1 Nisan 2007 Pazar

BÜTÜN TÜRKLERİN ATASI MUSTAFA KEMÂL

İgnacio Ramonet’nin kitabını bitirince ne okuyacağımı düşünürken, artık boş sözlerle zaman yitirmek ve sinirlenmek istemediğim için, daha önce değindiğim bir yapıta, Banû Avar’ın Sınırlar Arasında’sına döndüm.
Aynı adı taşıyan, Portekiz’i anlatan son bölümü tam 15 dakikası makaslanarak yayınlanabilen televizyon çekimlerini izliyorsanız biliyorsunuzdur, Avar dünyamızın dününü bugününü, olayları neden ve sonuçlarını çok iyi biliyor ve görüp dinlediklerini az sözle, çok yerinde bağlantılarla anlatabiliyor.
Sınırlar Arasında’nın başında, ana yönünden atalarının yaşadığı Balkanlara gitti, Batılı sömürücülerin, hem de en cicili bicili sözlerle, en anlı şanlı kurumlar eliyle, Yugoslavya’yı nasıl bir gecede kana buladıklarını, Bosna’yı, Kosava’yı, Arnavutluk’u, Sırbistan’ı anlatılmaz acılana gömdüklerini anımsattı.
Sonra Bulgaristan’a, ardından Moldova’ya, Osmanlı döneminin Besarabya’sına geçti. Ardından, Orta Asya’dan kopup dünyanın dört bir yanına dağılan, Ön-Türklerden Göktürklerin, Gagauzların yaşadıkları topraklara geldi.
Sovyetler’in dağılmasından, Ukrayna ile Rusya’nın birbirinden kopmasının ardından, tam bir belirsizliğe savrulan o güzelim insanların çilelerini, acılarını anlattı alabildiğine duyarlı, içten titreşimlerle. Moldova’nın bir köşesine sıkışmış, Karadeniz’e çıkışı olmayan ülkede , Sovyetler Birliği’nin parçalanmasından sonra bütün yapı çökmüş, üretimlikler durmuş, tarımsal ortaklıklar Gagauzların özel çabasıyla ayakta dursa bile, çevreyle bağlar kesik, artan ürünü satacak kimse yok. Ne yapsın insancıklar? Kadınlar kızlar, dil birliğinden yararlanıp Türkiye’ye çalışmaya koşmuş; pazarlarda ellerindeki üç beş ürünü satmaya çalışan anaların çoğunun kızı ülkemizde.
Anadolu’yu azgın Batılılardan kurtarmaya girişen Mustafa Kemâl’in temel niteliğini biliyorsunuz: içinde bulunduğu koşulları, bağlantıları eksiksiz görüyor, amansız acımasız saldırıyı durdurup püskürtebilmek için nereden yeni güç yaratacağını, kimlerle işbirliği yapacağını bir saniye bile unutmuyor. Yüzyıllardır ezilen, sömürülen Asya’nın kurtuluşunun belli başlı güçlerin, Rusya’nın, Hindistan’ın, Çin’in el ele vermesiyle olabileceğini belki daha Selanik’te düşünüp gereğini yerine getiriyor, Lenin’le daha ilk günden dayanışmaya giriyor, biliyorsunuz.
Başka bir şeyi daha çok iyi biliyor: bir ulusu ulus yapan yapı taşlarının başında dil gelir; bunun için hem Anadolu Türkçesi’ni giriştiği uygarlık dönüşümüne uygun hâle getirmeye çalışıyor, hem de dünyanın başka köşelerinde bu dili konuşan toplum ve topluluklara daha başında el uzatıyor; şimdi Fidel’in yaptığı gibi, oralarda yaşayan insanları dil çimentosuyla birbirine sımsıkı tutturabilmek üzere, Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında, içerde bin bir sorunla boğuşurken, Gagauzya’ya öğretmen yolluyor, Türkçe kitapları gönderiyor.
Önce çok erken yaşta Lenin’nin, ardından Mustafa Kemâl’in ölümleriyle, bu güzelim atılım duruyor elbet; hele ancak şimdi artık kendisine yakıştırılan bütün başarıları, içinden belki hiç sevmediği, nefret ettiği, korkarım yarıştığı Atatürk’e borçlu olduğu açıkça ortaya çıkan İsmet Paşa’nın ABD’nin kucağına atlamasından sonra, her şey duruyor, dahası tersine çevriliyor.
Ama 1930’la Avar’ın oraları gezdiği 2004 yılına dek geçen bunca uzun dönemin sonunda bile Uzun Çadır’da, Vulkaneşti’de, Tomay’da çalışmış, yaşamış öğretmenlere “Kemâl’in üretmenleri” deniyor.
Güzeller güzele Mustafa Kemâl, ayrıca yetenekli Gagauz çocuklarını alıp Türkiye’de parasız okutuyor. Tıpkı, dünyanın dört bir yanından yetenekli çocuklara Küba’da parasız tıp eğitimi veren ardılı Fidel gibi.
Çünkü, bu iki sıra dışı önder de, elde geliştirilmiş akılalmaz silahlar, her yeri yakıp yıkarak değil, ancak sevgiye dayalı bilgiyi dünyanın her köşesine ulaştırarak “yurtta ve dünyada barış” a kavuşulabileceğini eksiksiz biliyorlar.
Sonra Azerbaycan’a geçti Avar; ağızları salyalı Batılıların, ellerinde dolarlar, Lenin’le Atatürk’ün bin bir emekle, kanla oluşturdukları paha biçilmez birliğin bozulmasından sonra Balkanlar gibi paramparça edilen güzelim Kafkasya’nın acıların dile getirdi çarpıcı anlatımıyla. Kışkırtılan bir avuç Ermeni’nin Azerbaycan’ın Hocalı kentinde gerçekleştirdikleri, bize yapıştırılan gibi sanal değil, gerçek soykırımı özetledi. Bugün Karabağ, bütün BM kararlarına, onca uluslar arası toplantıya karşın, hâlâ Ermeni çizmesi altında. Sabah akşam bütün dünyaya insanlık, hak hukuk, demokrasi dersleri verenlerin dilleri bilmem nerelerine kaçmış, tıs yok!
Haydar Aliyev’in üstün becerisiyle toparlanan Azerbaycan’ın ona evindeymiş duygusu veren çeşitli yerlerini dolaştı, derken en ünlü ozanlarından Bahtiyar Vahapzade’yi görmeye gitti. Banû’nun şaşmaz sezgisine göre, “gücünü doğru kullanamadığı, dolayısıyla kendine de, öbür ülkelerde yaşayan Türkler’e çok zarar veren” Türkiye’ye küskün büyük ozan.
“Her millete benzemek istiyorsunuz, ama kendinize benzemek istemiyorsunuz. Önce kendimiz olmalıyız. İyiysek de, kötüysek de biz olalım.” Diyor.
Hey gidi hey! Oysa Türk solcuları, devrimcileri (?) kaç yıldır alay ederler Atamızın o yalın sözüyle: Biz, bize benzeriz!
“Siz Türk dilinin en büyük sanatçılarından birisiniz”¸ diyen Avar’a şu yanıtı veriyor Vahapzade:
“Dil yoksa millet yoktur. Anadilimiz bizim bayrağımız, şerefimizdir. Dil yoksa, biz millet değiliz. Benim bir savsözüm var. Ne olursan kendin ol! Kendin olamazsan seni yerler, yok ederler. Bir milletin öz iffeti, öz siması olmalıdır!”
Sonra ekliyor:
“Şiir çok önemlidir. Şiir duyunca, senin delerin, babaların canlanır, hayat bulunlar. Tarihtir şiir.
Banû, Azerbaycan sayfasını Vahapzade’nin dizeleriyle kapatıyor:

Yaşamak yanmaktır, yanasın gerek!
Hayatın mânası yalnız ondadır.
Mum eğer yanmıyorsa yaşamıyor demek,
Onun yaşaması yanmasındadır!
*
Bülent Demirağ’ın ilginç yontularını daha önce katıldığı sanat fuarında görememişim, Hobi’de sergileyince tanıyıp sevdim. Anadolu söylencelerinden yola çıkarak kadın biçimli yapıtlar oluşturmuştu Âna Tanrıçalar ve Tatlı Kadınlar” adlı sergisinde. Bakalım aynı çarpıcı bileşim gelecek yapıtlarında da sürecek mi?
Sevgili dostum Ali Candaş, her yılki gibi, son çalışmalarını yine Doku’da sergiledi; onun yolculuğu çok sağlam, betilerinde kesin çizgiler eriyip gitti, hepsinin yerini o cıvıl cıvıl, diri renkleri aldı. Ne mutlu!
Başka bir tutarlı usta, Nâile Akıncı 1961-2007 arasındaki “Bebek Çeşitlemeleri”ni Evin Sanat Galerisi’nde sevenlerine tattırdı.
Zaman ne hızlı akıp gidiyor! Tam 30 yıl olmuş sevgili İnci Bengiserp Hobi’de bize kucak açalı. Yazık ki bu günü onunla kutlayamadık, inceler incesi Saim Bey de, o da, ansızın çekip gittiler dünyamızdan.
Ama oğlu ve Aslı, o güzel insanların kalıtına büyük bir saygıyla, kararlılıkla sahip çıktılar, sanırım 30 yıldaki bütün yaratıcılara rahat sergileme sağlanamayacağından, resimde Muzaffer Akyol, Yusuf Katipoğlu ve Muhsin Kut’u, seramik ve yontuda Erdinç Bakla, Müfide Çalık ve Maria Kılıçlıoğlu’nun ürünlerine yer verdiler.
Üç ressam dostumuz, 5/17 Mart arasında, saat 13-15 arasında galeriye gelip ortaklaşa bir resim de yapacaklar.
Doğrusu, sevgili İnci Hanım da görse çok beğenirdi bu kutlamayı!
*
Berfin yayınları, H.Nedim Şahhüseyinoğlu’nun anılarını “Bozuk Düzende Yaşam” adıyla basmış. Hem talihli hem talihsiz bir insan Şahhüseyinoğlu: Alevi, Köy Enstitüsü’nde okuma ayrıcalığına kavuşmuş, öğretmen olmuş, dönemin örgütlerine ta başından katılmış, hem sendikada hem siyasal partide görevler üstlenmiş; dolayısıyla, yıllarca kovuşturmalarda, tutukevlerinde çileler çekmiş. O kadarla kalsa yine çok iyi, biliyorsunuz güzelim Alevi kardeşlerimiz Malatya’da, Kahramanmaraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Gazi Mahallesi’nde amansız saldırılara uğradılar, vuruldular kıyıldılar.
Ama atalarından gelme hamuru çok sağlam Şahhüseyinoğlu’nun, umudunu, iyimserliğini, insan sevgisini hiç yitirmemiş; kitabı öç almak üzere değil, hepimize ders olsun, önümüzü aydınlatsın diye yazmış. Ellerine, beynine sağlık!
Bir di şiir kitabı var Berfin’in, Kora dizisinde basılmış; Ahmet Aslan’ın “İdil”i.
Vahapzade, sanırım haklı olarak, artık şiir sevmiyor, okumuyorsunuz; diyor. Hadi gelin Ali Yüce’nin bir şiirini okuyup azıcık silelim bu ayıbı.
ROMAN

İlkokulun
İlk sınıfında
Köşede
Ürkek bir çocuk vardı
Çöke çöke yazardı A’ları B’leri
Öğretmene üç aylık yoldan
Bakardı

Bir dünyası vardı çocuğun
Kendi karışıyla üç karış
Bir elinde çanta
Bir elinde ekmek
Isıra ısıra gelirdi okula
Ürkekliğini taşımak için
Kağnı yapardı çocuk

Yollar kardeş kardeş
Yıllar üst üste
Anılar yosun olmuş
Sevdalar tap taze
Şimdi o ürkek çocuk
Nokta büyüklüğünde bir memur
Evi koltuğunun altında
Şu kent senin bu kent benim
Gönlünü ikiye bölmüş ortadan
Yarısı takvim yapraklarında
Yarısıyla işine gelir gider
Berfin/Bahar. S.110. Nisan 2007.

BÜTÜN TÜRKLERİN ATASI MUSTAFA KEMÂL

İgnacio Ramonet’nin kitabını bitirince ne okuyacağımı düşünürken, artık boş sözlerle zaman yitirmek ve sinirlenmek istemediğim için, daha önce değindiğim bir yapıta, Banû Avar’ın Sınırlar Arasında’sına döndüm.
Aynı adı taşıyan, Portekiz’i anlatan son bölümü tam 15 dakikası makaslanarak yayınlanabilen televizyon çekimlerini izliyorsanız biliyorsunuzdur, Avar dünyamızın dününü bugününü, olayları neden ve sonuçlarını çok iyi biliyor ve görüp dinlediklerini az sözle, çok yerinde bağlantılarla anlatabiliyor.
Sınırlar Arasında’nın başında, ana yönünden atalarının yaşadığı Balkanlara gitti, Batılı sömürücülerin, hem de en cicili bicili sözlerle, en anlı şanlı kurumlar eliyle, Yugoslavya’yı nasıl bir gecede kana buladıklarını, Bosna’yı, Kosava’yı, Arnavutluk’u, Sırbistan’ı anlatılmaz acılana gömdüklerini anımsattı.
Sonra Bulgaristan’a, ardından Moldova’ya, Osmanlı döneminin Besarabya’sına geçti. Ardından, Orta Asya’dan kopup dünyanın dört bir yanına dağılan, Ön-Türklerden Göktürklerin, Gagauzların yaşadıkları topraklara geldi.
Sovyetler’in dağılmasından, Ukrayna ile Rusya’nın birbirinden kopmasının ardından, tam bir belirsizliğe savrulan o güzelim insanların çilelerini, acılarını anlattı alabildiğine duyarlı, içten titreşimlerle. Moldova’nın bir köşesine sıkışmış, Karadeniz’e çıkışı olmayan ülkede , Sovyetler Birliği’nin parçalanmasından sonra bütün yapı çökmüş, üretimlikler durmuş, tarımsal ortaklıklar Gagauzların özel çabasıyla ayakta dursa bile, çevreyle bağlar kesik, artan ürünü satacak kimse yok. Ne yapsın insancıklar? Kadınlar kızlar, dil birliğinden yararlanıp Türkiye’ye çalışmaya koşmuş; pazarlarda ellerindeki üç beş ürünü satmaya çalışan anaların çoğunun kızı ülkemizde.
Anadolu’yu azgın Batılılardan kurtarmaya girişen Mustafa Kemâl’in temel niteliğini biliyorsunuz: içinde bulunduğu koşulları, bağlantıları eksiksiz görüyor, amansız acımasız saldırıyı durdurup püskürtebilmek için nereden yeni güç yaratacağını, kimlerle işbirliği yapacağını bir saniye bile unutmuyor. Yüzyıllardır ezilen, sömürülen Asya’nın kurtuluşunun belli başlı güçlerin, Rusya’nın, Hindistan’ın, Çin’in el ele vermesiyle olabileceğini belki daha Selanik’te düşünüp gereğini yerine getiriyor, Lenin’le daha ilk günden dayanışmaya giriyor, biliyorsunuz.
Başka bir şeyi daha çok iyi biliyor: bir ulusu ulus yapan yapı taşlarının başında dil gelir; bunun için hem Anadolu Türkçesi’ni giriştiği uygarlık dönüşümüne uygun hâle getirmeye çalışıyor, hem de dünyanın başka köşelerinde bu dili konuşan toplum ve topluluklara daha başında el uzatıyor; şimdi Fidel’in yaptığı gibi, oralarda yaşayan insanları dil çimentosuyla birbirine sımsıkı tutturabilmek üzere, Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında, içerde bin bir sorunla boğuşurken, Gagauzya’ya öğretmen yolluyor, Türkçe kitapları gönderiyor.
Önce çok erken yaşta Lenin’nin, ardından Mustafa Kemâl’in ölümleriyle, bu güzelim atılım duruyor elbet; hele ancak şimdi artık kendisine yakıştırılan bütün başarıları, içinden belki hiç sevmediği, nefret ettiği, korkarım yarıştığı Atatürk’e borçlu olduğu açıkça ortaya çıkan İsmet Paşa’nın ABD’nin kucağına atlamasından sonra, her şey duruyor, dahası tersine çevriliyor.
Ama 1930’la Avar’ın oraları gezdiği 2004 yılına dek geçen bunca uzun dönemin sonunda bile Uzun Çadır’da, Vulkaneşti’de, Tomay’da çalışmış, yaşamış öğretmenlere “Kemâl’in üretmenleri” deniyor.
Güzeller güzele Mustafa Kemâl, ayrıca yetenekli Gagauz çocuklarını alıp Türkiye’de parasız okutuyor. Tıpkı, dünyanın dört bir yanından yetenekli çocuklara Küba’da parasız tıp eğitimi veren ardılı Fidel gibi.
Çünkü, bu iki sıra dışı önder de, elde geliştirilmiş akılalmaz silahlar, her yeri yakıp yıkarak değil, ancak sevgiye dayalı bilgiyi dünyanın her köşesine ulaştırarak “yurtta ve dünyada barış” a kavuşulabileceğini eksiksiz biliyorlar.
Sonra Azerbaycan’a geçti Avar; ağızları salyalı Batılıların, ellerinde dolarlar, Lenin’le Atatürk’ün bin bir emekle, kanla oluşturdukları paha biçilmez birliğin bozulmasından sonra Balkanlar gibi paramparça edilen güzelim Kafkasya’nın acıların dile getirdi çarpıcı anlatımıyla. Kışkırtılan bir avuç Ermeni’nin Azerbaycan’ın Hocalı kentinde gerçekleştirdikleri, bize yapıştırılan gibi sanal değil, gerçek soykırımı özetledi. Bugün Karabağ, bütün BM kararlarına, onca uluslar arası toplantıya karşın, hâlâ Ermeni çizmesi altında. Sabah akşam bütün dünyaya insanlık, hak hukuk, demokrasi dersleri verenlerin dilleri bilmem nerelerine kaçmış, tıs yok!
Haydar Aliyev’in üstün becerisiyle toparlanan Azerbaycan’ın ona evindeymiş duygusu veren çeşitli yerlerini dolaştı, derken en ünlü ozanlarından Bahtiyar Vahapzade’yi görmeye gitti. Banû’nun şaşmaz sezgisine göre, “gücünü doğru kullanamadığı, dolayısıyla kendine de, öbür ülkelerde yaşayan Türkler’e çok zarar veren” Türkiye’ye küskün büyük ozan.
“Her millete benzemek istiyorsunuz, ama kendinize benzemek istemiyorsunuz. Önce kendimiz olmalıyız. İyiysek de, kötüysek de biz olalım.” Diyor.
Hey gidi hey! Oysa Türk solcuları, devrimcileri (?) kaç yıldır alay ederler Atamızın o yalın sözüyle: Biz, bize benzeriz!
“Siz Türk dilinin en büyük sanatçılarından birisiniz”¸ diyen Avar’a şu yanıtı veriyor Vahapzade:
“Dil yoksa millet yoktur. Anadilimiz bizim bayrağımız, şerefimizdir. Dil yoksa, biz millet değiliz. Benim bir savsözüm var. Ne olursan kendin ol! Kendin olamazsan seni yerler, yok ederler. Bir milletin öz iffeti, öz siması olmalıdır!”
Sonra ekliyor:
“Şiir çok önemlidir. Şiir duyunca, senin delerin, babaların canlanır, hayat bulunlar. Tarihtir şiir.
Banû, Azerbaycan sayfasını Vahapzade’nin dizeleriyle kapatıyor:

Yaşamak yanmaktır, yanasın gerek!
Hayatın mânası yalnız ondadır.
Mum eğer yanmıyorsa yaşamıyor demek,
Onun yaşaması yanmasındadır!
*
Bülent Demirağ’ın ilginç yontularını daha önce katıldığı sanat fuarında görememişim, Hobi’de sergileyince tanıyıp sevdim. Anadolu söylencelerinden yola çıkarak kadın biçimli yapıtlar oluşturmuştu Âna Tanrıçalar ve Tatlı Kadınlar” adlı sergisinde. Bakalım aynı çarpıcı bileşim gelecek yapıtlarında da sürecek mi?
Sevgili dostum Ali Candaş, her yılki gibi, son çalışmalarını yine Doku’da sergiledi; onun yolculuğu çok sağlam, betilerinde kesin çizgiler eriyip gitti, hepsinin yerini o cıvıl cıvıl, diri renkleri aldı. Ne mutlu!
Başka bir tutarlı usta, Nâile Akıncı 1961-2007 arasındaki “Bebek Çeşitlemeleri”ni Evin Sanat Galerisi’nde sevenlerine tattırdı.
Zaman ne hızlı akıp gidiyor! Tam 30 yıl olmuş sevgili İnci Bengiserp Hobi’de bize kucak açalı. Yazık ki bu günü onunla kutlayamadık, inceler incesi Saim Bey de, o da, ansızın çekip gittiler dünyamızdan.
Ama oğlu ve Aslı, o güzel insanların kalıtına büyük bir saygıyla, kararlılıkla sahip çıktılar, sanırım 30 yıldaki bütün yaratıcılara rahat sergileme sağlanamayacağından, resimde Muzaffer Akyol, Yusuf Katipoğlu ve Muhsin Kut’u, seramik ve yontuda Erdinç Bakla, Müfide Çalık ve Maria Kılıçlıoğlu’nun ürünlerine yer verdiler.
Üç ressam dostumuz, 5/17 Mart arasında, saat 13-15 arasında galeriye gelip ortaklaşa bir resim de yapacaklar.
Doğrusu, sevgili İnci Hanım da görse çok beğenirdi bu kutlamayı!
*
Berfin yayınları, H.Nedim Şahhüseyinoğlu’nun anılarını “Bozuk Düzende Yaşam” adıyla basmış. Hem talihli hem talihsiz bir insan Şahhüseyinoğlu: Alevi, Köy Enstitüsü’nde okuma ayrıcalığına kavuşmuş, öğretmen olmuş, dönemin örgütlerine ta başından katılmış, hem sendikada hem siyasal partide görevler üstlenmiş; dolayısıyla, yıllarca kovuşturmalarda, tutukevlerinde çileler çekmiş. O kadarla kalsa yine çok iyi, biliyorsunuz güzelim Alevi kardeşlerimiz Malatya’da, Kahramanmaraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Gazi Mahallesi’nde amansız saldırılara uğradılar, vuruldular kıyıldılar.
Ama atalarından gelme hamuru çok sağlam Şahhüseyinoğlu’nun, umudunu, iyimserliğini, insan sevgisini hiç yitirmemiş; kitabı öç almak üzere değil, hepimize ders olsun, önümüzü aydınlatsın diye yazmış. Ellerine, beynine sağlık!
Bir di şiir kitabı var Berfin’in, Kora dizisinde basılmış; Ahmet Aslan’ın “İdil”i.
Vahapzade, sanırım haklı olarak, artık şiir sevmiyor, okumuyorsunuz; diyor. Hadi gelin Ali Yüce’nin bir şiirini okuyup azıcık silelim bu ayıbı.
ROMAN

İlkokulun
İlk sınıfında
Köşede
Ürkek bir çocuk vardı
Çöke çöke yazardı A’ları B’leri
Öğretmene üç aylık yoldan
Bakardı

Bir dünyası vardı çocuğun
Kendi karışıyla üç karış
Bir elinde çanta
Bir elinde ekmek
Isıra ısıra gelirdi okula
Ürkekliğini taşımak için
Kağnı yapardı çocuk

Yollar kardeş kardeş
Yıllar üst üste
Anılar yosun olmuş
Sevdalar tap taze
Şimdi o ürkek çocuk
Nokta büyüklüğünde bir memur
Evi koltuğunun altında
Şu kent senin bu kent benim
Gönlünü ikiye bölmüş ortadan
Yarısı takvim yapraklarında
Yarısıyla işine gelir gider
Berfin/Bahar. S.110. Nisan 2007.