13 Aralık 2006 Çarşamba

“ŞEREFE HATIRALAR”

Nesrin Kazankaya’nın, Tiyatro Pera’daki başarılı oyunları Seyir Defteri,Julia ile Dodrinja’da Düğün’ü görebilmiş miydiniz bilmem? Onlarda da dünyamızın yakın geçmişteki durumunu, yaşadıklarını çok çarpıcı biçimde oyunlaştırıp sahneye koymuş sonra arkadaşlarıyla birlikte canlandırmıştı.
“Şerefe Hatıralar, İstanbul 1955” onun son oyunu; bu kez 1950’li, 60’lı, 70’li yıllarda yurdumuzun yaşadıklarını özetlemiş. Yerinin ve olanaklarının darlığını göz önünde bulundurarak çalkantısı, sarsıntısı hâlâ süren o yılları beş simge kişiyle yansıtmış: 1950’den sonra, “küçük Amerikalaşmaya” inanan ilkeli, sıkıdüzenli koca; ozan çevirmen erkek kardeşiyle birlikte nasıl olacağını tam kestiremese de daha eşitlikçi bir dünya düşleyen, sanata, yazına, müziğe vurgun eşi; Ruhi Su türküleri dinleyerek büyümü, yüksek öğrenim görmüş, ama toplumun yer ve iş verip yararlanamadığı delikanlı; çiftin hem küçük kızlarını, delikanlının gizli sevgilisini de, ozan-çevirmen kardeşin yavuklusunu da canlandıran genç kız.
Arada, 50’li yılların en sarsıcı olaylarından 6-7 Eylül yıkımı, ABD’nin izinde, daha doğrusu cicili bicili sözlerle yutturulmaya çalışılan anamalcı soygunun kaçınılmaz sonucu olarak fokur fokur kaynatılmaya başlanan cadı kazanı, kovalamalar, kovuşturmalar, ülkenin düşünsel-sanatsal yaşamının simgeleyen Erol Güney’in uyduruk bir suçlamayla yurttaşlıktan çıkarılıp dışarı atılışı. Korku-yılgı kasırgasının ozan-çevirmen Suat’ı Ayvalık’a kaçmak zorunda bırakışı; onsuz, düşsüz kalan Sunay’ın geçirdiği bunalım; Türkiye’mizin serbest piyasa ekonomisiyle, daha doğrusu bir deyişle, sınırsız soygun ve talanla kalkınabileceğini sanan, bu uğurda canla başla didinen Celal’in bile günün birinde dışlanıp işten atılışı; Berin ile Kemâl’in tutunacak bırakın başka dalı, birbirlerine bile tutunamayışları. Kısacası, bütün dünyayla birlikte, güzelim Türk toplumunun da şu anda içine düşürüldüğü acılı, acıklı çıkmaz.
Geçen gün iletişim ağından bir ileti geldi, Amerikan Kızılderililerinin Şeref Yasaları. Tıpkı bir zamanlar Orta Asyalı Şaman atalarımızın, eski Hintlilerle Çinlilerin, şu anda Anadolu’daki Alevilerin yaptıkları gibi, daha başka bir sürü ince, çok değerli ayrıntının yanında, şu ilkeye canla başla inanırmış o soylu insan kardeşlerimiz: “Bitki, börtü böcek, canlı cansız, yeryüzündeki her şeye karşı saygılı, sorumlu olmak!”
Bu altın değerindeki ilkeye, şimdi ancak Küba’da, Fidel’in yangınını koşulsuz benimsemiş alçakgönüllü, çalışkan, yoksul ama alabildiğine varsıl, onurlu insanlar inanıp uyguluyor. Bereket Fidel’in yarım yüzyıllık direncinin sonunda, bugün Güney Amerika’da ABD’nin, Avrupa’nın yüzyıllarca sömürüp ezdiği başka ülkeler de birer birer dönüp yeniden sarılıyor.
Ama ABD’nin, AB’nin bütün dünyaya eldeki bütün araçlarla, silahlarla benimsetip uygulatmaya çalıştıkları soygun ve talanın yıkımı altında inleyen uluslarda artık ne bunu anımsatan bir oyun yazılıyor, ne film çekiliyor, ne kitap basılıyor. Nobel ya da Oscar’ın hangi yapıtlara verildiğini düşünün yeter.
Bu çoraklık içinde sevgili Nesrin Kazankaya’nın oyunu çöl ortasındaki vaha gibi; umut, düş kırıcı da olsa, en azından uyuşturulmuş insanların canını yakarak uyandırma olasılığı var.
Önceki oyunlarındaki gibi, Kazankaya’nın yanında, Mehmet Aslan, Muhammet Uzuner, Başak Meşe, Aytunç Şabanlı inançla, canla başla yerine getiriyorlar görevlerini. Tiyatro Pera’ya gelmiş olanların bildikleri o dümdüz, olanaksız salonda, ışığıyla, bezemiyle, müziğiyle, danslarıyla yine gerçek bir tiyatro oyunu sunuluyor izleyiciye.
Emeği geçenlere yürekten alkış!

Cumhuriyet, 13 Aralık 2006

1 Aralık 2006 Cuma

CİHAT BURAK DEMİŞKİ Kİ…

CİHAT BURAK DEMİŞKİ Kİ…


Balmumcu’daki İstanbul Modern Sanatlar Galerisi, geçen yılki Burhan Uygur sergisinden sonra bu yıl da sevgili Cihat Burak’ı anıyor.
Göçmüş ustalar konusunda zorluğu biliyor ya da kestirebiliyorsunuzdur: yapıtlarını sevip almış olanların çoğu onları öbür insan kardeşleriyle paylaşmaya nedense yanaşmaz, resimleri evlerine kapatırlar. Bu kez de öyle olmuş: Cihat Burak’ın büyük devşiricileri gönlü sıkılık etmiş, yapıtları bir daha görmemize izin vermemişler. Ama kapı kapı dolaşılıp toplananlar o değerli insanı hiç görememiş olanlar için yeterli bir izlenim vermeye yetiyor; bilenlerse, bizim gibi, özlem gideriyorlar.
Sevgili Cihat Burak’ı yakından tanıma, dizinin dibinde yaşama talihine erdik Sevil’le ben; benim yaşama sanatı adını verdiğim beceriyi dolu dolu edinmiş enden örneklerden biriydi; resimleri kadar güzel öyküler yazar, konuşurken resimlerini öykülerini kendisi canlandırırdı; ölçülü, saygılı bir dünya yurttaşıydı; kimsenin hakkını yemez, hakkının yenmesine dayanamaz, çıldırırdı. Elinde devlet erki olmadığından, o zaman öcünü bir resim ya da öyküyle almaya çalışırdı.
İki kapılı şu han’a uğrayıp evrene dönen yığınla sanatçımız gibi, onu yansıtan da topu topu iki kitap var bugün elimizde; birini Gelişim Yayınları basmış: Sezer Tansuğ’un Beş Gerçekçi Türk Ressamı. İkinci kitap Ada Yayınları’nın.
İki yapıtı da bugün kolay bulamazsınız; hele genç resimseverler, yüzlerini bile görememiştir. Bunun için, Sezer’in kitabından, Cihat Burak’ın kendi söylediklerini bir kez daha paylaşalım istedim.
Doğumu, ilk oluşumuyla ilgili bakın neler demiş:
“1915 senesi Ağustos ayında İstanbul’da Aksaray’da doğmuşum, en yakın şahidi olduğum bu pek önemli olayda yaşımın küçüklüğünden şahadet etmemem maddeten imkân olmadığından 8 Ağustos tarihini kat’i doğum tarihim olarak kabul etmekteyim, bana öyle söylediler.
Doğduğum zaman ne söylediğimi pek hatırlayamıyorum, ondan sonra büyümeye başladım, adamakıllı büyüdüğüm anlaşılınca babam elimden tutup beni mektebe götürüp yazdırdı. Özel deyişiyle ‘Tahsilime Galatasaray Lisesinde’ başladım. Babam zabit olduğu için girmem zor olmadı. İlk günü birtakım merdivenlerden çıkıp mektebin en üst katında kayboldum, yine bir merdivene tesadüf edip kendimi bahçeye atıncaya kadar çektiğim heyecanı ben bilirim. Bu heyecan mektebi bitirdiğim güne kadar ikmal imtihanından ikmal imtihanına atlamak suretiyle devam etmiştir. Hâlâ da devam etmektedir zaten. Lisede bazı derslerden iyi, bazılarından kötü idim, resimden en iyi talebe idim, zoolojiden bir seferinde sınıf birincisi bile oldum, ders nazırı Mösyö Dellou sınıfta notları okurken ilk önce benim numaramı söyleyince bütün başlar geriye dönüp suratımda donup kalmıştı…Liseden sonra Güzel Sanatlar Akademisi’nin mimarlık bölümüne girerek bir senelik ‘rötarla’ çıktım, pantolonumun ütüsüne biraz ‘itina’ gösterseydim pekiyi derece ile çıkacaktım; fakat mimarlık mesleğinde pantolon ütüsü önemli olduğundan diplomamı iyi derece ile verdiler.”

“Kısa hayat hikâyem burada bitmedi, birçok yerde çalışarak mesleğimi icra ettim. Bu arada, lise öğrencileri gibi, lisede öğrenci olduğum zamanlarda olduğu gibi arasıra köşe bucakta gizli gizli sevgilim resimle de buluşuyordum. Babam her yeni şeye sevgi gösterirdi, resimden anlamamasına karşın bu onun için yeni idi; bana boya, fırça gibi şeyleri hiç sakınmadan alırdı, hattâ bir seferinde ta Yenişehir’de bir marangoz bulmuştum, bana bacakları iç içe geçen bir sehpa yaptırdı. Kendi kendine okuyup yazmaya öğrenmiş, edebiyata meraklıydı, Fransız edebiyatını oldukça iyi bilirdi yalnız isimlerini eski Türkçesinden okuduğu için yanlış söylerdi, bu yüzden ‘münakaşa’ ederdik. Akranı olan kadınlar annemin onlara anlattığı romanları zevkle dinlerlerdi, korkunç hafızası vardı annemin, hiç kimsenin hatırlamadığı olayları günü, kişileri ve özellikleriyle hatırlardı. Mesleğimi icra ede ede öyle bir hâle geldim ki artık resim yapmaya başladım, daha doğrusu resim yapmaktan başka bir şey düşünemez oldum. Çok eskiden, daha orta mektepteyken toprak bir kumbaram vardı. Paris’e kaçıp ressam olmak için para biriktirirdim, hiçbir zaman Sivilingrad’dan öteye gidecek kadar para biriktirememiştim.Nihayet ilk defa Birleşmiş Milletler bursu ele geçirerek araba getirmek için ‘vatani’ görevlerini yapmak üzere Avrupa gezisine çıkan mutluların arasına katılmam nasip oldu.Bir akşam, büyük bir şehrin yanıp sönen trafik lambalarıyla dolu koskoca köprüsünden elimde bavulum bana adresi verilen otele gittim. Ertesi gün Etoile Meydanının ötesinden doğru uzanan bir bulvara saptım, geceleyin tıpkı Galatasaray’ın katlarında olduğu gibi kayboldum, metrolar da kapandığından bir gece otobüsüne kendimi atıp yatağıma kavuştum.Şarap içer gibi müzeleri içiyordum. İki sen sonra kendini bilen her Türk vatandaşı gibi hiç olmazsa bir Volkvagen’le göğsüm kabarık, alnım açık, vazifesini yapmış insanlara has gülümsemeyle yurda dönmemi bekleyenler içi resim dolu koskoca bir sandık, boş ellerle geri geldiğimi görünce sanki ahretten dönüyormuşum gibi şaşırıp kaldılar. Tekrar mesleğimi icraya başladım, kademe kademe yükselmiştim, üzeri kristal camlı kocaman bir masam, telefonum, kendime mahsus bir odam vardı, Müdürü olduğum büroda dört mimar, desinatör, daktilo olarak yirmi üç kişilik kadro çalışıyordu. Kalemimden kan damlardı evrak yazarken, fırsatını bulduğum zaman (bir müdürün proje çizmesi münasip olmayacağından) akşamları herkes gittikten sonra oturur bir küçük nahiye konağı yahut jandarma karakolu çizerdim. Bu arada 27 Mayıs top gibi patladı. Koridorlarda değişiklikler oldu, birtakım kimseler epeyce telaşa kapıldılar o dönemde, üçkağıtçılar epey terletildi. Ben yerimde oturuyordum, ar yılı kâr yılı deyip açılan imkânlara koşanlarla doluydu ortalık, ben yerimde oturuyordum. Mutlu yarınların ümidi içindeydim herkes gibi.
Fransız hükümetinden altı aylık bir burs almıştım daha evvelce. Vekâletten de üç aylık bir vazife koparıp şişkinlikten biraz kurtulmak üzere yeniden Paris’in yolunu tuttum. Paris’te resim yaptım sergiledim. Sıkıntı içinde de olsa pekâlâ yaşadım.”
Resim sanatı konusundaki görüşlerine gelince:
“Çok güzel yazısı olan bir kimsenin iyi bir yazar olamayışı gibi, elyazısının mürettiplerin bile okuyamadığı Balzac’ın büyük yazar olması gibi, iyi resim yapmasını bilmekle iyi ressam olunmaz, ama iyi ressam olabilmek için iyi resim yapmayı bilmek şarttır, öyle olmasa her çocuk ressam olurdu. Sorunun kısaca cevabına gelince, bir ressamın belli bir teknikte alabildiğine ustalaşmasının yaratıcılığını tavsatmadığına en iyi örnek Rembrandt’tır. Resmin çoğunluğa iletilmesi için ressamlara düşen ödev nedir bilemem, herkesin kendisi için seçtiği bir ödev vardır, her kişi kendi yaptığından sorumludur. Sorumluluğun yüklenilmesi şartıyla ödev (ödev kelimesi yerindeyse) iyi veya kötü yapılır. Buna karşılık, Devlet’e düşen ödevler çoktur. Anlatmaya sayfalar yetmez.”…
Kendimi bildim bileli, şu sözcükleri duyarım: resim mi peinture mü?
Bundan daha boş bir konuşma olamaz, çünkü peinture zaten resim demektir; bu saçma soruyla neyi aradıklarını, ne anlatmak istediklerini bakın ne güzel açıklıyor sevgili Cihat Burak:
“Dekoratif resimle ‘peinture’ arasında bence (ben meslekten yetişmiş ressam değilim) ayrım yoktur. Bu ayrım belki ‘dekoratif’ kelimesinin kanımca yanlış anlaşılmasındandır. Eğer dekoratif sözcüğünden akıldan, hisden ziyade göze hitap eden anlaşılıyorsa, ki bu böylece kabul edilmiştir, dekoratif resmi zamanın akışına dayanamayan resim olarak tarif etmek doğru olur. Eğer dekoratif resim bir binayı, bir anıtı süsleyen, yani onun mimari niteliğini tamamlayan resim olarak ele alınırsa (ki aslında böyledir), peinture’le dekoratif resim arasında ayrım yoktur. Örneğin Michelangelo, Leonardo, Raphael gibi ressamların sırf dekoratif endişelerle yaptıkları resimler peinture’ün ta kendisidir. Mimar olduğum için bir binanın içinde veya dışında yapılacak dekoratif resmin, yeri, konusu, ışık ve malzemesi iyi tayin edilmek şartıyla resim olabileceğine, resim olarak yaşayabileceğine inanıyorum.”
Bu bilge, çelebi insanla söyleşmek istiyorsanız, sergisine koşun, Yapı Kredi’nin özenle bastığı öykülerini alıp okuyun.
*
Assos’tan dönüşte, Nişantaşı’nda yene açılmış bir galeriden çağrı aldım; Küba Dostluk Derneği’nin düzenlediği Küba Renkleri sergisi galeri e-gale’de açılıyordu; hemen koştuk Nilgün’le; Küba gezimizden kalanları ana ana, dolaştığımız sokakları, o güzelim çikolata renkli insanları düşüne düşüne gezdik.
Biz dinlencedeyken, İstanbul Fotoğraf Merkezi’nde de bir sergi açılmıştı, gidip onu da gezdik; Litvanyalı İnta Ruka, Karşılaştığım İnsanlar adıyla yaşadığı yerlerde ilgisini çeken imgeleri saptamış, siyah-beyaz basıp sergilemiş. Küresel yağmanın ezdiği kederli, acılı, gösterişsiz dünya yurttaşları.
Hey ulu Tanrım! Ne zaman alacağız bütün bu soygunculardan haklarımızı?
*
İçiniz yine de umutlu kalsın diye size, Dünya Yayıncılık’ın bastığı, Zeynep Uzunbay’ın Yara Falı’ndan bir şiir alayım.

göle taş attım

beni uzağına attı
yağız yerde sancılandım da
Çuçu’yla Ki-Ki tuttu elimden
gülüşerek yaşamamış hiçbiri
koşuk söylediler dinledim
Ki-Ki bildi:
burnun göğe de sürtülecek senin!

çığırıma indim
topuğumun yarıklarında akça çiçekler bitti
bir bildiği oluyor yaşamanın
bana da söyledi
yürüyüşler türedim

yoruldum
dağ başında bir kayaya oturdum
ey gözüm, gel dilimi bul:
kurtlaar! beni yiyin!
kar ışıdı, uğultu dindi
böyle çıplak oturdum
sarılmaz alageyik
güneşe yalvarayım

yine aldım geldim beni
ha buraya ha oraya
tekti, derin batmıştı
ha çıkmış ha çıkmamış
ben yolun ucunda
öyle rahat
yol koşuyor arkaya

bir elimden öbürüne
taşa gizimi sardım
ağladım, güldüm, bitti
bildiğimi taşa sardım
göl taşa süslü sevinir
neye yarar
belki bana, şimdilik

her şey yerli yerinde
ben de, ellerime bakmadım
gelmeyeni beklermiş insan
beklemeyene gidermiş
aferin!