25 Temmuz 2007 Çarşamba

YAŞAR ÇAĞBAYIR

Bugün size sıradan bir kahramanın sıradışı çalışmasından sözedeceğim.
Yaşar Çağbayır, Sökeli bir Türkçe öğretmeni; 1968’de okulunu bitirip Konya Ereğli’nin Halkapınar Bucağı’ndaki ortaokula atanıyor; görev yerine gittiğinde okulun adının var, binasının bulunmadığını görüyor. Bir öğretmen arkadaşıyla ilkokulun alt katında iki sınıf açıp çalışmaya başlıyor. Okulun yazışma işleri de doğal olarak onun üstünde. Günün birinde bakanlıktan “ekteki belgenin ‘mümzi’ ve ‘temhir’ kılınarak iadesi” diye bir yazı alıyor.(Ben 70 yaşındayım, bunca yıldır dille uğraşıyorum, bu iki sözcüğü bilmiyorum; 1968’de MEB’dan gelen yazıya bakın!) Türkçe öğretmeni Yaşar da bilmiyor doğal olarak, bütün sözlükleri karıştırıyor, yok, yok. Yazı makinesinin başına geçip “ Okulumuzda mümzi ve temhir bulunmamaktadır. Bilgilerinize arz ederim” diye yanıtlayıp kaymakama götürüyor. Kaymakam yazıyı okuyunca gülmeye başlıyor: “Hay deli çocuk, istenen dizelgeyi zaten imzalayıp mühürlemişsin”diyor.
Bu olay yaşamını değiştiriyor; bilmediği sözcükleri bir kenara yazmaya başlıyor. Önce fihristlere yazıyor, onlar yetmiyor, fişlere geçiyor, bu fişleri ayakkabı kutularında saklıyor. O kadar çoğalıyorlar ki, yıllar sonra evden taşınırken salt onlar için bir römorkör getirmesi gerekiyor.
Bulduğu yeni sözcüklerle ilgili fişleri Türk Dil Kurumu’na bağışlamayı düşünürken, yurdumuzun başına indirilen 1980 gürzünden sonra 1981’de bütün okullara “her sınıfta bir Türkçe Sözlük bulundurulacak”genelgesinin ardından cayıyor. 25 sınıfına aldırdığı Mehmet Doğan’ın sözlüğündeki yetersizlikleri görünce, yazara mektup gönderiyor. 3 ay gece gündüz çalışıp düzelttiği Sözlük bu biçimiyle yeniden basılıyor.
O arada Yaşar Çağbayır 1993’te MEB’dan Tarım Bakanlığı’na geçiyor, kendine ayıracak zamanı artıyor. Ne yapayım şimdi? diye düşünürken, biriktirdiği sözcüklerden bir sözlük oluşturmak geliyor usuna. Özbek diliyle Türkçe arasındaki benzerlikleri görünce, Uygurcaya eğiliyor. Bu konudaki yabancı kaynaklı belgeleri 2 oğlu Türkçe’ye çeviriyorlar. En çok TBMM Kitaplığı’ndan yararlanıyor. 800 kitabın fotokopyasını yaptırıyor, 142 000 kaynağı tarıyor. Ele aldığı sözcüklerinin kökenini araştırıyor.
1998’de emekli oluyor; artık bilgisayarla çalışmaya başlıyor. Biriktirdiği fişleri sayara tam 5 yılda aktarabiliyor. Fişleri bir an önce sayara geçirip başından atmak istiyor, çünkü faranjiti var, kutulardaki fişler müthiş nemlenmiş; kurutmaya kalkınca yazılar silinmiş. Fişlerin sayara geçirilmesi bitince, sıra köken bilgisine gelmiş. O da 3 yılını almış. Günde 8 saat sayar başında çalışınca orası burası tutulmuş,omuzları çökmüş, bedensel sağaltıma girmesi gerekmiş. Bir ara o kadar bunalmış ki, dolaşmaya çıktığında içinden bilgisayarın çalınmasını ister olmuş. Ama o arada yazdıklarını disklerini çekmiş. Sözcükleri bir köşeye yazmaya başlayışından 38 yıl sonra Sözlük basıma hazır duruma gelmiş.
Bu kez de yayınevi bulma sorunu var elbet; her kapıyı çalmış, sonunda Ötüken Yayınevi ilgilenmiş; bir yıllık hazırlığın ardından 5 ciltte, 5744 sayfada 246 000 sözcük içeren bu çarpıcı yapıt gün ışığına çıkmış.
Bu Sözlük’te, Göktürk, Eski Uygur, Hakaniye, Oğuz, Eski Anadolu, Osmanlı, Çağdaş Türkçe’nin yanında Anadolu, Rumeli, Kıbrıs, Kerkük ağızlarında ve Osmanlıca bir dizin verilmiş. 246 binin 55 bini Osmanlıca, 10 biniyse Fransızca, Rumca ve İngilizce; geri kalan 180 000 sözcük Türkçe. (Hey gidi hey, Türkçe yoksuldur, Batı dillerinde yazılmış şeyleri aktarmaya yetmez, yetemez! diyenlerin her yerleri çınlasın.)
Ötüken Türkçe Sözlük’te 800 yıl önce kullanılan sözcükler de var. Ön-Türklerle başlayan günümüze dek gelen bir dil birikimi, zenginliği.
Şimdi gelin de tek başına, kimseden en küçük bir destek, yandım görmeden, tersine alaya alınarak,kösteklenerek, salt bilgiye dayanan sezgisiyle bunun böyle olduğunu öne sürüp araştırmaları başlatan Türk Dil ve Tarih Kurumları’nı kurup ulusuna armağan eden (80 balyozu ikisini de neye çevirdi biliyorsunuz) Atatürk’ün önünde yerlere eğilmeyin! Ve onun sezdiklerini Yaşar Çağbayır’dan çok önce kanıtlayıp belgeleyen Kâzım Mirşan ile Halûk Tarcan’ı ayakta alkışlamayın
Sıradan Anadolu kahramanı Yaşar Çağbayır, bugün yapıtındaki sözcük sayısını 546 000’e çıkarmak istiyormuş. Onu da yürekten alkışlıyorum elbet.

1 Temmuz 2007 Pazar

1 MAYIS’I KÜBA’DA YAŞAMAK

Bunu geçen yıl istemiş, başaramamıştık; bu yıl geçekleştirebildik.
25 Nisan’da Paris yoluyla Havana’ya uçtuk. Küba’ya gidebilme talihine erenler biliyor, eski Havana’da, körfeze bakan bir konukevine yerleştik.
O gün 12’den sonra geldiğimiz için, akşam yemeğini dışarıda yemek gerekti; konukevinde görevli güleryüzlü bir insan bizi alıp evler arasındaki bir aşevine götürdü; en doğal biçimde, müzik eşliğinde ilk yemeği tattık.
İlk gün eski Havana’yı dolaşma vardı; öğlen yemeği, Hemingway’in sürekli gittiği bir yerdeydi; doğrusu ünlü yazar ağzın tadını çok iyi biliyormuş: irili ufaklı hayvan öldürümünden arta kalan zamanlarında, Havana’nın en usta aşçıları kendisine yerel lezzetleri sunmuşlar.
Alanın birinde bir küme çocuğa rastlıyoruz, başlarında öğretmenleri, bir köşede çember olup bedeneğitimi yapıyorlar; bağırıp çağırma yok, bedeneğetmi oyunla dans arası bir şey. Bir hanım arkadaşımız şeker dağıtmaya başlayınca, öğretmenin bir işaretiyle çöküyor, uslu uslu ellerini uzatıp bekliyorlar. Sevil dayanamayıp tombul bir çikolatanın kolunu öpüyor
Soluklanmak üzere oturduğumuz kahvede elbet müzik var; az sonra karımızdaki kilisenin önünde üç kız bir oğlan beliriyor, bin bir renkli giysiler içinde, sırıkların tepesinde dans etmeye başlıyor, bize doğru geliyor, köşeyi dönüyor, öbür yöne ilerleyip gözden yitiyorlar ; masal gibi.
Ertesi gün, yerel kılavuzumuz Yuri Nápoles önderliğinde, Junior’un kullandığı rahat otobüsle Santa Clara’ya yollandık; Santa Clara’nın Küba tarihinde özel bir yeri var: 1956’da 80 arkadaşıyla Granma gemisine binip Küba kıyıların yanaşan Fidel’in candaşı, yoldaş Che Guevera, Batista’ya karşı giriştikleri vurkaç savaşının sonlarında, Santa Clara’ya doğru ilerlemekle görevlidir; bütün ülkedeki direniş ve ayaklanma o kertededir ki, önüne gelen küçük yerleşimleri birer birer ele geçirir; ve kendilerinin de hesaplayamadığı bir anda kenti teslim alır. O anda Batista ‘nın ordusu kalmamıştır artık, nitekim zorba da ülkenin varını yoğunu çantalara doldurup kaçar.
Güzelim Küba halkının, yüzyıllardır sürüp gelen bağımsızlık özlemi, her türlü yabancı boyunduruğuna başkaldırma geleneği olmasa, 12 kişi dağın birinden yola çıkıp bunu sağlayabilir miydi?
Bütün devrimciler, koşulların ve halkların önemini çok iyi bilir; Mustafa Kemâl de, Fidel de. Ama Guevera biraz daha telaşlı, “Her yerde bir Vietnam” özlemine dayanamayıp önce Afrika’ya,, ardından Bolivya’ya gitti,biliyorsunuz; ancak Bolivya’da o sırada koşullar ve halk hazır değildi, bir de Moskova’ya bağlı Komünist Partisi desteklemeyi bırakın karşı çıkınca, genç yaşında vurulup gitti.
Fidel ve Küba halkı ona borcunu unutmamış; Santa Clara’nın en güzel tepesinde ona bir anıt-gömüt dikmiş; çok çarpıcı beyaz bir mermere devrimin simgeleri işlenmiş; önünde, dev boyutlu, eli tüfekli Che.
Arkada, kara mermerden son derece yalın bir müze, karşısında Che ile arkadaşlaranın kemiklerinin saklandığı oda; müzede, dağlardaki savaş sırasında Guevera’nın kullandığı çeşitli şeyler; saatleri, silahları, hekimlik araçları, defterleri, giysileri. Ata ya da katıra binerken kullandığı eyer yırtılmış, kalın beyaz iplikle dikilmiş, öylece duruyor.
Gömüt olarak ayrılmış odada hafif bir aydınlatma; duvarda devrim uğruna can verenlerin resimleri, kısa tarihçeleri; Che onlardan ayrı, orta yerde. Buraya tapınağa girilir gibi giriliyor, resim çekmek yok, bağırıp çağırmak da öyle, cep telefonları kapalı.
Yuri bizi yerel parti binasının önündeki Che yontusuna da götürüyor; Küba’da bütün yontular, José Marti’ninkiler de, öbür tarihsel kişilerinki de, alabildiğine gerçekçi, yalın, ama çarpıcı. Hele Che’nin bu yontusunu görmenizi isterdim: gerilla giysileri içindeki Guevera’nın bedeni devrimin özeti gibi; omuzunda at üstünde küçük bir insan, sırtındaki pencerede bir kadın, kollarını dayamış geride bırakılan yola bakıyor; bir elinde tüfek, öbüründe küçük bir çocuk, bacaklarında gerilla savaşçısı arkadaşları. Düşgücü zenginliği sevinç çığlıkları attıracak gibi.
Sonra, Che komutasındaki devrimcileri yenmek üzere Hava’dan yollanan askerleri ve donanımı taşıyan şimdi artık canlı müzeye dönüştürülmüş ünlü zırhlı treni görmeye gidiyoruz; yanımıza gençlerle dolu bir otobüs yanaşıyor, 1 Mayıs şölenleri için Havana’ya gittiklerini sanıyor; ama sorunca, öyle olmadığını öğreniyoruz: bunlar, devrim tarihini yurttaşların, özellikle öğrencilerin belleğinde diri tutmayı amaçlayan olağan gezilermiş. Bizde ikide bir soruyor iyi niyetli insanlar: neden gençlerimiz tarihimizi bilmiyor, neden Amerika’ya, Avrupa’ya bu kadar çok öykünüyor? diye. Oysa sevgili Bânû Avar, Sınırlar Arasında’nın her bölümünde Avrupa’nın, gençlerinin ne kadar çürüdüklerini gösteriyor, bıkıp usanmadan, çarpıcı, şiirsel anlatımıyla. Ancak görecek göz, anlayacak beyin gerekiyor.
Geceyi Cienfuegos kentinde geçiriyoruz; ertesi gün, Ünesco’nun , nasıl olduysa, tarihsel kalıt sayıp koruma altına aldığı kente, Trinidad’a gidiyoruz.
Bu tam bir sömürge kenti; Küba’dan ve çevreden yağmalanan zenginliklerle süslü, gösterişli evler yapılmış; bunlardan, tam tepede, aşağıdaki toprakları kuşbakışı denetleyen bir ağanınkini geziyoruz; geniş odalar, piyanolar, yontular, büstler, kocaman mutfaklar, at arabasının konduğu geniş ahır, havanlar, toplar. Ağanın yaşamındaki her şey.
Trinidad, küresel ısınmanın da etkisiyle, kaynıyor; hele benim artık adım atacak halim yok; neyse kocaman pencereli, püfür püfür esen bir aşevi bulup sığınıyoruz. Yemeğimizi yerken, yanımızdaki odaya dört bir kişi girip çıkıyor, ellerinde çalgıları. Sevil içlerinden birine, peki ama bizim için çalmayacak mısınız? diye soruyor; hiç ummazken, José gelip bize unutulmaz bir yarım saat yaşatıyor; sıradışı bir sesi var, alabildiğine duyarlı; en bildiğimiz şarkıları bile kendince söylüyor. Ne yazık ki cebinde diski yok, bitmiş. Ancak videoda kalıyor şarkılarından birinin kısa görüntüleri.
Akşam, yarımadanın kıyısındaki konukevlerinden birindeyiz; alabildiğine yeşillik, çiçekli; tertemiz odalı.
Gündüz sıcak beni çok yorduğundan, Sevil,Nilgün, Sevgi gezideki öbür arkadaşlarla emekten sonra Trinidad’daki eğlenceye gidiyor; dönüşte ağızları kulaklarında: Küba’daki konukevlerinin,dinlence sitelerinin hepsinde müzik , özel gösteriler var; ama Trinidad’da başka bir şey yaşıyorlar: bütün kent, yediden yetmişe, en süslü giysileri içinde, sokaklara dökülmüş; kiliselerde, avlularında, anlarda, yumuşacık bir ışıkta, yabancı gezginleri eğlendirmek için değil, kendileri için oynayıp şarkı söylüyor. İnsanların doğallıkları, yaşama sevinçler, cinselliği duyumsayıp dışa vuruşları karşısında hem büyük hayranlık, hem de acı duyuyorlar: biz baskıcı ataerkil toplumlarda yaşayanların ömürleri nasıl da boşa geçmiş?
Sevgi, kıvır kıvır oynayan güzelim kızlara bakıp hayıflanınca, Sevil: “biz hanım hanımcık yetiştirildik”, diyor; dünyanın en ölçülü, en sakınımlı insanlarından Sevgi de bunun üzerine, kendini tutamayıp: “iyi mok yedik!” i yapıştırıyor. Yedik mi, zorla yedirildik mi? Hâlâ bütün dünya halklarına, amansız sömürü sürebilsin diye, eldeki bütün silahlarla yediriliyor mu?
Ertesi sabah katamaranla Cayo Blanco (Akbük) gezisi var; mavi-yeşil suları geçip küçük adanın geçen yılkinin sanırım tam karşı kıyısında, bembeyaz kumsala yanaşıyoruz; bir bölümümüz karaya çıkarken geri kalanlar gözlükle denizaltına bakmaya gidiyor. Geçen kez yanaştığımız yerde daha ayrıntılı bir dinlenme yeri, devrimin anıtlarından biri, giysi satan bir köşe vardı; burası daha ıssız, tek bir yapı var, içinde birkaç kişi öğlen yiyeceğimiz karidesli pilavı, salatayı, meyveleri hazırlıyor; ama burada da beklenmedik, şaşırtıcı konuklar var: iguanalar. Verilen ananas parçalarını paytak paytak seğirtip yutuyorlar.
30 Nisan’da, Havana’ya dönmek üzere Trinidad’dan ayrılıyor, öğle yemeğini yemyeşil bir açık hayvan bahçesinde yiyoruz; ardından, yüz yıldan daha yaşlı bir trenle şeker kamışı tarlalarına gitmek üzere yola koyuluyoruz; lokomotif de, üstü kapalı yanları açık vagonlar da cıvıl cıvıl renklere boyanmış; bir küme orta yaşlı, hattâ yaşlı insan çalıp söylüyor, gezideki hanımlar neşeyle dansediyor. Vardığımız şeker kamışı tarlasının önde ilkin birer parça kamış kesip soyuyor, emelim diye ellerimize tutuşturuyorlar; hafif tatlı bir suyu var kamışın. Çalıp söyleyenlerden yaşlıca bir bey, inanılmaz derecede güzel oynuyor; genç bir hanımı seçip karşısına alıyor, bir süre sonra yere kırmızı bir mendil yayıp üstüne basmadan sağından solundan sekip geçiyor; bizim genç hanım elbet aynısını yapamıyor, mendilin tek yanında oynayıp sırasını savıyor.
Bir köşede iki at var, isteyen, ikişer ikişer bunlara binip dolaşıyor; ama asıl gösteri Yuri’den: atlardan birine atlayıp trenin yanında koşturup haklı olarak alkışlanıyor.
1 Mayıs sabahı saat 6’da kalkıp hemen kahvaltı ediyor, 8’de otobüsle Devrim Alanı’na yollanıyoruz; sabah uyandığımda, İspanyolca bilmesem de, hemen televizyonu açıyorum; henüz ortalık kapkara, alıcının ışığında, dopdolu sokaklar gösteriliyor; özellikle kırmızı gömlek giymiş her yaştan insan, ellerinde çeşitli yazılar, coşkuyla anlatıyorlar.
Yuri önceden uyarmıştı, kalabalık yüzünden Devrim Alanı’na otobüsle gidilemeyecek, birkaç kilometre yürünecekti; küresel ısınma etkisini göstermiş, hava geçen yıla oranla en az 5/6 derece daha sıcaktı; güneş altında onca saat duramayacağım için, bizim kızları ve durduğumuz yerdeki öğrencileri görüntüledikten sonra, ben otobüste kalıyorum, öbürleri ellerinde, göğüslerinde güzelim bayrağımız, en az Küba halkı kadar coşkuyla Alan’a yollanıyor. Ben de konukevine dönüp yeniden televizyonu açıyorum; gerçek sevdamızdan ötürü elimizde şimdi 4-5 Küba, Fidel belgeseli var; onlarda, Havana sokaklarında, Devrim Alanı’nda toplanan milyonları kim bilir kaç kez izledik; ama bu kez burada, Küba’daydık, canlısı karşımızda, daha doğrusu hemen yanımızdaydı.
İlgilenenler biliyordur, sevgili Fidel yaklaşık bir yıldır hasta; gerek televizyondan, gerek burada Türkçesi de satılan Granma gazetesindeki resimlerden, nasıl iğne ipliğe döndüğünü; ama usul usul toparlandığını biliyoruz; gerçi gezide bize kılavuzluk eden Gürkan o gün belki şenliğe katılır demişti, ama gelemedi; yerine, dünyanın en coşkulu Emekçi Bayramı’na kardeşi Raul önderlik etti; Fidel bu şenliklerde eskiden en az 6 saat konuşurmuş,Raul soylu, doyumlu bir devrimci olduğu için hiç konuşmadı; onun yerine İşçi Sendikaları Federasyonu Başkanı kısa bir konuşma yaptı. Sonra geçit töreni, şenliği başladı.
1991’de Soyyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Küba çok zor bir döneme girmiş; bizdeki belgesellerden birinde Fidel halkına: gerekirse mağaralara dönün, toprağı yeniden karasabanla sürün, kuru ekmek yiyin, ama bu yoldan dönmeyeceğiz! Diyordu; öyle de yapmışlar. Dolayısıyla, konut yapımı da, varolanların bakımı onarımı da durmuş yıllarca; onun için bugün Havana’yı, Küba’ya dolaşanlar yıkık dökük, boyasız bir sürü yapı görüp, aman,ne kadar yoksul bir ülke, diyor ya da yazıyor; oysa o çetin yıllarda bile, ne eğitim aksamış, ne çocuklara verilen günlük bir litre süt. O arada kendi bilgisayarlarını da yapmışlar,38 ilacın uluslar arası satış hakkını koparmışlar anamalcı tekellerden, bir yığın aşı geliştirip üretmişler, isteyene yapımını gösteriyor, üretimlik açıyorlar.
Ama geçen yıl 48 yıllık amansız acımasız Amerikan ambargosuna karşın, %10’un üzerinde bir büyüme sağlayınca yeniden konut yapımına, varolanların onarımına girişmişler; o yüzden bu yılın öncüleri yapı işçileriydi: şenliğin önünde onlar yürüyordu. Ardından girişilen enerji dönüşümünün, sağlığa ve çevreye yararlı ürünler yetiştirme atılımının emekçileri; Güney Amerika’nın dört bir yanından gelen temsilciler; ilk okuldan üniversiteye öğrenciler; askerler. Hepsinin ellerinde bu yıl öncelikle iki konuyu vurgulayan yazılar: ABD, katil Posada’yı yargıla! /Kübalı5 yurtseveri bırak!/ Bush+Posada=Terorizm.
2 Mayıs’ta, Havana’nın kalan yerlerini dolaşıyor, Hemingway’in müzeye dönüştürülmüş evini geziyoruz; geçen yıl onarımdaydı, ancak uçsuz bucaksız bahçesini görebilmiştik; bu yıl dışarıdan da olsa evin içine baktırıyorlar; o sıcakta pek ilgimi çekmiyor, bir gölgeye sığınıyorum. Sevil’in bütün üstelemelerine karşın, evdeki amcanın herhalde kendi tüfeğiyle vurduğu arslana bakmıyorum: kafamdan, arslan vuracağına, acımasızca öldürülen boğaları keyifle izleyeceğine, Küba’da bir okul yaptırsaydın, adın böyle anılsaydı, geçiyor.
Sonra Cohimar köyüne, balık avına çıktığı koyun kıyısındaki lokantasına gidiyoruz; gelenek bozulmuyor, yine en usta aşevini seçmiş, unutulmaz bir balık yiyoruz.
Gezide tanıştığımız Nurgül-Alaattin Aktan çifti Küba konusunda daha bilgili ve deneyimli; ellerindeki kitaptan gidilecek görülecek yerleri iyi biliyor, oraları dolaşıyorlar.O akşam için bize de Guevera’nın yakın arkadaşı, Dr.Fernando’nun evinin alt katında çalıştırdığı Los Castus lokantısını salık veriyorlar; onlar Madrid üzerinden İstanbul’a doğru yola çıkarken, biz de doktorun aşevine gidiyoruz.
Gittiğimize de kat kat değiyor: yediğimiz istakozun, karideslerin lezzetini bir yana bırakın, asıl armağan doktorun kendisi; düşünün, İspanya’da doğmuş, genç yaşında ortaklaşmacılığı benimsemiş bu güzel insan, İspanya iç savaşından (hani şu arslan avcısı, boğa öldürümü vurgununun romanını yazıp Küba’da keyif çatma hakkını kazandığı kanlı çatışmadan) sonra, Arjantin’e sığınıyor, tıp öğrenimi görüyor Che ile birlikte, 11 yıl sonra oradan da kaçmak zorunda kalıp bu kez Macaristan’a uçuyor; bir 11 yıl da orada; evleniyor, iki kızı oluyor. O arada Guevera ile yazışması sürüyor; yemekte yanımıza gelip bize Che’nin mektubunun aslı ile fotokopisini gösterdi:Bunca yılda köprülerin altından çok sular aktı, pek çok şey değişti, astımım olduğu yerde duruyor. Yine eskisi gibi serüvenciyim, ama artık serüvenimin bir ereği var, diyor mektubunda. Ve mektubu, yeni adım Che diye bitirmiş.Aşevinin bir duvarında her yerde görülmeyen birkaç fotoğrafı asılı.
Dr Fernando, Che’nin çağrısı üzerine 1961’de Küba’ya gelmiş, hekim olarak, toplumbilimci olarak çalışmış, şimdi emekli; Fidel 30 dolar harçlık alıyor, o da 16; ek gelir sağlamak üzere açmış aşevini. Bizim kızların ne kadar ilginç ve yakışıklı bir insansınız diye övmelerini bir süre dinliyor, sonra utana sıkıla: Bu kadar yeter, lütfen! diyerek kesiyor.
Dünyanın en ilginç 4 ülkesinde yaşama talihine ermiş, çağımızın tarih yazan, bir ülkenin yazgısını değiştiren insanlarından birine yoldaşlık etmiş bu canlı tarih anılarını yazmış, ama onları yayınlamayı düşünmüyor; oğluna bırakacağını söylüyor.
Nasıl teşekkürler ediyoruz Nurgül’le Alaattin’e!
Son gün, uçak kalkana dek boşluk var, bizim üç kız yine Havana’ya koşuyor; bense konukevinin girişinde oturup bekliyorum; o arada özellikle konukevinde çalışanları, aralarındaki ilişkiyi gözlüyorum: sabah geliyor, ayrı renklerdeki giysilerini sırtlarına geçiriyor, bizdeki ya da Avrupa’dakinin tersine, güleryüzle işlerine koyuluyorlar; en küçük bir astlık üstlük belirtisi göremiyorum; sürekli ortalığı temizleyen, toz alan hanımla yönetim görevlisi hanım karşılaştıklarında (ülkede alışkanlık uyarınca) birer yanaklarını öpüp işlerine dönüyorlar.
Derken, Küba’da araba barbarlığı olmadığı, yollar bomboş olduğu için, bağırıp çağırmadan bir cankurtaran yanaşıyor kapıya; içinden araç gereç çantaları,sedyeleri ile beş altı kişi inip asansörle yukarı çıkıyor; yarım saat sonra iniyorlar, sedye boş: demek ki konuk odasında iyileştirildi.Gelip hemen yanımdaki masaya oturuyorlar; yönetim görevlisi hanım da yanlarına. Onlara soğuk birer içecek ısmarlıyor, bir yandan da sanırım tutanağını düzenliyor. Yine kesin dostça, kasıntısız ilişkiler; ayağa kalkan beyaz gömleklilerden hangisi yakınsa araç gereç çantasını sedyeyi o kapıp götürüyor.
Paris uçağı bir saat geç kalkıyor; Küba’yı gezmeye gelmiş Avrupalılar korkunç, içler acısı: ne durmayı oturmayı biliyorlar, ne konuşmayı; geçen akşam Ulusal Kanal’da sevgili Bânû Avar’ın anımsattığı gibi, bize hep “kıro” derler ya, asıl bu kendini beğenmiş kan emici sömürücü “kıroları” görecektiniz!
Paris hava alanı gerçek bir karabasan: yolcuları bir kapıdan öbürüne taşıyacak araçlar zamanında, yeterli sayıda gelemiyor, insanlar merdivenlerde, salonlarda birikiyor, üst üste yığılıyor; sonra ister istemez bir koşu. Biz bir saat geciktik ya, İstanbul uçağına ancak ucu ucuna yetiştiriliyoruz, hem de tam bir acıklı gülmeceye dönüşmüş arama taramalardan sonra; bavullarımız bu koşuya yetiştirilemiyor, ancak ertesi gün evlerimize getirilecek; hadi bunun için doldurulacak kâğıtların başına – neyse ki evlere dağıtım aksamıyor!
Küba’nın kendinden emin, telaşsız, yumuşacık düzeninden sonra, Avrupa gerçek bir korku filmi! Ve sevgili Fidel’in halkına seslenirken dediği gibi, nasıl da kıskanıyor, kızıyorlar 48 yıldır sımsıkı ambargo altında inletilmiş yoksul, ama onurlu mu onurlu bir halkın bunu başarmış olmasına!
Dostlarımız bize soruyorlar, iyi ama doymadınız mı Küba’ya gitmeye? Hayır; doyulur mu? Gittikçe zıvanadan çıkartılan Amerikan küresinde yaşayanlardan bizim gibiler için oraya gitmek gerçek bir sağaltım, bir soluk alma; yarın iki kuruşumuz olursa, yine oraya koşucaz, hem kendimizi ödüllendiricez, hem güzeller güzeli Küba halkına küçük bir yardımda bulunucaz.
Erol Bilbilik, Profil yayınlarının bastığı, Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler/Küresel İktidarın Kurmaylarıt adlı yapıtını yollamış;
“Emperyalizm, çürüyen kapitalizmdir. Emperyalist sistem akıl ve insanlık dışıdır. 21. Yüzyıl’da çürümenin zirvesine varılmıştır. Dünya sermayesi mafyalaşmıştır. Mafya, işlerini komplolarla yürütür. “
Bu saptamaların ayrıntısını merak ediyorsanız, hemen alın bu değerli incelemeyi.
Berfin Yayınları da beş kitabını birden gönderdi: Cemşid Bender’in Kürt Mitolojisi; Bektaş Tufan’ın Gazilik ve Kimlik’i; şiir dizisinde Ahmet Dümrül’ün Güzel İnsan’ı; Tekin Karabey’in Dar Hayat’ı, Mehmet Ataman’ın Sıcak Yağmurlar’ı.
Daha önce de belirtmiştim, dostum Mehmet Kıyat talihli insanlardan;yerinde verdiği bir kararla giriştiği galericilik ona başka ozanların düşlerinde bile göremeyecekleri bir olanak sağladı: şiirlerini üstelik büyük bir özenle, istediği kâğıda kendisi basabiliyor.
Bunların sonuncusu da geldi; Adnan Turani’nin bir resminin süslediği Daha İyisi Yok.
Değerli dostum Halûk Tarcan Paris sayfasını kapatıp yurda döndü, Mecidiyeköy’e yerleşti; geldiğinden beri sesleniyor, bir türlü buluşamıyorduk; sonunda Pazar günü yapabildik bu işi. Ç beş dostunu daha çağırmıştı; doğal olarak müziğin yanında ömrünü verdiği konuyu, Ön-Türkler’i ve dillerini, yazılarını konuştuk; konuklar arasında ressam-resim öğretmeni Ceylan Mutlu ile eşi M.Ünal Mutlu da vardı.
Ünal Mutlu da Tarcan gibi merakı çok yönlü bir insan: ODTÜ’sinde inşaat mühendisliği okumuş, ama sevdası dil, sözcüklerin, dolayısıyla uygarlıkların kökenleri. Önce Arapça,Rusça, Fransızca, Almanca, Latince, Grekçe’nin kökenlerine eğilmiş; son beş yıldırsa Sümerce, Çuvaşça, Eski Anadolu dilleri ve Etrüskçe’ye yönelmiş Son çalışmasını armağan etti: Dünya Uygarlıklarında Türk Dili ve Kenger (Sümer)Uygarlığı.
Kitabın başından birkaç satır alalım:
“Sümer yazısında harf yoktur, heceler vardır. Her hecenin bir resmi-çizimi vardır. Akadça-Sümerce sözlükleri kullanarak, Sümerce’deki her heceye bir anlam ve ses vererek Sümerceyi çözmek zaman zaman hatalara yol açmaktadır. Örneğin:
Ki(Sm): Yer, yurt
En(Sm): Kral,lord
Gir(Sm): Uygar, yüce, soylu
Kİ-ENGİR: Sümerler; Yüce Kralların Yurdu (?)
Oysa Sümerlerin ilk tanrısı ENGÜR’den yola çıkılarak bir açıklama yapılabilir.
Kİ Sümercede ve öbür Eski Çağ dillerinde ‘yer’ ve ‘Oğul, kul, sop,soy’ anlamlarına gelmektedir.
ENGÜR (SM):İlk Sümer Tanrıçası,’Tanrıların ve Evrenin Tanrısı’
Kİ-AN (Ön Tr): Kan, soy, oğul.
Kİ-EN-GÜR :Engür’ün soyu (Gürsoy, Gürkan)
Ancak en güçlü ve mantıklı olasılık, Sümerlerin olası anayurtlarının adı olan KENGE’nin (Harezm’in) Sümerlere ad olarak verilmesidir.
KENGE (Es Tr) : Harezm bölgesi.
KENGE –ERİ (Tr) : Kenge insanı, Kenge’den gelenler
KENGERİ : Sümerlerin gerçek adı.
Gördüğünüz gibi, son derece ilginç bir çalışma.Merak edenler Ünal Mutlu’nun şu yazışma adresine başvurup edinebilirler: unalmtl@yahoo.com
YKD, Kâzım Taşkent salonunda Peter Hristoff’un Mutlu-Mutsaz adlı sergisini açtı; her zamanki gibi kitabını da bastı. Burada doğup ABD’ye göçmüş, orada eğitim görmüş birinin dünyaya, sorunlarına, Türkiye’ye bakışı. Acı yok, üzüntü yok, uzaydan bakar gibi, her şeye dokunup geçmeler: ahhh! Keşke başta ABD, bütün sömürgeci sömürücü Batılar bu kadar aç gözlü olmasaydı da, dünyamız böyle toz pembe kalabilseydi.

Berfin/Bahar. S. 113, Temmuz 2007.