1 Mart 2007 Perşembe

“HİNDİSTAN”

Mehmet Günyeli’yi, önceki sergisi ve kitabı Yaşasın Özgür Küba! ile tanıyıp sevmiştim; Osmanlı Sarayı’nın para basma işliğinde Hindistan görüntüleri sergileyeceğini okur okumaz koştuk Nilgün’le, ve yine çok mutlu olduk.
Mehmet Günyeli, bakıp görmesini, gördüğünü çarpıcı biçimde saptamayı çok iyi biliyor; İsa’nın doğumundan bilmem kaç yüzyıl olsa da, “insan üreme örgeniyle değil, beyniyle sevişir” diyebilmiş o büyük, her açıdan varsıl, ama acımasız sömürgeciliğin ve ataerkil zorbalığın pençesinde kıvranan ülkeyi, bin bir renkli insanlarını unutulmaz görüntülerle önümüze getirmiş, ayrıca kitabına almış. Sergiyi kaçırdınız elbet, ama Yaşasın Özgür Küba gibi bu görüntüleri özenli bir basımla sanatseverlere sunan Fotoğrafevi’nin bastığı kitabı kolayca edinip gittikçe kararan, karartılan dünyamızda dinlendirici düşsel-şiirsel bir yolculuğa çıkabilirsiniz.
Türkü sever misiniz? Sevgili Ruhi Su ile Sümeyra Çakır’ın “Almanya Acı Vatan” türküsünü dinlediniz mi? Dostum İsmet Arslan, Berfin Yayınları’nda, A. Metin Akpınar’ın onu çağrıştıran bir romanını bastı: Almanya Tatlı Vatan/ Yeşil Sermayenin Romanı. Tıpkı ağababaları Batılı anamalcı sömürücüler gibi, zaten onlarla el ele, suçortaklığı içinde çalışan din bezirgânlarının camilerden başlayarak her yerde zavallı sıradan insanları kandırıp paracıklarını yutuşlarını anlatmış Akpınar. Yüksek öğrenimini Amerika’da gördüğü hâlde yozlaşmamış, satılmamış bu halk çocuğu, tam bir bilgiişlemci gibi, en ince ayrıntılarıyla gözler önüne sermiş bugün de sürüp giden amansız soygunu. Güzelim Anadolu halkı günün birinde geçmişine, Atasına yakışan önderlere kavuşursa, okuyup ders ve önlem alsın diye.
İnsan Fidel Castro kadar tutarlı, kararlı bir önderse, geçende Küba Dostluk Derneği’nde izlediğimiz Fedil’li Anlar filminde dediği gibi, “düşmanları bile, nefret de etseler, saygı duyuyorlar” insana.
Ülkemiz de bu kuralın içinde elbet; canım Nâzım Hikmet’in eşsiz Havana Röportajı’ndaki deyişiyle, karşıtlarının “yerlisine de Yankisine de” diz çöktürmüş Fidel: aslında öğretisinin, kurduğu insanca düzenin çökmesi için efendileriyle birlikte elinden geleni yapan bir amca, A.D. basmış onunla ilgili en dürüst kitabı: İki Ses Bir Biyografi.
Kitabın yazarı İgnacio Ramonet en doğru yöntemi sezmiş, gidip Fidel’le tam 100 saat konuşmuş, sonra bunları kâğıda dökmüş. SSCB’nin büyük bir hovardalıkla harcadığı yeni dünya düzeni, yeni insan umudunu son 50 yılın büyük bölümünde tek başlarına diri tutan güzeller güzeli Küba halkıyla onun bilge önderinin dediklerini hemen okumalısınız elbet. Ben oradan birkaç önemli saydığım noktayı ele alayım şimdi.
Kendisinin de söylediği gibi, Fidel’in oluşumunda üç insanın çok büyük etkisi var: José Marti, Marx, Lenin.
Marti’den, hem Kübalı bağımsızlık savaşçısı olmayı öğrenmiş, hem de çocukluğunda ister istemez aldığı Hıristiyan eğitimini bütün insanlığı kapsayacak bir aktöre öğretisine dönüştürmeyi. Marti’nin şu güzel sözünü, o taş kafalı Oliver Stone’un filminde de bir kitaplığın önünde söylüyordu: “Dünyanın bütün görkemi, bir mısır tanesine sığar.” Başka bir ermişin, Saint-Exupéry’nin dediğini kusursuz anlayıp uygulamış: “Özlediğin insanı kendinde oluşturmaya başla!”
O da öyle yapmış; bütün dünyada, son olarak da Sovyetler Birliği’nde dünyayı değiştirmeye, daha adil, hakça bir düzen kurmaya girişen devrimcilerin yanlışları üzende uzun uzun düşünmüş; birtakım temel, can alıcı yanlışlar saptamış, ve daha Granma’ya binerken bunlardan kaçınmaya, tam tersini uygulamaya yemin etmiş: siyasal kavgaya, kurtuluş savaşına girişmişsen, halka da, kurulu düzenin paralı görevlilerine de diş bileme, zarar verme! Devrimciyim deyip kimsenin sırtına binme, kendini halka besletme! Yediğin ekmeğin, tavuğun parasını hemen, hem de fazlasıyla öde köylüne, halkına! Çarpışıp yendiğin, tutsak ettiğin subaylara erlere insanca davran, saygı göster; ceza vereceksen bile en azını ver, bir süre sonra da özgür bırak! Para bulmak için banka ya da kurum soyma! Anamalcı düzenin de, bugüne kadar gelmiş bütün zorba yönetimlerin de yapageldikleri gibi, işbaşındakileri yıpratmak üzere yıldırma eylemlerine, bombalamalara, öldürmelere girişme: bunlar kaşındakinden çok sana zarar verir, halktan destek isteyince bulamazsın!
Yine ta başından beri, Che ile, bütün devrimci arkadaşlarıyla birlikte, savaşırken yaraladıkları kurulu düzen askerlerine subaylarına kendi yandaşları kadar özen göstermiş, yaralarını sarmış, kimi zaman kendi ilâçlarını onlara bırakmışlar! Çok haklı olarak dediği gibi, bunun ödülünü de almışlar bol bol: o erlerin subayların pek çoğu sonra en inançlı devrim savaşçıları olmuş.
Yendiği Yunanlı komutana kılıcını geri veren, halkın yanılgıyla yere serdiği bayrağının üstünde yürütmekten özenle kaçınan Mustafa Kemâl gibi, topu topu iki üç bin kişiyle dize getirdiği 50 000 kişilik ordunun bozguna uğradıklarını kabul eden, daha çok kan dökülmemesi için kendisiyle görüşmeye gelen, öne sürülen, kabul ettiği üç koşulu yerine getirmeyen, gidip ABD elçisiyle görüşen generale bile ancak bir yıl hapis cezası verdiren, sonra bırakan, saygı gösteren Fidel, erdemlerin en büyüğünü, tutarlılık’ı önce kendisinde yaratıp uyguladığı için başarmış dünyanın ilk insanca, sevgiye dayalı toplumcu düzenini!
Bunu sezgiyle biliyordum; Küba’ya gidince, gözümle gördüm elimle tuttum; bu kitapsa bana bunun düşünsel, aktöresel temelini okuttu: anlatamayacağım kadar çok sevindim: asıp kesmeden, zorbalık yapmadan, kendinden başlayıp bir avuç seçkine ayrıcalık tanımadan gerçek toplumcu düzeni kurmak olasıymış!
Güzeller güzeli Fidel, 80 yılın yorgunluğuyla ortaya çıkan bağışıklık zayıflamasını da aşmak üzere olduğunu; hem televizyonda, hem Küba Derneği’nin sitesinde, Chavez’le oturup iki saat konuştuğunu, topladığını, yeteneklerinin geri geldiğini, dünya olayları konusunda yine çok çarpıcı sözler edip önerilerde bulunduğunu görüp okuyunca Sevil, Nilgün, ben, üçümüz de havalara uçtuk!
Anamalcı soygun düzeninin (daha doğrusu düzensizliğinin) temel özelliğini biliyorsunuz: kendi kusurlarını, göz göre göre her gün, her saniye yaptıklarını yeni bir düzen kurup yeni bir insan yaratmak isteyenlere yakıştırmak!
Küba’da öyle olmuş, hâlâ öyle: Devrim’den hemen sonra, bin bir güçlükle yetiştirilmiş 6 000 hekimin 3 000’i ABD’ye göçmüş; onca saldırıya, ambargoya, baltalamaya karşın, bugün Küba’da 70 000 hekim var; ve bunların büyük bölümü, çağrı gelse de gelmese de, gönüllü olarak, beş para almadan, tersine yiyeceğini de yanında götürerek dünyanın dört bir yanına koşuyor.
Anamalcı, ağzından düşmeyen töre aktöre sözlerine karşın, ancak alçak olabilir, alçaklık edebilir; Devrim’in başında, bütün o insanlıkdışı davranışlara bir de bile bile karaçalma eklemişler: Devrim çocuklarınızı alacak, Moskova’ya gönderecek, çektirip kıyma yaptıracak!
Biz de her gün sayısız örneğini görüyoruz: insanları bilimin ışında eğitmezsen, okutulmamış insancıklar doğru’ya değil yalan’a inanırlar: bu kuyruklu, zehirli yalan üzerine, tam 14 000 çocuk, anaları babaları tarafından ABD’ye kaçırılmış! Sözümona kısa bir süre sonra Devrim çökecek, çocuklar geri gelecek; ama çok şükür, Devrim 48 yıldır dimdik ayakta.
Daha önce değindim, sağlı sollu iki zorbanın, Batista ile Stalin’in yaptıklarından gereken dersi çıkaran Fidel ve arkadaşları dünyanın hiçbir yerine insanları zorla toplumcu yapmaya, oralarda yaşayan hakları tanklarla ezmeye asker göndermemişler; tam tersine, gözü doymaz anamalcı sömürücülerin saldırılarından korumak üzere Angola’ya, Cezayir’e, Namibya’ya yüz binlerce gönüllü, donanım göndermişler, bağımsızlık uğruna oradakilerle birlikte kanlarını akıtmış, can vermişler. Binlerce yılın ataerkil çürümüşlüğünü aşmak istiyorsanız, başka yolu yoktur.
Şaşkın Sovyetler de çöktükten sonra, dört bir yandan, 365 gün üstünüze gelen, canınızı almaya yemin etmiş saldıralar arasında toplumcu düzeni ayakta tutmanın ne denli zor olduğunu kestirmemiz sanırım olanaksızdır; bunun da tek çaresinin eğitim olduğunu çok iyi görmüş, bütün olanaksızlıklara yoksunluklara karşın eğitimi, hem de ömürboyu eğitimi sürdürmüşler, sürdürüyorlar. Değişen koşullardan ötürü bir üretim alanını daraltmak, değiştirmek, oralarda çalışanları başka alanlara kaydırmak mı gerekiyor? Çözüm, bu insanları hızla yeniden eğitmek, onlara yeni hünerler kazandırmaktan geçer.
İgnacio Ramonet, belki kendi adına, belki yaşadığı anamalcı küre adına, durmadan soruyor Fidel’e, özgür (?) seçimlere ne zaman geçecek, basın özgürlüğünü ne zaman tanıyacaksınız diye. O da bıkıp usanmadan, karşıdevrimcilerin seçimle gelip kurulmuş düzeni yıkmaya hakları olamaz! Gazetelerle, televizyonlarla insanların beyinlerini yıkayıp göremez düşünemez anlayamaz zavallı yaratıklara dönüştürdükten sonra hadi buyurun istediğiniz bütün zehirleri özgürce saçabilirsiniz denmesini bekleyemezsiniz!
Sözün kısası, 1492’den beri amansızca sürdürülen yağma, yıkım, Fidel’le güzelim Küba halkının verdikleri özverili savaşın sonunda adım adım gerilemekte;yaratılan örnek, elbette sayısız engel ve sıkıntı içinde, yavaş yavaş bütün Güney Amerika’ya yayılmakta ve bütün insanlığa gerçek insanca düzenin ne olması gerektiğini göstermekte.
İrem Erkaya, Kocamustafapaşa’daki Semaver Kumpanyası’nın oynadığı Murtaza’ya çağırdı beni; Pazar günü gidip izledim. Sevgili Orhan Kemâl’in ünlü yapıtını sahneye Günay Ertekin başarıyla uyarlamış; usta yönetmen Işıl Kasapoğlu, Bülent Emin Yarar’la birlikte sahneye koymuş. Sahne bezemini bir başka usta tasarlamış: Metin Deniz. Müziği, Nejat Yavaşoğulları’nın. Giysileri Muâlla Erkut tasarlamış. Dramaturg, Yavuz Pekman ile Günay Ertekin. Işık da, Sema Öztaş ile Zeyno Sürek’in emeği.
Oyunun tasarlanışı, sahneye konuşu, danslar, şarkılar, her şey yerli yerinde, ustaca, coşkulu; salonun açılmasını beklerken o yörede oturan kızlı oğlanlı gençler doluşmuş, bağrışa çığrışa yaşıyorlardı; onların bu taşkınlğına görünce, doğrusu, oyun adına epey korktum, eyvah dedim içimden, bunlar Orhan Kemâl’in acılı, gerçek dünyasına giremeyecek, emek verenlerin tadını kaçıracaklar. Hiç de öyle olmadı; gençler, araya karışmış öğretmen hanımlar kadar büyük olgunluk ve merakla izlediler oyunu, ve bitince ayakta alkışladılar, avaz avaz bağırdılar, ıslık çaldılar. Öyle sevindim ki!
Fulya Aksular, Sibel Altan, Melis Şeşen, Sarp Aydınoğlu, Tansu Biçer, Asil Büyüközçelik, Aylin Çalap, Banû Çiçek, Fatih Akdoğdu, Bülent Çukurcuma, Özlem Durmaz, İrem Erkaya, Gülin Kılıçay, Serhan Keskin, Ahmet Kaynak, Serap Maytaş, Ümit Ferit, Ali Savaşçı sözün tam anlamıyla canla başla canlandırdılar Orhan Kemâl’in dünyasını.
Fatih Aydoğdu, Melis Şeşen, Sibel Altan, Gülin Kılıçay, Serdar Keskin ayrıca müziği de üstlenmişlerdi; ve bütün topluluk büyük bir coşkuyla şarkıları söyleyip dansları etti.
Tiyatro Pera’daki Nesrin Kazankaya’nın oyunlarından beri, ilk kez bu kadar inaçlı, saygılı bir oyun gördüm, ve dediğim gibi, çok mutlu oldum
Oyunun tek eksiği, bütün bu güzel çocukların da, Orhan Kemâl’in de dışında, çağımızdan, hele 1980’den sonra hepimize dayatılan, birikmiş bütün değerleri, kavramları ayaklar altına alıp üstünde tepinen anamalcı soyguncu düzensizlikten geliyordu: ne bizde, ne şu anlı şanlı, sözümona uygar Batı Avrupa ülkelerinde, günümüze; anamalcı tüketimin yarattığı, gittikçe dağ gibi büyüyen, sonunda hepimizi altına alıp yok edecek sorunlara değinen oyun yazılabiliyor. Ülkemin en yetenekli oyuncu-yönetmenleri, 50’lerin, 60’ların çağını çoktan doldurmuş, insanlara en küçük bir çıkış yolu gösteremeyen deli saçması oyunlarına sarılmak zorunda kalıyorlar.
Onların yanında, Orhan Kemâl’in temiz yürekli, şaşkın Murtaza’sı zemzemle yıkanmış gibi duruyor bir bakıma; ama sorunlarımız onun bilgisiz aktöresinden mi kaynaklanıyor? O da oyundaki, toplumdaki bütün insanlar gibi acınası bir kurban!
Bu küresel sıkışmaya, bunalıma bir tek Küba’da bir çözüm önerisi görebiliyorum; ama o da, bütün bu çıldırmış tüketim dünyası karşısında öylesine kırılgan ki! gücü, hepimizi iş işten geçmeden uyandırmaya yetmeyebilir; eh, bunun kusuru da güzelim Küba halkının, bilge Fidel’in olmaz elbet!

Berfin/Bahar. S.109. Mart 2007.