1 Kasım 2007 Perşembe

“HANGİ AVRUPA?”

Sevgili Bânû Avar’ın Sınırlar Arasında’sını geçen kış izleyebilmiş miydiniz? 17 Avrupa ülkesini anlatmıştı. Önceki bölümler gibi, bunları da kitaplaştırmış, Truva Yayınları da basmış.
Görmüşseniz de, kaçırmışsanız da hemen alın bu çarpıcı yapıtı. Bakın daha önsözünde ne diyor Avar:
“Sınırlar Arasında, 2006-2007 yayın döneminde 17 Avrupa ülkesini gündeme getirdi ve Avrupa’nın çeşitli konularda ne büyük bir çifte standart uyguladığını, şu ünlü ‘Kopenhag kriterleri’nin Kopenhag’da bile uygulanmadığını, Türkiye’ye dayatılan Avrupa öçlüklerinin her birinde Avrupa’nın sınıfta kaldığını, Avrupa’nın ağzından aktardı.
Avrupa’dan başka çıkış yolumuz olmadığını yüz yılı aşkın süredir öne sürenlerin TARAFLI olduklarını ve bulundukları tarafın TÜRKİYE olmadığını anlatmaya çalıştık. Onlar da bizim ‘taraflılığımızı’ masaya yatırdılar.
Cevabımız bugün de yarın da aynı. Biz, Allah’a şükür taraflıyız! Türkiye’nin tarafındayız!Batı dünyasında kendi ülkesinin tarafında olmayan bir aydın, bir gazeteci, bir siyasetçi bulmak neredeyse olanaksızdır. Türkiye karşısında Batı’nın tarafında yer alan aydınlarımıza, Batı’nın biraz da ‘ulusçuluğu’ndan nasiplenmelerini öneririz.
Sınırlar Arasında, 17 Avrupa ülkesini TRT ekranlarına getirirken büyük zorluklara göğüs gerdi. Hemen her bölüm kesintilerle yayına girebildi. Bazı programların tekrarları tümüyle kaldırıldı.İsrail ve İsveç büyükelçilikleri, Dışişleri Bakanlığı’nın ilgili dairelerine ve TRT’ye şikayetlerini bildirdiler. İsveç programında basın özgürlüğüne açık müdahale, halkın büyük tepkisiyle karşılaştı.
Sınırlar Arasın’danın ‘İsveç Nobeli’ adlı bölümü 11 Aralık 2006 günü, Nobel töreninden bir gün sonra yayınlanmıştı. Ekim sonunda program çekimleri için İsveç’te bulunduğumuz sırada Nobel’i kazananlar açıklanmıştı. Biz de İsveç’te, 100 yıllık Nobel ödüllerinin amacını, ödülü dağıtanlara sormuş, Alfred Nobel’i tanıtmıştık. İlk kez Nobel Ödülü alan ‘Türk’, Orhan Pamuk hakkındaki görüşleri ile Pamuk’un ülkesi hakkındaki görüşlerine de yer vermiştik.
İsveç programında ayrıca Sami veTater azınlığın, 1980’lere kadar nasıl bir biyolojik soykırıma uğratıldığını da vurgulamıştık. Kürt, Ermeni sorununda insan hakları havarisi kesilen İsveçli aydınlara kendi azınlıkları ve yakın geçmişin ‘soykırımları’ konusundaki görüşlerini sormuş, bu gibi sansürlü konularda takındıkları tutumu ekranlara getirmiştik.

Batıcı aydınlarımızın ‘şiddetle’ kınadıkları program, Türk halkınca desteklenmiş, alkışlanmış ve yeniden yayına konmuştuk. Teşekkür ederiz.

Sözde İslâmcı tarikatlara destek artıyor, ama İslâm en büyük düşman sayılıyor. Avrupa âdeta yeni bir Haçlı Seferi’ne hazırlanıyor. Ve bu Avrupa, Türkiye’ye ‘ölçütler’ dayatıyor! Bu ölçütler, en yetkili Batıl ağızlarca yorumlanıyor. TRT’de yayınlanırken önemli bölümleri ekranda yer almamış röportajlar kitapta okurun ilgi ve bilgisine sunuluyor.
Bakın Batı kendisini Türkiye’ye nasıl açıkça anlatıyor… Anlamak isteyenlere elbet…”
Tarihin her döneminde, her yerde böyle olagelmedi mi? hiçbir dış düşman, ülkenin içindeki gönüllü devşirmelerden daha büyük zarar vermedi güzelim dünya halklarına. En yakın örneği Saddam’dı; kişisel çıkarları uğruna düpedüz Amerikan maşalığı yapıp tam 8 yıl İran’a saldırdı, milyonlarca insanın canına kıydı; sonra açık bir tuzağa düşüp Kuveyt’e el koymaya kalktı; tokadı yedi, ezildi, en küçük bir ders alamadı, attı tuttu, 2. kez bombalandı, şımarık Batılılar Bağdat’a dayandıklarında o elinde tüfek havalara ateş ediyordu, aa sonra bir baktık, tek kurşun atmadan gözden yitti: meğer köstebek deliğine girmiş. Şaşkın, orada gizlenebileceğini, halkı darmadağın edilirken yaşayabileceğini sanıyordu; enselendi, asıldı. Bütün bunlar bizim gönüllü devşirmelere herhangi bir şey öğretti mi dersiniz? Ne gezer! Sevil, Elbistan’dan doğmuş; ancak subay çocuğu olduğu için, orada büyüyüp tanımaya fırsat bulamamış, İstanbul’a gelmişler. Bu yüzden nicedir Diyarbakır’ı ve yöresini görmek isterdi. Bayram’dan yararlanarak Mardin-Midyat gezisine gittik.
Uçak bizi Diyarbakır’a indirince, otobüsle yeni kentten eskisine yollandık ve Çin Seddi’den sonra dünyanın en uzun surlarını, Rum (Anadolu) Kapısı’nı, Midyat Kapısı’nı gördük, en büyüklerinden biri olan Keçi Burcu’na çıktık. Ardından Anadolu’nun ilk camilerinden Ulu Cami’yi, Cahit Sıtkı Tarancı’nın müzeye dönüştürülmüş evini gezdik. Sonra yola koyulup Ilısu Barajı bitince sular altında kalacak Hasankeyf’e vardık. Sevil’le Nilgün epey çetin merdivenleri tırmanıp Dicle’yi, Hasankeyf’ten kalan köprüyü ve daha başka yıkıntıları görmeye kalenin tepesine çıktılar, ben de aşağı oturup çevreyi, yolun geçtiği koyağı görüntüledim. O arada bir de baktım, bizim Arif Keskiner, elinde bastonu aşağı iniyor; kucaklaşıp lâfladık elbet. Sevil’le Nilgün kendilerinden geçmiş olarak indiler, yakındaki derme çatma satış yerinden ilk puşularını aldılar, satıcının oğlunun başına puşu bağlanaşını izlediler, ben de hepsini görüntüledim. Şimdilik yeşil yeşil, uslu uslu akan Dicle’nin kıyısında yedik öğle yemeğimizi.
Sonraki durağımız televizyon dizilerinin gittikçe ünü kavuşturduğu Midyat; Sevil’in hiç kaçırmamaya çalıştığı Sıla’nın çekildiği, Devlet Konukevi’ne dönüştürülmüş Süryani konağını geziyoruz. Gerçekten görkemli, insanı hayran bırakan bir yapı; taş işçiliği, avlular, merdivenler, kente tepeden bakan kule alabildiğine coşturucu. İnip çıkmaya, dolaşmaya, birbirimizi görüntülemeye doyamıyoruz.
Konağın ardından, dillere destan Süryani telkari dükkânlarına dalıyor geziye katılan hanımlar; bir saat sonra, otobüste, herkes birbirine aldıklarını gösteriyor; gerçekten ince mi ince işler. Hepimiz keyiften uçuyoruz.
O geceyi Mardin’de geçireceğiz; ancak hava karardıktan sonra varıyoruz Büyük Otel’e; otelin pencerelerinden ya da tepedeki taraçadan kentin, kalenin görünüşü büyüleyici; odada perdeler, yatak örtüleri, yerdeki kilim bin bir renkli yerel kumaştan. Heyecandan, bu gazel odayı çekmeyi unutuyorum.
Akşam yemeği açık büfe; büyük bir iştahla tattığımız yemekler arasında özellikle etli bamyaya doyamıyor Sevil, ikinci kez alıyor. Bir köşede iki oğlan çalıp söylüyor; ne yazık ki en sıradan şarkıları bağıra bağıra yineliyorlar. Yol yorgunluğu, ben yemeği bitirip bitirmez yukarı çıkıyorum, onlar kalıyor. Az sonra Sevil geliyor, videoyu alıp aşağı iniyor: şarkıları söyleyen tombulumsu oğlan, Mardin Reyhanisi oynamış; o kadar bayılmış ki, rica etmiş, bir daha oynar mısın diye, kabul edince koşup gelmiş. Gidiyor, az sonra geri geliyor: makine terslik çıkarmış. Onun hatırına giyinip iniyorum, çekmek üzere beklemeye başlıyoruz; arada yemek yiyenlerin özellikle gençleri, kızlı oğlanlı ortaya dökülmüş, hevesle oynuyor. Sevilciğim de oğlanın gözünün içine bakıyor, işaretler ediyor, hadi başla diye; neyse sonunda müzik başlıyor, oğlan elini kolunu bedenini ince ince kıvırarak oynamaya koyuluyor. Gerek ezgi, gerek oyun gerçekten ince; tek aksaklık. Yerel sazlarla değil, elektrikli aygıtla çalınması. Ortalıkta dolaşan garsonlara, insanlara karşın oyunu hemen hemen tamamlıyor delikanlı; bir tek sonunu kendi istediği, bizim beklediğimiz gibi bitiremiyor, çünkü göbek atmaya meraklı bir amca gelip işin tanıdı kaçırıyor.
Sabah, sevgili kılavuzumuz Sinan Ercan, izlencede bulunmayan bir gezi önerip bizi biraz daha Güney’de Suriye sınırına yakın Dara kentinin yıkıntılarına götürüyor. Kentin kalıntıları henüz ele alınmamış, iyice ortaya çıkarılmamış; ama yine de belli ki buralarda hatırı sayılır bir uygarlık yaşamış. O günlerde bütün zenginliklerin kaynağı Çin’i, Hindistan’ı Avrupa’ya bağlayan İpek Yolu üzerindeki bu konaklama yerinde, yapılacak seferlerde ordunun en temel gereksinmesini, suyu sağlayıp saklamak üzere inanılmaz sarnıçlar yapılmış; çorak toz içinde köyü geçip 30 metre yüksekliğindeki sarnıca iniyor geziye katılanlar. Ben de kalan tayları duvarları binlerce yıla dayanmış kentin kalıntıları üzerine kondurulmuş, o güzelim taşlarla hiç ilgisi bulunmayan, derme çatma biriket yuvacıklara bakıyorum; Bayram ya, yığınla çocuk koşuyor yanımızda yöremizde, güya bayramlıkları içinde. İki yağız Kürt delikanlısı çay, ayran sunuyor hepimize; ayran bardakları, evlerin en değerli, süslü bardakları.
Yüzlerce yıl önce orada ulaşılmış uygarlık düzeyiyle şu anda yaşayan insanların yoksulluğu, yoksunluğu, yüzüstü bırakılmışlığı acı mı acı, üzücü mü üzücü. Hiç ayrımında olmasalar da, kendilerini de, torunlarının torunlarını da milyarlarca dolar borca sokup o dolarları yalnız kendi villalarına, gemilerine, cicili bicili arabalarına, uçaklarına harcayanlara veriyordur besbelli bu güzelim insanlarımız oylarını. Bakalım bu acımasız, utanmaz oyunu ne zaman bozabilecek insanlık?
Mardin’e dönerken, başka bir çarpıcı yapıyı geziyoruz: İsa’nın öğretisini benimseyen ilk insanların, Süryanilerin ünlü Dayr’ül Zaferan Manastırı. Bu görkemli yapı alabildiğine bakımlı, onarılmış, girişi, çevresi düzenlenmiş, bin bir ağaç çiçek dikilmiş, her yanı pırıl pırıl, tertemiz. Gerek gönüllü bağışlar, gerek gittikçe gelişen gezip dolaşma belki ki işe yaramış.
Manastırı bize Sinan değil, orada yaşayan gençlerden biri anlatıyor; insanların sanırım en az 10 000 yıllık inançları üst üste, iç içe duruyor bu yapıda: güneşe tapanlardan alınmış inançlar Hıristiyan öğretisine eklenmiş, hiç yadırgamadan, yeni törenlere katılmış: küçük pencereler Doğu’ya, ışığın geleceği yöne bakıyor; ışıkla birlikte, İsa da Mesih olarak oradan çıkıp gelecek. Büyük Patrikler, ölünce, üstlerindeki allı pullu giysilerle bir koltuğa oturtuluyor, yüzleri Doğu’ya dönük, taşla örülüp gömülüyor.
Sonra Mardin’e dönüp kalenin dibindeki yamaca girişik bezeme gibi oturtulmuş daracık sokaklı kenti gezmeye başlıyoruz; evler iç içe, üst üste; üstteki yapıları taşımak, alta geçit sağlamak üzere, Abbara denen kubbeler yapılmış. Çok çarpıcı elbet, ama bir o kadar da üzücü, acıtıcı: İstanbul Belediye Başkanı, kendi kendinin sorunlarını çözmüş, halkını örneğin temiz akarsuya, vızır vızır işleyen caddelere yollara kavuşturmuş gibi, bu abalara para vermiş! Yaşasın oy avcılığı!
Mardin sokaklarında dolaşırken, şu ünlü Şahmeran’ın bin bir çeşitlemesini yapıp satmaya çalışan küçük dükkânlarla beyazlı yeşilli sabunların dışında bir şey göremiyoruz; Nilgün’ün çok yerinde tanımlamasıyla, Mardin, görmüş olanların bilecekleri, İsa Eboli’de Durdu filmindeki dağ köyü gibi. İyi ki o düzeysiz televizyon dizileri çekilip gösteriliyor da, buralara Batı’dan insanlar gelip geziyor, üç beş kuruş bırakıyor!
Canımın içi güzelim çocuklar öyle çaresiz, öyle yürek burkucu durumda ki! Ağlamadan, sızlamadan, yılışıklık etmeden dolanıyorlar çevremizde. Bereket gezip dolaşmalar onlara da sınırlı, alçakgönüllü bir kapı açmış: kentlerinin, yörelerinin geçmişini ezberlemişler, Sinan gibi anlayışlı kılavuzların sevecen yardımlarıyla gelip bize camileri, tarihi anlatıyorlar unutulmaz Kürtçe kokan Türkçeleriyle. Mardin’in Ulu Camisini, PTT ‘ye dönüştürülmüş Süryani Konağı’nı gezdikten sonra, öğle yemeği.
Yemekten sonra, otobüsün kalkış saatine dek, oradaki kahvelerden birine yöneliyoruz; Sevil’in duyarlı kulağı hemen yakalıyor Mardin Reyhani’sini. Bir köşedeki küçük dükkânda tost yapan çalıyor müziği; Sevil durur mu? Doğru oraya. Az sonra uzaktan mavi giysili küçük bir kızın oynamaya başladığını görüp ben de koşuyorum. Sevil, oyunu bitiren küçük kızın yerine iki oğlanı razı etmiş, oynuyorlar; ben de kıza yalvarıyorum, o da katılıyor. Ama ne yazık ki heyecandan, bu üçlüyü adam gibi çekmeyi beceremiyorum: şimdi ancak çok küçük bir bölüm var makinede bu unutulmaz oyundan. Olsun, tostçu oyunun bütün çeşitlemelerini içeren bir disk satıyor bize; bir de Mardin belgeseli. Çok değerli iki anı bu sözün gerçek anlamında Müze Kent’ten.
Üçümüzü de tepeden tırnağa sarsan, kendine âşık eden Mardin’i geride bırakıp Urfa’ya yollanıyoruz. Yol uzun, görece bozuk; ancak hava karardıktan sonar ulaşıyoruz. Hemen ünlü Balıklı Göl’e götürüyor Sinan bizi. Ve o güzel cankurtaran simidi burada da yürürlükte: küçük oğlanlara kısa bir eğitim vermiş, gönüllü kılavuz olmalarını sağlamışlar. Onlardan biri anlatıyor bize kuyuya atılan Hz, İbrahim’in öyküsünü, üstüne oturtulduğu yanan kütüklerin balığa dönüşmesini.
Yapısı göz alan bir konukevine yerleşiyoruz ardından; yapı çarpıcı, odalar rahat, ama yemekler çok sıradan. Daha da önemlisi, gizli bir tutuculuk egemen: bira bile içilmiyor. Neyse ki gezinin bize armağan ettiği Oğuz Delibaş çok çelebi, çok becerikli; açılmış bir şişe kırmızı şarabı, fındıkları kapımıza dek getiriyor
Sabah, kahvaltının ardından, ünlü kapalı çarşısına dalıyor geziye katılanlar; ben de tam ortasındaki Gümrük Han’ın bahçesine sığınıyorum. Bahçenin özelliği, her yaştan erkeğin, bağırıp çağırmadan, gürültü patırtı etmeden domino satranç oynaması. Sevil’le Nilgün’ü kümelerden birinin yanında çekiyorum.
Çarşı gezisinden sonra, Harran’a yollanıyoruz. Ulu Cami’nin kalıntıları çok çarpıcı; tepesi uçmuş dört köşeli minare yüzyıllara meydan okuyarak dikiliyor çorak toprakların üstünde. Köyün küçük kızları oğlanları yalın ayak başı kabak çevremizde; bir şeker, bir lira için bıkıp usanmadan koşuyorlar ardımızdan. Bunlardan biri Nilgün’e sokulup: abla bana şuradaki bakkaldan terlik alsana, diye yalvarıyor. Bakkala gidecek zaman yok, parasını veriyor: 2.5 lira. Hey gidi hey! Şöyle küçük bir gemicik alamamış anası babası bu yavruya!
Yörenin sarı toprağından yapılmış düz değil, sivri yuvarlak damlı evler sözümona koruma altına alınmış(?): insanlar oralardan çıkarılmış, sıradan biriket evlere taşınmış. Dolayısıyla, Oturulmayan, bakılmayan o güzelim evler olduğu yerde yıkılmaya başlamış. Ama adını sormayı unuttum, uyanık bir amca, başvurmuş, evini müze saydırmış, bakmış döşemiş, içini bin bir giysiyle doldurmuş, gelenlere sunuyor: herkes gibi Sevil’le ben de giydik bunlardan bir takımı, başımızı da puşuladık. Çok sevimli görüntülerimiz kaldı o evden.
Buraya da ne İsa uğramıştı, ne Mûsa, ne başka biri! Yoksulluk, yoksunluk, yazgısına bırakılmışlık olanca ağırlığıyla egemendi!
Aslında, yaşamakta, acısını çekmekte olduğumuz uluslar arası bin bir oyun içinde, nasıl olabildiyse, ünlü Güneydoğu Anadolu Kalkınma Projesi çerçevesinde, Fırat Nehri üzerine kurulan barajların en büyüğü, Atatürk Barajı tamamlanmış, su ve elektrikle birlikte o çorap topraklara can gelmiş. Çölün pek çok yerinde ürün yeşermiş; ama kime? Bir avuç ağaya, bunların desteklediği kentli ya da dünyalı soyguncuya. Güzelim halkaysa ancak uçsuz bucaksız pamuk tarlalarında ırgatlık kalmış.
Fırat boyunca ilerledik, dağlar tepeler aştık, nehri geçtik, kocaman baraj gölünü uzaktan gördük, Adıyaman’a vardık; otobüsten indik, odalarımıza yerleştik, gerekli kazakları hırkaları alıp bu kez minibüslere doluştuk, Nemrut yoluna düştük. Batman’dan sonra ikinci büyük petrol üretim merkezi olan Kâhta’yı şöyle bir görüp Karakaş Tümülüs’üne vardık. Nemrut yolu başlı başına bir coşku, hayranlık kaynağı: inanılmaz dağlar, koyaklar, kıvrıla büküle akan Fırat, püskürük kayaların oluşturduğu ürpertici yarlar. Sinan bize, Karakaş Tümülüsü’nün, o döneme göre inanılmaz bir ustalıkla hem de çok hızlı biçimde açılışını, gömütteki de boyutlu kayaların sökülüp aşağı taşınışını, ünlü Cendere Köprüsü’nde kullanılışını anlattı, rüzgârın ıslıkları arasında.
Cendere Köprüsü, sözün tam anlamıyla bir başyapıt: nehrin en uygun yerinde, iki sağlam sarp yamacın dibinde kurulmuş; onca yıldan sonra, bütün görkemiyle, sağlamlığıyla ayakta. Vee, 20. Yüzyıl’ın, anamalcı soygunun acıklı belgesi yeni köprü de az ilerisinde: güya en son uygulayımlarla yapılmış, Fırat’ın sularına iki gün dayanamamış, iki üç kez çökmüş, yeniden yapılmış. Şimdi, kırılgan bir Sırat Köprüsü gibi orada.
Usta minibüs sürücelerimizin becerikli ellerinde, inanılmaz dolambaçlı, dar, tehlikeli yollardan geçip Nemrut Parkı’na, sonra dağın eteğine ulaştık. Talih, batan güneşi görmemizi engelleyecek gibi, ufukta bulutlar belirdi. Üstelik yaman bir esinti de var. Ben yine bu kadarıyla yetinmeyi seçip oradaki küçük barınakta kaldım; Sevil’le Nilgün, öbürleriyle birlikte doruğa yollandılar. Sağolsun, Oğuz bana orada bekleyen eşeklerden birine binmeyi önerdi, ancak iyi ki bu güzel çağrıya uymamışım: hem dediğim gibi güneş bulutların ardında yitip gitmiş, hem yukarısı epey esintiliymiş. Gidenlerin çoğu kıkırdayarak geri döndü. Bir de üstelik zaten daracık olan tepeyi bir gürültücü küme basmış, bağıra çağıra halay çekiyormuş.
Ben oturup sıcacık çayımı içtim, Nemrut belgeselini aldım, herkes toplanınca konukevine döndük.
Ertesi sabah Gaziantep’e yöneldik; arada Birecik’e uğrayıp tükenme tehlikesi geçiren kuşları. Kelaynakları göreceğiz. Bu arada, küçük bir tartışma yaşandı: gezi kuruluşu duyurularda Halfeti’de tekne gezintisinden söz etmişti, elimizdeki izlencede büyük harflerle bu da vardı, ama Sinan, kendince haklı olarak, ayrıntıda gösterilmediği için ya ek para verilmesini ya da orada gidemeyeceğimizi bildirdi. Başta Arzu, yolculuğa katılan genç kızlar öyle bir karşıcıktı, öyle kararlıca savunma yaptılar ki, sonunda para da vermediler gidilme kararı alındı. Çok da iyi oldu. Çünkü baraj yapılınca büyük bölümü sular altında Halfeti gerçekten görülecek yermiş: kendine özgü evleri, yeşil bahçeleri, o sarp yamaca sımsıkı sarılmış kökleriyle unutulmaz bir kent. Fırat’ın getirdiği masmavi sularda kısa da olsa tekneyle dolaşmak, kenti, yamacı uzaktan görüntülemek sahiden armağandı. Ama çağdaş düzensizliğin çelişkisi, acısı burada da kendini göstermişti: sular altında kalacak yerdeki evlerde oturanlar, alınıp hemen bir üste değil, kentin epey uzağına, suyun bilmem kaç kilometre gerisine taşınmış; yörenin güzelim ev yapısı bırakılmış, Kumburgaz gecekonduları örnek alınmış; sevimsiz, tatsız, cansız konutlar dikilmiş. Ne yazık, ne yazık!
Kelaynakların koruma altına alındıkları yamaçlar çok çarpıcıydı; özel sarı kayalar, onların kapkara tüyleriyle tam bir karşıtlık içinde. Bakıcılar sevinçliydi, bu yıl aralarından 4’ü Mısır’a yollanmış, işaretlenerek; geri dönerlerse, bu gelecek için umut olacakmış: artık kafesten çıkarılıp istedikleri zaman göç etmelerine izin verilecekmiş. Şimdiden sayıları 100’ü geçmiş.
Geçen gün Cihangir’de yürürken, yanımdan geçen türbanlı bir genç kız, bir dükkânının önüne dökülmüş kedi mamalarını gösterip yanındakilere: insanlara da bu kadar özen gösterseler, dünya değişirdi, dedi. Çok doğruydu elbet; ama bunun yapılabilmesi için, ilkin kendisinin, başına sömürücü siyaset cambazlarının okus pokus yaparak geçirdikleri bez parçasını çıkarıp atması; yeryüzündeki adaletsizliklerin düzeltilmesi, haksızlıkların giderilmesi için, Kelaynaklara bakan insan kardeşleri kadar çalışıp emek vermesi gerekirdi. Bir gün yapabilir mi dersiniz?
Gaziantep’e varışımız da epey gecikti, dolayısıyla, ünlü Zeugma Mozaik Müzesi’ni gezme ertesi güne kaldı.
Sabah ilk işimiz Müze’ye gitmekti. Doğrusu, yıllardır öyküsünü okuduğumuz mozaikler gerçekten sıra dışıydı. Yine zengin Doğu’yu ele geçirip ürünlerine kavuşmak için yapılan seferler sırasında kurulmuştu, ama Fırat kıyısındaki bu kentte Roma uygarlığı birebir canlandırılmış; mozaik ustası, varlıklı kişilerin evlerini bezemek üzere, inanılmaz yapıtlar ortaya koymuş. Sonra, ataerkil talancı düzensizlik, Sasani adıyla gelmiş, bu güzelim kenti yerle bir etmiş, yakmış yıkmış. Aradan yüzyıllar geçmiş, kent kazılmış, yapılar, mozaikler, yontular, çanak çömlek ortaya çıkarılmış. Ancak, bu kez sular gelip her şeyi altına almış; burada sergilenenler, suyun basmasından önce kurtarılabilenlerin bir bölümü. İnanılmaz. Unutulmaz! Neyse ki bir de belgeselini alabildik, öyle bir kez görmekle yetinilecek gibi değil çünkü.
Antep’te yediğimiz öğle yemeği, lahmacunlar, pideler, Alinazikler, baklavalar ağızlarımızda çok tatlı anılar bıraktı kuşkusuz.
Sonra ver elini Antakya. O yol da harika. Asi Nehri’nin getirdiği bereket, püskürük kayaların, dağların, yamaçların, koyakların oyası verdiği coşku, sevgili Antekeli ozan dostum Ali Yüce’nin şiirleri gibi yalın, büyülü, çarpıcı.
Defne Şelaleri karşısında yediğimiz son öğle yemeği de unutulmazlar arasında yer aldı: getirilen yöreye özgü meze tabağı, seçtiğimiz özel yassı içli köfte, yeşil otlar, ve hepsinin üstüne dillere destan Künefe! Lezzet o düzeyde ki, miğdelerimizin barındırma sınırı çok çok aşıldı. Bereket tertemiz, nemsiz hava soluk almamıza izin verdi.
Sonra yörenin özel dokumalarını, şalları kapışmaya sıra geldi. Önce bunları boyunlarına dolayıp hanımlar, ardından onlara bakan beyler mutlu oldu.
Yeniden yola düşüş, Adana, uçak, İstanbul.
Doğrusu, insanları binlerce yılın uygarlık kalıntıları üzerinde en acımasız yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşatılan; her gün mayınlarla parçalanan, kurşuna dizilen güzelim Anadolu köşemize soluk soluğa da olsa gidebilmek büyük ayrıcalıktı. Hele bunun barış ve kardeşlik içinde, aşın işin paylaşıldığı günlerde yapılabildiğini düşleyin!
Beceririz belki bir gün. Zaten ya beceririz, ya da bizi iyice becerirler.
Sözümüzü Antekeli Ali Yüce’yle bağlayalım.
ABOVVV*

Biz Mürselikli kadınlar
Geceleri tütün dizerik
Acılarımızı dizerik ipe
Karanlığı dizerik abovvv
Yüzlerimiz ay tutulur
Yıldız tutulur gözlerimiz

Kök sökerik gündüzleri
Geceleri kömür yakarık
Karanlığı yakarık abovvv
Ağaçlar ürker geceden
Biz ürkmezik abovvv

Biz Mürselekli kadınlar
Kazma kazarık çüt sürerik
Yorgunluk ekerik toprağa
Gürültüye bata çıka
Bir uçak geçer üstümüzden
Bizi duyamaz abovvv

Kurumuş kenger çalıları
Karanlığa bata çıka
Dörtnala geçer yanımızdan
Onlar mı rüzgâra binik
Yoksa rüzgâr mı onlara
Seçemezik abovvv

Sessizliğe bata çıka
Ayışığında biçin biçerik
Yorgunluk biçerik abovvv
Ayışığında biçin biçerik
Bilmezik abovvv
*Bu güzel şiiri unutulmaz bir ezgiyle dinlemek isterseniz Ruhi Su’nun Semahlar adlı yoğunçalarını alın.
Berfin/Bahar. S. 117. Kasım 2007.



.