışladığı insanlardan Falih Rıfkı, daha birçok yurttaşımız gibi, çöküşü, dağılışı görüyor, bundan yakınıyor, ama örneğin Ruşen Eşref Günaydın gibi, daha başından Anadolu’ya geçip bu eşsiz önderin ardına düşemiyor; ancak İzmir geri alındıktan sonra, Yakup Kadri’yle birlikte oraya gelebiliyor. Ama bundan sonra, Samsun’a çıkan Mustafa Kemâl’le bir avuç gerçek yandaşının soluk kesen atılımlarına doğrudan tanıklık ediyor; çorak toprakların ortasındaki sözün tam anlamıyla kimsiz kimsesiz Ankara’da, ceplerinde güzelim yurtseverlerin bağışladığı üç beş kuruş, bütün destanları, masalları geride bırakan insanların ilk Millet Meclisi’ni oluşturmalarını; ülkenin dört bir yanında, yetke boşluğundan yararlanarak çete kurmuş, düşmanla savaştığı kadar kendi soydaşlarını haraca kesen çapsız serüvencilerden kurtarışlarını; yoksulluk ve yokluk içinde düzenli orduyu kuruşlarını; 1.Dünya Savaşı’ndan yengiyle çıkmış, bunun verdiği güven ve şımarıklıkla Osmanlı Devleti’ni iyice parçalayıp bölüşmek, giderek Türkleri Anadolu’dan kovmak (?!) isteyen İngilizlerle suçortaklarının kışkırttığı şaşkın, insanlık ve uygarlık düşmanı Yunanlıları birbiri ardından yenerek yeni devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşup gelişmesini günümüzün o günleri aratmayan koşullarında bütün Türklerin kesinlikle okumaları gereken anılarla belgelerle anlatıyor.
Ama Mustafa Kemâl’le bir avuç tanıma sığmaz, yiğit, kararlı, sevgi dolu yandaşının soluk kesen serüvenleri bir kitapla doyurur mu insanı? Hemen Tek Adam’a sarıldık; yaşarken benim görebildiğim şu: Atatürk’ün çağdaşları ya da sonradan ona eğilenler, ele alıp irdeleyenler, insanlık tarihinde binlerce yılda bir gözüken bu ender yıldızın düzeyinde değil elbet; kendi yarım yamalak dünya görüşlerine, öğreti diye öğrenebildiklerine dayanarak yargılamışlar Ulu Önderimizi.
Ş.S.Aydemir de ne yazık ki bu takıma giriyor: bir yandan Mustafa Kemâl’in üstünyeteneğini, benzersizliğini kabul ediyor; öte yandan, sınıf çatışmalı toplumcu bakış uyarınca, ikide bir o güzel varlığa kararsızlıklar, bunalımlar yakıştırıyor, ve bu yanlış değerlendirmelerle sayfalar dolduruyor. Öyle yapmayabilse, kitap üç değil, tek ciltte biterdi; dolayısıyla onun dünya görüşü uyarınca, dünyanın, Türk ulusunun kâğıdı, mürekkebi, emeği, bu kitaplara harcayacağı paralar kurtarılmış olurdu.
Ancak, laf kalabalığa arasında da olsa, birtakım temel, önemli bilgiler, olgular okura ulaşıyor; bunların en çarcılarına değineyim:
Birincisi, Çanakkale Savaşı sırasında cephedeki birliklerden birine komutanlık eden, Mustafa Kemâl’in istifasından sonra yerine atanan Fevzi Çakmak’ın; daha birçok benzeri gibi, aldığı aile eğitiminin, etkisinde kaldığı koşullandırmaların sonucu olarak, İstanbul’da yaşanan bütün alçaklıkları, hainlikleri gördüğü hâlde, 19 Mayıs 1919’dan sonra hemen Anadolu’ya geçmeyişi; işbirlikçi Sultan’ın yanında buyruğunda kalışı; Savunma Bakanlığı’na getirilişi; o ad ve yetkiyle, Mustafa Kemâl’le arkadaşlarını hain ilan edişi; yakalanıp İstanbul’a getirilmeleri için kendisine bağlı sandığı komutanlara buyruk gönderişi. Ama İstanbul, hani şu uygar (?) İngilizlerce kesin işgalinden sonra, süngülü askerler çalışma odasını basana dek Sultan’ına, görevine bağlı! Bu zorlamanın ardından Anadolu’ya geçiyor, Adapazarı dolaylarında Ali Fuat Paşa’ya sığınıyor; Ankara’dan haklı olarak geldiği yere gönderin diye yanıt geliyor, ama Ali Fuat epey üsteliyor; bunun üzerine kabul ediliyor ve güzeller güzeli Mustafa Kemâl onu önce milletvekili, sonra bakan, ardından Genelkurmay Başkanı yapıyor, hem de emekli olana dek. Burada ortaya çıkan, insanlardan birinin büyüklüğü, öbürünün sıradanlığı! Ne yazık ulusumuza!
Daha başka bir alayının yanında, bir de Rauf Orbay var elbet; o da çapsızlardan biri; bütün uyarılara karşın İstanbul’daki Meclis’e gidiyor, tutaklanıp Malta’ya sürülüyor; Mustafa Kemâl onu ve benzerlerini, tutuklattığı İngiliz subaylarına karşılık kurtarıyor. Düz mantık artık ömür boyu Ulu Önder’e gönülborcu duymasını, bağlı kalmasını gerektirir değil mi? Ne gezer! Ömür boyu karşıtlık, sıkıntı, sorun! Yok efendim, Halifenin ekmeği varmış karnında, döneklik edemezmiş! Çok doğru, yerli yerinde bir görüş. Ama Halife Efendimiz ölüm fetvaları çıkarabilir, Kurtuluş Savaşı’nı tehlikeye atabilir elbet. Allah’ım emri böyle çünkü!
İnsanın içini kanatan öbür örneklerse, İstanbul’da her kapıya başvuran, çözüm arayan Mustafa Kemâl’e: “burada artık en küçük bir umut yok, hemen Anadolu’ya geç, yanıma gel, birliğim buyruğundadır” diyen; Erzurum’da buluşunca bu sözün gereğini yerine getiren Kâzım Karabekir’in, eksik bilgi ve dünya görüşü tutarsızlığından ötürü, en umulmadık zamanlarda, Büyük Önder’i yalnız bırakışı, Sultancılara katılışı!
Tek Adam’ı alıp okursanız, Refet Bele, Fahrettin Altay gibi ünlü komutanların zaman zaman düştükleri çukurları, yol açtıkları zorlukları görürsünüz; ve insanlık tarihinin benzersiz yıldızı hepsini sabırla, dirençle, kararlılıkla aşa aşa kurmuş Cumhuriyetimizi!
Son olarak, İsmet Paşa’ya değineyim kısaca; 2. İnönü Savaşı yaşanmış, Yunanlıları savaş alanında yenip geri püskürtmüşüz; ama saldırgan bir daha gelmiş üstümüze, bu kez bizim birlikler bozguna uğrayıp dağılmış, karman çorman geri çekiliyor; İsmet Paşa, karşılaştığı Yakup Kadri’ye: “İşte böyle Yakup Kadri, gerçekçi olmak gerek!” diyor. Sizin anlayacağınız, düşman çok güçlü, biz boşuna çarpışıp ölüyoruz!
Peki bu durumda Mustafa Kemâl ne deyip yapıyor? “Savunma çizgisi yoktur, savunma alanı vardır, o alansa bütün yurttur!” Sonra, bezgin, karamsar İsmet’e: “ hemen Sakarya’nın Doğusuna çekilin!” buyruğunu veriyor. Ardından, kitapta bütün ayrıntılarını bulacağınız gelişmelerle Başkomutanlığı kabul ediyor, Sakarya’da düşmanı kesin yenilgiye uğratıyor.
Evet, kitabın adı gölgesiz kuşkusuz haklı: TEK ADAM! O benzersiz Adam yaratmış bugün çarçur ettiklerimizin hepsini!
Nilgün’le bana, şimdi Ruşen Eşref Günaydın’ın, Yakup Kadri’nin, Cevat Abbas’ın anılarını bulup okumak kalıyor; onlar belki daha sevgiyle bakabilmişlerdir Atamıza?
Şimdiye dek okuduklarımızdaki Atatürk değerlendirmeleri böyleydi; buna karşılık, dünyanın başka yörelerinde halklarına öncülük edenler çok daha gerçekçi, yerinde değerlendirmeler yapmışlar insanlığın bu benzersiz çiçeği konusunda; bunları, Dursun Özden’in “Che’nin çantasından Söylev çıktı” başlıklı yazısından alıyorum.
İlki Lenin’den: “Emqeryalizme karşı verdiği savaşı bütünüyle desteklediğimiz yoldaş Mustafa Kemâl çok büyük bir diplomatik zekâya sahip üstün nitelikli, yiğit bir komutandır”.
İkincisi Fidel Castro’nun: “Ben de hatırı sayılır bir Devrim gerçekleştirdim, ama Mustafa Kemâl Atatürk’ün yaptığını asla başaramazdım. Asıl devrimci Atatürk’tür.!
Yine Fidel, 1961’de, Nâzım Hikmet’in Havana gezisinin ardından, Küba Büyükelçisi Bilal Şimşir’i çağırıp: “Bana Söylev’in bir örneğini getirtin lütfen, ama bu isteğimden Amerikalıların kesinlikle haberi olmasın”demiş.
Şu söz de Mao’nun: “Ben Çin’in Atatürk’üyüm.”
Che Guevara Bolivya dağlarında vurulduğuda, sırt çantasından üç kitap çıkmış: “Grand Discurso- Revolucionario Kemal Atatürk (Büyük Söylev), Nâzım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı ve 1961 tarihli Küba Şiir güldestesi.”
Fidel Castro, 70. yaşgünü dolayısıyla düzenlenen Uluslar arası Yazın Yarışması’nda kazandığı ödülü almak üzere Küba’ya giden kursun Dursun Özden’e şunları söylemiş:
“Övgülerinize çok teşekkür ederim. Atatürk’ün ülkesinden genç Türk şairi Dursun Özden’i konuk ettiğim için çok mutluyum. Ama söyledikleriniz yanlış…Devrimci Kemâl Atatürk varken Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar? Atatürk, Anadolu’dan düşmanları kovmak için, 1919’da Bandırma gemisiyle Samsun’a çıktı.Emperyalizme karşı savaş verdi ve yengiye ulaştı. Biz de Atatürk’ün bu devrimci savaşımından esinlenip etkilendik; 40 yıl sonra, 1959’da, Granma gemisiyle Havana’ya çıktık. Ülkemizde emperyalistlerin işbirlikçi faşist Batista’yla kurdukları baskı yönetimini yıkmak üzere. Biz de yengiye ulaştık. Devrimci Kemâl Atatürk, hem bizim, hem bütün ezilen hakların esin kaynağıdır.Sağdan sola uzanan Anap yazısını bırakıp yerine soldan sağa Latin ABC’sini getiren Harf Devrimi başta olmak üzere, bir dizi Çağdaş-Aydınlanmacı Cumhuriyet Devrimi’ni biz bu kadar kısa sürede başaramazdık. Atatürk kendine halkçı değil de toplumcu deseydi de ancak bu kadarını yapabilirdi. Kendinize başka esin kaynağı aramayın.”
İşte bu kadar; ama Kabe’yi Ankara dışında arayan bütün kendini ve Atalarını küçük görenler, çıkmaz yollarda savrulup gittiler, gitmekteler!
Atamız aslında yalnız kendi halkı için değil, bütün insanlık için gerçek, sevgi dolu umuttu; şimdi bu meşaleyi Fidel ve toplumu taşıyor, bunca azgın köpekbalığına karşı!
+
Şimdi bana gönderilen kitaplardan kısaca söz edeyim.
Yılmaz Polat, Ulus Dağı Yayınları’na CİA’nın Muteber Adamı’na hazırlamış; 26 yıldır Vaşington’da çalışan Polat¸ CİA’daki etkili adamların Türkiye’de siyaset sahnesinde indirilip çıkartılacak kuklaları nasıl belirlediklerini yine aynı yayınlardaki Vaşington’da Akrobasi adlı yapıtında incelemiş, bu kitapta öykünün gerisi var. Oradan iki satır:
“Türkiye deneyi başarıya ulaşır, İslamcılar iktidara kuvvet kullanmadan gelerek demokratik yönetimin bir parçası olabilirlerse, İran rejimine karşı yeni bir seçenek oluşur”, diyor kısa boylu, sakallı CİA görevlisi.
Adamların tasarısı bu, bütün sorun buradaki sivil-asker görevlilerin oyuna ne kadar katılacağı, köleliğe ne ölçüde razı olacağı?
İki kitap da Kaynak Yaeyınları’ndan geldi: Arslan Başer Kafaoğlu’nun kitabı AKP’nin Dilenme Ekonomisi ve Çöküş başlığını taşıyor. Sabırlı, çalışkan, yurtsever uzmanımız somut belge ve bilgilerle AKP aracılığıyla (kuşkusuz öncesi de var bu işin, en az 1950’den, giderek 1939’dan beri sabırla örmüş Amerika, Avrupa bu ağı) ülkemizin kıskıvrak bağlanışını, için boşaltılışını bir kez daha gözümüzün önüne seriyor. Görecek can gözümüz kaldıysa…Üçüncü yapıt da bunlar kadar önemli; aslında Mustafa Kemâl Atatürk’ün daha 1900’lerin başlarında görüp dile getirdiği, Türkiye’nin de, bütün öbür ezilenlerin de geleceğinin sımsıkı bağlı bulunduğu bir olguyu, Avrasya işbirliğini inceliyor Aleksandr Dugin Moskova-Ankara Ekseni,”Avrasya Hareketi’nin Temel Görüşleri’inde; son Gürcü-Rus çatışmasından sonra her şey o kadar açık seçik ortada ki! Ancak, başta Avrasya umudunun baş oyuncuları Çin’le Rusya, bütün devletler şu anda ABD’nin çılgınca attığı adımları izlemekle, olaylara ancak çok sonra, büyük ölçüde yetersiz tepkiler göstermekle yetiniyorlar. Tıpkı yurt içinde Atatürkçü’lerin, Ergenekon gibi Amerikan oyunlarına anak cılız sözel tepkiler gösterişi gibi.
Oysa, anamalcılığın bu son çıldırmış saldırıları karşısında Atatürk gibi, Fidel Castro gibi, testi kırılmadan en sert ve kararlı tepkiyi göstermek gerekiyor. Bakalım insanlık bunu becerebilecek mi? Beceremezse zaten sorun kalmıyor, insanları da mamutların yanına yatırır evrensel tarih!
Üç kitap da Berfin Yayayınları gönderdi; Deryla Çağlar’ın Hayali Komünizm/Soğuk Savaş’ın Türkiye Söylemleri, şu anda bütün hızıyla ve yıkıcılığıyla yaşamakta olduğumuz beyinleri yıkayıp teslim alma savaşının ayrıntılarını sunuyor okura.
Avni Kaysal, şiirlerini Leyli Vakti adıyla yayınlamış.
Serhat Taşpınar’ın O Bizim Son Umudumuz, ilginç bir kitap; hem Türkçesi, hem İngilizcesi var art arda; çeviriyi Alper Taşpınar ile A.Zeynep Güden yapmışlar.
1980’den beri Berlin’de yaşayan Gültekin Emre, 1956-80 arasındaki Ankara’sını anlatmış özlemle, Yitik Kent Ankara’da; kitabı heyamola yayınları basmış.
Ah sevgili Emre, yiten yalnızca Ankara mı? Çıldırtılmış insanlar dünyasında olanaksızı oldurmaya çalışan bir avuçluk Küba’nın dışında, bütün gezegen öyle değil mi?

Berfin/Bahar.s.127, Eylül 2008