1 Mayıs 2008 Perşembe

“KİMİM BEN?”

Estela Bravo’nun bir sürü önce yine İstanbul Sinema Şenliği’nde gösterilen “Fidel”ini görebilmiş miydiniz? Görmüşseniz ne sağlam bir sinemacı olduğunu biliyorsunuzdur; bu soylu onurlu yönetmenin yeni çalışması, cunta zamanında Arjantin’de herkesin gözü önünde kaçırılan, zindana tıkılan, işkence edilen, öldürülen, diri diri köpek balıklarına atılan 30 000 kadınla erkeğin el konan, işkencecilere ya da sıradan insanlara dağıtılan çocuklarının öyküsünü ele almış.
Anımsayacaksınız, o korkunç yıllarda, başlarına beyaz örtüler geçiren “Mayıs Alanı Büyükanneleri” bütün itilip kakılmalara, dayağa, gaza, basınçlı suya karşın inatla, inançla sürdürmüşlerdi katilleri yuhalamayı; yıllarca çocuklarının yavrularını, torunları aramışlar. Film bu arayışın acılı öyküsünü anlatıyor. Kızı, damadı, oğlu, gelini yok edilen kahraman nineler, inanılmaz bir dayanışmayla, gazetelere duyurular vererek, resimlerini basarak torunlarını aramışlar, arıyorlar. Film, bulunan talihli çocukları gösterip konuşturdu. Gerçekten yürek paralayıcı öyküler; ama aynı zamanda büyük bir yiğitlik, onur savaşımı. DNA incelemeleriyle, iğneyle kuyu kazar gibi sürdürülen araştırmalar, kıyaslamalar; sonunda kimin kimin çocuğu olduğunun ortaya çıkışı; o destansı büyükannelere katılan yargıçların, savcıların ayakta alkışlanacak savaşımıyla ana babalarına değilse bile, öbür yakınlarına kavuşturulan kızlar, oğlanlar.
Ve asıl çarpıcı, sevindirici, kıskandırıcı olan, bütün bu acılara yol açanların hem halka açık mahkemelerde yargılanışı, cezaya çarptırılıp zindana kapatılışı!
Aslında, bütün dünya halkları beyinlerine vurulan pırangaları kırıp ayağa kalkmadıkça, başta dünyanın tüm ülkelerinde bu iğrenç uygulamalara akıl hocalağı, kılavuzluk eden Amerikalı asker sivil bütün suçlu ve sorumlular, onların yerli ortakları yargıç karşısına dikip hesap soramadıkça, yaşanan, yaşanacak çile bitmez bitemez!
“Kimim Ben? NTV’nin belgesel kuşağında gösterilecekmiş; sakın kaçırmayın!
Bu yılki Sinema Şenliği’nde 200 film arasından biz yalnız üçünü seçmiştik; Ken Loach’un “Bu Özdür Bir Dünyadır”ı ve Carlos Saura’nın “Fadolar”ı.
Saura, İspanya’nın danslarını, şarkılarını en kusursuz biçimde beyaz perdeye yansıttı biliyorsunuz; bu kez Portekiz’in ünlü şarkılarını ele almış.Dünya halklarınn şarkılarını dinlemeye başlayalı büyük bir hazla dinlediğimiz fadoların hem oluşum öyküsünü gösterdi sevgili Saura, hem de en güzel örneklerini, üstelik hepimizi havalara uçuran danslar eşliğinde gözümüzün önüne getirdi.
Bütün İspanya, giderek Avrupa müziğini, ekinini oluşturan öğeleri yeniden anımsattı: Afrika, Çingeneler. Fadoların ezgilerinde, onlara eşlik eden danslarda yüzlerce yıldır amansızca, acımasızca sömürülen, kıyılan Afrika halklarının damgası o kadar açık ki! Dolayısıyla, Portekizli insanların sevdalarını, aşk acılarını üstelik son derece özlü sözler eşliğinde dinleyip izlerken, hazla öfke iç içe: bütün bu güzellikleri, incelikleri Afrika’nın soylu, duyarlı, hünerli insanlarından alırken nasıl gözünüzü kırpmadan kıydınız o benzersiz varlıklara? Onca cicili bicili sözün, allı pullu kavramın arkasına sığınıp oluşturduğunuz Avrupa’nın, giderek o ülkelerde bile küçük bir azınlığın rahatını, erincini sağlamakla yetinirken bu bumerangın geri dönüp sizi de vuracağını göremeyecek kadar körleştiniz mi gerçekten?
İşin toplumsal yanını unutmadan, çoktan piyasaya sürülmüş olan dvd’sini hemen edinin Fadolar’ın; gerçek bir işitsel-görsel şölen.
*
Nisan başında, sıra dışı bir Eşkişehir gezisi yaşadık; hepimiz kendi küçük kafesimizde yaşatıldığımız için adını ve işlerini bilmediğimiz Ahmet Mümtaz Taylan, Albert Camus’nün “Caligula”sını orada sahneye koymaya karar verince açıldı bu beklenmedik mutluluğun yolu.
Ama isterseniz, başa dönelim: her şey, Yılmaz Büyükerşen okulunun görece dar sınırlarından çıkıp kentin Belediye Başkanlığı’na gelince başlamış; sanat eğitimi görmüş, insan kardeşlerine düzeyli, aydınlık bir yaşam sağlamayı amaç edinmiş bu güzel insan halktan toplanan vergilerin harcanma biçimini kararlaştırma sorumluluğunu üstlenince, bildiğim kadarıyla küçücük Küba’nın dışında, bizde ve bütün dünyada sürüp gitmekte olan soygunu, talanı elinin tersiyle itmiş, eldeki olanakları kentini her anlamda çağdaş, uygar kılmaya yatırmaya girişmiş. Oluşturduğu Anadolu Üniversitesi’ni gezdirdi bizi karşılayıp ağarlayan Büyükşehir Tiyatrosu çalışanlarından sevgili Şafak Özen, Basri Albayrak, Savran Perk: üniversitelerin yerleştikleri bölgeye Frenkçesiyle kampüs, yerleşke diyoruz biliyorsunuz; Anadolu Üniversitesi’nin yerleşkesi sözün tam anlamıyla kendine yeten küçük bir yerleşim birimi. Büyükerşen, önce boşu boşuna akıp giden Porsuk Çayı’nın sularını getirip Orta Anadolu topraklarını yeşertmiş; aklınıza gelen bütün ağaçları çiçekleri ekmiş. Ayrıca, adım adım, üniversitenin bütün fakültelerini, bütün bölümlerini tamamlamış. Ayrıca sinema, tiyatro, spor salonları, alanları; kısacası bir yerleşkeye yaşaması için gerekli her şey.
Küçük Anadolu kasabasına bu cıvıl cıvıl yaşam, bilgi kaynağını oturtunca, gerisi kendiliğinden gelmiş: doğru ve çağdaş bilgilerle donatılan gençler elbette bütün öbür sanat dallarına, kentteki bütün üretim yuvalarına doğal tüketici olmuşlar.
Bunun uzantısı olarak, İstanbul’da, Ankara’da bile artık görülmeyen tiyatro salonları dikmiş Büyükerşen; dolayısıyla, Ankara’da, İstanbul’da ya da Eskişehir’de tiyatro sanatı konusunda yetiştirilmiş gençlere paha biçilmez bir sığınak doğmuş. Kuruluş döneminde, Tiyatroların başına Sanat Yönetmeni olarak Ergin Orbey’i getirmiş; o, işini kusursuz bilen bir insan olarak, bizim tanımadığımız, oysa 18-20 yıldır Devlet Tiyatroları’nda oyunculuk,yönetmenlik, yöneticilik yapan Ahmet Mümtaz Taylan’a seslenmiş, gel bir oyun seçip sahneye koy, diye. Böylece Bilgesu Erenus’un “Misafir”i sahnelenmiş, 2001 yılında; Eskişehir’in şaşırtıcı tiyatro izleyicisi, o günden beri kapalı gişe oynatıyormuş yapıtı! Ne inanılmaz değil mi?
Bu oyunda oynayan, aynı zamanda tiyatronun Sanat Yönetmeni vekilliğini yürüten Sinan Demirer, Ahmet Mümtaz’dan yeni bir oyun isteyince, Caligula doğmuş. Doğrusu, dünyamızın, ülkemizin bugünkü koşullarında sahneye konabilecek ender oyunlardan biri bu yapıt; çünkü ABD’nin, AB’nin, çılgınca tüketimden ve para kazanmaktan başka bir şey düşünmeyen anamalcı düzensizliğin güdümündeki yerküremizde artık gerçek sorunlarımızı ele alıp insanları uyunmaya, yazgılarını değiştirmeye çağıran yazar da, yapıt da yok.
Aslında Camus de bu açıdan bakıldığında yetersiz; çünkü dünyamızın, insanlığın en can alıcı sorunu şu ya da bu nedenle çıldırmış bir yöneticinin giriştiği akıldışı eylemler, zorbalıklar değil ki! Temel sorun, yeryüzündeki bütün insanların, Küba’daki gibi, gerçek bir eğitim birliği ile, yalansız, masalsız, bilimsel eğitime kavuşturulması, dolayısıyla bilinçli yurttaşlar yapılması ve buna bağlı olarak da eldeki olanakların herkese, ama herkese tam anlamıyla eşit paylaştırılması!
Bu asal sorunu çözmek tek başına Ahmet Mümtaz Taylan’ın ve hevesli, yetenekli arkadaşlarının işi değil elbet, dünyanın bütün halklarına düşüyor.
Eskişehir Büyükşehir Tiyatroları’nda çalışanlar, Ahmet Mümtaz’la birlikte, oyunu çok doğru yorumlamış, en çarpıcı biçimde sahneye koymuşlar; bu yazı basılana dek, 28 Mayıs’ta İstanbul Uluslararası Tiyatro Şenliği kapsamında AKM’de oynanacak; umarım haber alıp gitmiş olursunuz.
Oyunu izlediğimiz günün ertesinde, genç arkadaşlarımız bizi aldılar, kenti dolaştırdılar; Yılmaz Büyükerşen, tutarlı bir yönetici olarak, kentin başka alanlarına ve sorunlarına da el atmış elbet; bir köşede yıpranan yıkılan eski evleri birer ikişer birleştirmeye, yerlerine yeni, çok çarpıcı yapılar dikmeye girişmiş; bunlar konukevleri, sanat yuvaları olacaklar. Biri şimdiden işlevine kavuşmuş bile: Türkiye’nin ilk Camişleri Müzesi olmuş. Ve yurdumuzda bu alanda ürün veren herkesten birkaç yapıt alınıp yerleştirilmiş, sergileniyor; ayrıca yabancı ülkelerden de örnekler var Müze’de. Gezerken gözümüze kulağımıza inanamadık, tadına doyamadık.
Büyükerşen, kuşkusuz bununla da yetinmemiş, yetinemezdi; yeni tasarıları arasında, o evlerde bütün yere sanat ve zanaatlarını canlandırma, oralarda hem öğretim hem üretim yapma da var.
Ancak, biliyorsunuz, bütün dünyada, ülkemizin her yerinde amansız aralıksız bir çekişme sürüyor soyguncu talancılarla uygarlıkçılar arasında; Eskişehir’de de, elde kalan tek kaleyi, Büyükşehir belediyesini de düşürmek üzere çok şiddetli saldırı var. Bakalım o güzelim kentimizi de, yurdumuzu da kurtarabilecek miyiz?
*
Çınar Yayınları, 10-12 Mayıs 2006’da Kastamonu’da düzenlediği Rıfat Ilgaz Sempozyumu’nu kitap olarak basmış, gönderdi; 903 sayfalık bu dev yapıtta yurdumuzun her alandaki üretici emekçilerinin sevgili Rıfat Ilgaz konusunda düşünceleri, değerlendirmeleri var; gerçek bir başvuru kaynağı. Emeği geçen herkese alkış.
Genç araştırmacı yazar Kaan Turhan dünyanın ve ülkemizin şu olumsuz koşullarında yılmadan bıkmadan çalışıp ürün verenlerden; askerden döner dönmez kalemine sarıldı, birbiri ardından yapıtlar hazırlıyor; en son, yine IQ Kültür Sanat Yayıncılık için önemli bir kitap oluşturmuş:TSK ve Ulus Devleti Hedef Alan VİCDANİ RET.
Adından da anlayacağınız gibi, yurdunu savunma görevini yerine getirmemek için bin bir dümen çeviren, en allı pullu söz ve kavramların ardına sığınan asalakları, bilerek bilmeyerek dünyanın kırılgan düzeninde yarattıkları yıkımı ele almış Kaan.
Gittikçe dayanılmaz duruma giren ortamda bir bakıma çılgınca, kahramanca yayınını sürdüren yayınevlerinden biri de Berfin; yine bir deste kitap gönderdi.
Faik Bulut’un Ordu ve Din:Devlet Gözüyle İslamcı Faaliyetler’i; Hamdi Turgut’un Yıllar Geçiyor Hiç Sormadan, Hikmet Bükrek’in Yüreğimde Neler Var, Raşit Kara’nın Yakın Yüreğimi Sevmesin Bir Daha, Aydın Öztürk’ün Güneş Seninle Gitti adlı şiirleri; Yılmaz Gruda’nın Köylü Devrimci Börklüce Mustafa başlıklı destan-vekayinâmesi; Raşit Kara’nın Niko’nun Şapkası adlı öyküleri ve Demir Ünsal’ın Ephesus’u.
Gelin sözümüzü yine sevgili Ali Yüce bağlasın.
BİR KİŞİLİK SOKAK

Antakya sokakları dar
Antakya sokakları bir kişilik
Sen giderken ben gelemem
Bir gönlümü bahar almış
Bir gönlümü yaz
Antakya sokakları bir kişilik
Öte git biraz

Akşam
Gözlerimin içine doluyor akşam
Vakitlerin dört ayağı bir pabuçta
Dört saçağın suyu bir olukta akıyor
Gölgeler bir olup diriliyor
Ayaklarımın ucunda

Gece
Gözlerimin içine doluyor gece
Bütün süngüler kırık şimdi
Bütün sayıların toplamı sıfır
Ne basıncı var havanın
Ne yerin çekimi
Bir gönlümü bahar almış
Bir gönlümü yaz
Böyle zamanlarda çıkma karşıma
İki sarhoş bir sokağa çıkmaz.
1956.

Berfin/Bahar. S.123, Mayıs 2008.