Yolunuz hiç Sıraselviler Caddesi'ndeki Pera Tiyatrosu’na düştü mü? Yazar-öğretmen-yönetici-oyuncu Nesrin Kazankaya’nın oyunlarından, Seyir Defteri/Julia, Dobrinya’da Düğün, Şerefe Hatıırlar’dan birini gördünüz mü? Görmediyseniz çok yazık etmişsiniz kendinize. Çünkü Kazankaya, her açıdan çoraklık yaşayan ülkemizde tiyatro sanatını diri tutmayı başaran ender insanlardan biri.
Her şeyden önce, söyleyecek ciddi sözü var, ve bunu elindeki anlatım yoluna, tiyatroya kusursuz biçimde yansıtmayı biliyor; oyunlarının gerek yazılışı, gerek sahneye konuşu, gerek oynanışı sözün tam anlamıyla coşturucu.
Son oyunu Profesör ve Hulahop’ta da yurdumuzun, dolayısıyla kendisinin canını yakan sorunları ele almış: Amerikancı 1980 darbesinden sonra yaşadığımız acılar, işkenceler, ele vermeler ve satıcıların eline düşen kadınlar. Önceki oyunlarındaki gibi dönemin gözde şarkılarıyla bezenmiş oyunda yalnız iki kişi var: ıssız bir yerde işletmecilik yapan bir hanım, arabası bozulup karda kışta oraya sığınan fizik profesörü. Apayrı dünyalarda yaşayan bu iki insan, karşılaştıklarında, anılarla, çağrışımlarla bütün geçmişlerini, sorunlarını, kişiliklerini gözümüzün önüne seriyor bir iki saat içinde. Onların sorunları, aslında hepimizin, bütün insanların sorunları.
Bundan fazlasını anlatmayayım; hemen koşun bu nitelikli oyunu görmeye, Nesrin Kazankaya’nın içten arayışını izlemeye.
Bânû Avar’ın Sınırlar Arasında’sının geçen haftaki bölümü ‘Lübnan’ı görebildiniz mi? Bildiğiniz açık, yüklü bilinciyle Lübnan’ı, Ortadoğu’yu, orada oynanan oyunları anlattı. Anlattıkları aslında hepimizin, yöre halklarının her gün yaşadıkları, daha doğrusu onlara yaşatılanlar; ama Goethe’nin ünlü sözünü biliyorsunuzdur: Nedir en zor şey? görmek gözünün önündekini!
Sevgili Bânû Avar bunu kusursuz becerenlerden ; bu bölümde de öyle yaptı: Lübnan’ın acılarını, içine atıldığı kazanı bütün açıklığıyla ortaya koydu. Vurguladığı doğrular, olgular arasında biri çok çarpıcı, öğreticiydi: Fransızlar, Osmanlı’nın hoşgörüsünden yararlanarak, daha 17. Yüzyıl’da gelmişler Lübnan’a. Geldikten sonra, 1492’den beri bütün dünyada uyguladıkları cicili bicili süslü sözlerin ardına gizlenmiş kıyımı, soygunu, karıştırmayı burada da yürürlüğe koymuşlar. 1943’te – sanırım istemeyerek – çıkıp giderken öyle bir Anayasa yapmışlar ki, Lübnan’da yaşayan üç büyük kümeyi sonsuza dek çatışma içinde yaşatacak bir reçete bırakmışlar: Devlet Başkanı ayrı dinden, başbakan ayrı, meclis başkanı ayrı.
Onun bu saptamasını dinlerken, aklımdan nicedir Galatasaray’a, Balıkpazarı’na giderken gözüme çarpan bir tarih geçti: Galatasaray Lisesi, 1481’de kurulmuş. İstanbul’un Türklerin eline geçişi 1453; topu topu 30 yıl sonra, ilk Truva atı yerleştirilmiş bağrımıza. Yine allı pullu lâflarla, aydınlık, uygarlık., ekin getirme kandırmacasıyla elbet. Oysa siz hiç kendi ülkelerinde bile yürürlüğe koymadıkları, koyamadıkları eşitlik, özgürlük. kardeşlik’i dünyanın herhangi bir yerine götürdüklerini gördünüz mü? Bu sorusunun yanıtını sevgili Milos Forman son filmi Goya’nın Hayaletleri’nde çok çarpıcı biçimde veriyordu: dün İspanyol din mahkemesinde işkencesi yargıçlık yapan bir papazı, ertesi gün Napolyon’un temsilcisi olarak eşitlik ,özlürlük ,kardeşlik söylevleri altında halkı kırıp geçirirken görüyoruz. Dünyaya nasıl bir uygarlık(?) yaydıklarınıysa, İspanya müzelerinde abisine gönderilmek üzere resim seçen Napolyon’un kardeşi gösteriyordu.
Büyük Atamızın dediği gibi, buyuruculuk (emperyalizm) ve anamalcılık yürürlükten kaldırılmadan hiçbir ülkeye barış ve onun doğal türevleri olan eşitlik. özgürlük, kardeşlik gelemez.
Can dostum Mustafa Yıldırım’dan 5 000 Yıldır Alnı Açık Türk Kadını başlıklı bir yazı geldi; oradan önemli satırları paylaşalım.
Güzeller güzeli Mustafa Kemâl, daha 1912’de, subay asker ilişkisi konusunda şöyle demiş:
“Biz subaylar, komuta edeceğimiz insanların hangi isteklerini anlayacak, onların yüreklerini, güvenlerini kazanarak onlara ruhsal güç kazandırabileceğiz acaba?”
Subayların eğitimi, kişilik yapısı konusunda da şunları söylemiş:
“Ey ulus!
Ey 600 yıldır çarşafa bürünen, 5 000 yıldır alnı açık gezen Türk kadını!
Bugünkü subayların komutası altına verdiğin çocukların beşikteyken o 5 000 yıllık gelenekleri onlara ninni olarak söyledin mi?”
Genç subaylara uyarısı şöyle:
“Ey genç subay!
Ey bugünün genç komutanları!
Galiba analarımızın sesleri de saçları gidi haramdır!”
Altı yıl sonra, 1918’de şaşmaz saptaması şöyle:
“Kuşkusuz ulusumuzun kişiliği, bütün öbür kişilikler gibi yükseltilmeye, biçimlendirilmeye elverişlidir. Ancak kendine göre olma koşuluyla…
Kişiliğimiz, yaratılışımıza aykırı, yabancı etkenlerle biçimlendirilmek istenirse, belirgin, kalıcı bir kişilik yaratılıp olumlu sonuç elde edilemez.”
Ve asıl can alıcı ya da verici soru:
“Bu insanların Hûlagû’dan, Timur’dan, Cengiz’den, kadınlı erkekli Türk ordusuyla Paris surlarına dayanmış Attila’dan haberleri var mıydı?”
Sözünü ettiği insanların yoktu elbet, aradan geçen 84 yıldan sonra, bugün halkımızı yönetmeye kalkışanların da yok; varsa bile, kendilerin oraya getiren yabancı efendilerine yaranmak için, yokmuş gibi davranıyorlar, davranmak zorundalar.
Alanları dolduran yüzbinlerin içindeki kadınlarımız, kızlarımız belki yeniden hepimizi silkeler, aşağılık duygusundan kurtulup kendimize dönmemizi sağlar.
Sevgili dostum Metin Aydoğan, bir türlü yoluna konamayan sağlığına karşın, çalışıp üretmesini sürdürüyor; yurdun dört bir yanını gezip yaptığı konuşmaların, gazetelerle yaptı söyleşilerin bir bölümünü yeni kitabında toplamış:Ne Yapmalı.
Bu soruya her zamanki sağlam, şaşmaz Atatürkçülüğü, yurtseverliğiyle verdiği dürüst yanıtı kitabı alıp okumanız gerekiyor. Ben bu yapıttan ancak kısa bir alıntı yapabileceğim; bunun için, 1923 doğumlu bir öğretmenle, Necdet Eroğlu ile yaptığı söyleşinin şu bölümün aktarıyorum:
“Necdet Eroğlu- 1923 yılında Muğla’da doğdum. Babam Ula’nın Bayır Köyü İlkokulu öğretmeniydi. Okuma yazma bilenlerin az olduğu, öğretmenlerin saygı gördüğü o günlerde, hep öğretmen olmayı düşünerek büyüdüm. Balıkesir Necatibey İlköğretmen Okulu’nu 1940-41 yılında bitirdim ve Muğla’nın Ula nahiyesine (şimdi ilçedir) bağlı Gölcük Köyü’nde öğretmenliğe başladım.
O zamanki yönetmeliklerimize göre, her öğretmenin bulunduğu çevreyle ilgili araştırma yapması gerekiyordu. Göreve başladığım yıl araştırmaya da başladım ve önce Muhtar Ali Kerkük’le konuştum. Muhtar bana şunları anlattı:
‘Benden önceki Muhtar Ali Tozluoğlu, bu köye kırk yıl muhtarlık yapmış değerli bir insandı. Okul onun zamanında yapılmıştır. Öyküsü de şöyledir: 1929 yılında, yâni yeni harflere geçilmesinden hemen sonra, Atatürk’ün teşvikiyle köylerde okul yapma yarışı başlamıştı. Bizim köy bu yarışa katılmadan önce, köye telgraf telefon teli çektirmeye karar vermiş, bu iş için Muhtar Ali Tozluoğlu’nu görevlendirmiş.
Para toplanmış, bir heyet hâlinde Nahiye’ye gidilmiş; Nahiye Müdürü, Karakol Komutanı ve Fırka Reisi, toplanan paraların maliyeye yatırılmasını, nahiyeler arasında bağlantı kurulduktan sonra sıranın köylerine geleceğini söylemişler. Muhtar’ın kafası karışmış, ‘biz bu parayı kendi köyümüze hat çekilsin diye topladık, parayı verdiğimiz hâlde sıra beklersek köylüye ne deriz?’ dese de dinletememiş , parayı yatırması için ısrar, hâtta baskı görmüş. Bakmış olacak gibi değil, ‘peki parayı haftaya getiririm’ demiş ve doğru Muğla’ya gitmiş. Cebinde kendine ait bir altın lirası varmış, Postaneye girmiş ve ‘Gazi Paşa’ya telgraf çekeceğim’ demiş. ‘Delirdin mi sen, Gazi Paşa’ya telgraf çekilir mi?’sözlere aldırmamış, ısrarla telgrafın hem de cevaplı çekilmesini istemiş ve şunu yazdırmış:’Gazi Paşa Hazretleri , köylüden para topladım, Nahiye Müdürü,Karakol Komutanı ve Fırka Reisi parayı telgraf ve telefon hattı çekilmesi için yatırmamı istiyorlar. Haberleşme önemli bir ihtiyaç, bunu biliyorum. Ama köyde okul yok. Çocukların okuması gerek. Şimdi sana soruyorum, telefon, telgraf mı ağır gelir, okul mu? Parayı nereye yatırayım? ‘ Telgrafı çektiriyor, parasını ödüyor ve Muğla’nın merkezindeki Memiş Dayı’nın kahvesine gidiyor, kahvesini içiyor, camiye gidip namazını kılıyor, köye dönmek için yola çıkmaya bir türlü cesaret edemiyor, ya iki jandarma gelir de: ‘Sen kim oluyorsun da Gazi Paşa’ya telgraf çekmeye cesaret ediyorsun, onu meşgûl ediyorsun?’ derlerse ne yaparım diye korkuyor. Ancak, korkusuna rağmen yola çıkmak üzereyken telgraf memuru büyük bir telaşla: ‘Muhtar, neredesin? Şimdi köye atlı çıkaracaktık, koş Ankara’dan cevap geldi, gel imzala telini al!’ diyor. Atatürk’ün cevabı Ali Muhtar camideyken gelmiş. Atatürk, çektiği telde aynen şunu yazıyormuş:’Muhtar, seni gözlerinden öperim. Sorduğun soruya cevabım şöyledir: terazinin bir kefesine sadece Ula’yı değil, bütün dünyayı yirmi defa dolanacak tel çekmeyi, öbür kefesine senin okul yapmayı koysalar, senin köye okul yaptırmak ağır gelir. Sen parayı okul yaptırmak için kullan.’
Ali Muhtar telgrafın verdiği coşkuyla yola çıkıyor; daha yolu yarılamadan bir çocuk koşarak arkasından yetişiyor ve ‘Muhtar koş, Orman Müdürü seni istiyor!’ diyor. Orman İdaresi’ne gidiyor, okulun kereste ihtiyacının karşılanması için tahsis emrinin geldiğini, ne zaman isterse keresteleri alabileceğini öğreniyor. Köye varınca, Ali Muhtar’ın korktuğu oluyor, iki jandarma geliyor. Ancak jandarmalar Muhtarı köyün okulu için nahiyede yapılacak toplantıya çağırıyorlar. Daha sonra Nahiye Müdürü, Jandarma Komutanı,Fırka Reisi, hepsi köye geliyor. Atatürk, Muğla Valiliğine emir vermiş, herkesten okulun yapılmasına yardım etmelerini istemiş; okulumuzu 3.5 ayda yapıp 1929-1930 ders yılına yetiştirdik.”
Cumhuriyetimizin nasıl kurulup geliştirildiğini görüyorsunuz değil mi? İçimizdeki, dışımızdaki karşıdevrimciler, hiç insanı okul yaptırmaya, yurttaşları aydınlatmaya bırakır mı? Sevgili Metin Aydoğan’ın önceki kitaplarında bütün ayrıntılarıyla anımsattığı gibi, daha Ulu Önder’in ölümünden topu topu beş ay sonra, Nisan 1939’da, Lozan Kahramanı(?) adama, ilk ikili anlaşmayı imzalatıyorlar: 1919’da istenip Mustafa Kemâl’in çelik istencine çarpan ‘büyük bir devletin kanatları altına girme’ böylece başlatılıyor. Sonucu görüyor, yaşıyoruz: boşa giden trilyonlar, delilerin arabalarına benzin olsun diye akıtılan binlerce insanın kanı! Umarım Anadolu’nun çileli bilge halkı bu sefer de şu sözü bir, belki son kez kanıtlar:
Keser döner sap döner
Gün gelir hesap döner
Berfin/Kora yayınları dört yeni kitabını yolladı; ikisi Raşit Kara’nın; Filizkıranlar denemeleri, Medeniyete Yürüyüş ise yürüyüş anıları ile çevre yazıları.Sadeleşmek, Fâni Aydoğan’ın şiirleri; Eylül Sürgünleri de Hüseyin Şengün’ün romanı.
Sağolsun, üç kitap da Öner Yağcı’dan geldi; ikisini İleri Yayınları basmış: Edebiyat Aşkıyla ile Savaş ve Edebiyat. Yirmidört yayınlarıınn bastığı Beyler Bu Vatana Nasıl Kıydınız’da, öncelik ve özellikle Atatürk Cumhuriyeti, devrimi anlatılıp savunuluyor.
Şiirimiz Zeynep Uzunbay’dan; kendisinden özür dileyerek, başka yazılara yer bırakmak üzere, özgün biçimiyle vermiyorum.
DOĞUM GÜNÜN’E
dilim benim daha acı sütleğen/ savaş var, gitme dedim / kimbilir ne yazacaklar kimliğine/ ya Yahudi’ysen!
Galileo’nun Hayatı’nı, Casablanca’yı/ yine oynar, birlikte seyrederiz/ gitme, unutursun sızı kalır/ dönmeye yeter mi bakalım sözcükler?/ biz burada tanrıyız, daha ne /
mutlu, kuşkulu, gizemden allak bullak / tutturdun bir sosyalizm
düş gördüm diyorsun, o da kim? / zaman çoktan doğmuş öyle mi? / ya bolluk ağacı? burç dallar?/ beni, bizi bırakıp onların peşinden…/ bunca dans, şarkı, çılgınlık / küçücük yumurtanın içinde
bizim de ışıklı tekerimiz var / salın yosunlarla likenlerle / tut soluğunun ipinden çek sisi / ruh diyorsan, al rüzgâr / yağmur merdivenlerinden in çık / kırıl, çatla, işte oyalan
kızdım da söyledim, üzülme / kaplan niye kapsın ateşini / niye söndürsün yağmur / o senin baban / yarın erkenden mi? / karanlık basınca, sen mi? /çamurun kalsın bana / sağ salim sıyrıl Everest’ten
dünyanın acısı bir olmuş / hakî karışmış kavuniçine / “Birazdan mı gelir, o ne zaman?” / gıcırdıyor bakır, çinko, ohhh! /hatırlıyor seni pirinç karyolan
çiçeklerin çanağında uykusuz / yedi renk kaytan ördüm ömrüne / üfledim kulağına: ozan ozan ozannn / yok verecek başka bir şeyim / ay isteyen yavru karga gibi ağla
Berfin/Bahar. S.118. Aralık 2007.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder