Sevgili dostum, ustam Mehmet Başaran, Evrensel Yayınlarının ikinci basımını yaptığı şiirlerini gönderdi: Pir Sultan Ölür Ölür Dirilir.
Mehmet Başaran, gönül ve emek verdiği Hasan Âli Yücel, İsmail Hakkı Tonguç, Sabahattin Eyuboğlu gibi ustalarla birlikte o güzelim okulların, Köy Enstitülerinin simgesi hâline gelmiş insanlardandır. Tıpkı yüzlerce yıldır sayısız kez asılan Pir Sultan Abdal gibi, toplum onları bir umut, bir bayrak gibi taşır elinde, kafasında. Bugün o okullara kavuşabilmiş yetenekli köy çocuklarının neler başarabildiğini, sayıları gittikçe azalan, ozanlardan, yazarlardan, onların yapıtlarından anlıyoruz.
Ama benzersiz Mustafa Kemâl Atatürk’ün hem kendi yurtlarını, hem bütün dünyayı barışa kavuşturmak isteyen sürdürücüleri ülkemizde yenilgiye uğratılmış gözükseler de, uzak gibi gözüken, ama düşünsel akrabamız bir ülkede, Küba’da, bu güzelim okullardaki eğitimle atbaşı giden üretim ilkesi, 50 yılda çelik gibi sağlam, bilinçli, sözün gerçek anlamında insan+dünya+çevre seven kuşaklar yetiştirdi; 50 yıllık amansız, acımasız ABD ve anamalcı küre kuşatmasına karşın, Fidel ve arkadaşlarının açtıkları aydınlık yola birer ikişer girmekte olan Güney Amerika ülkeleri, parayı ve iletişim araçların ellerinde bulunduranların bütün karartmalarını aşarak, hepimize gerçek uygarlığı; kaynakları da ömrü de sınırlı bir dünyada insan kardeşlerine bundan sonra nasıl yaşamaları gerektiğini somut olarak gösteriyorlar.
Çektiği sayısız çileye karşın yüzünden, gönlünden gülümseme eksilmeyen Anadolu dervişinin, Mehmet Başaran’ın dizelerini yeniden okuyup kendimize gelmeye çalışalım isterseniz.
KIRAĞI VURGUNU SORULAR
Daha dünyayla / Kirlenmemiş bir bakış / Nasıl görür maviliği / Yani ki sonsuz göğü
Süte mi suya mı benzetir önce / Ay ışığıyla birden uyanan / Derin kırlara mı sonra
O ıssızlıkta / Ne der kulağa / Çay boyunda öten kuş / Nenin nesidir toprağa / Yalınayak basan çocuğun / Yüreğine ulaşan serinlik
Okşarken saçlarını / Ölen annesinin / Solarken baş ucunda güller / Nedir anlatmaya çalıştığı / Çağla kokan sözcüklerle / Neden kırağılardan habersiz / Tomurcuklar gibidir yüzü
Çocuk da olsak / Yaşlı da / Neden / Bunca olup bitene karşın / Bir bıçağın keskinliğini deneyen / Parmaklar gibiyiz hep.
SEN YARATACAKSIN YENİDEN
Biliyorum bir yerlerde işçisin / Emeğin sorunlarıdır gözlerin / Üyesisin bir güzel imecenin / Alnın çağın yeni hiyeroglifidir
Taşıt beklediğin gri duraklar / Acı gürültü çiçekleri açar / Yalnızlıktır yüreğine düşen kar / Her gün yorgunluk sağanak gibi gelir
Düşlerin taşa çarpmış kırık ayna / Bulanık gösterir dünyayı sana / Nerde umutların parlak yıldızı
Sen yaratacaksın aşkı yeniden / Dostluğun sevginin imecesinden / Yaşama kan veren emeğin kızı.
Ver Elini Hasanoğlan
Yüksek Köy Enstitüsü’nde öğretmendi Ruhu Su / Ah dedirten türkülerinde anamın yüzü/ Doğrulmuş tohum saçıyor İstasyon Tepesi’nde / Babama benzeyen Köylü Yontusu / Tonguç mu Yücel mi Bedrettin mi konuşan / Tarlalarda işliklerde imece coşkusu / Yıldızların parladığı anlar mı tarihte / Ders veriyor Eflatun Sokrates Montaigne Eyuboğlu / Katmış ellerini gözlerini buraya her Enstitü / Günaydın diyor çağla sesiyle her ay bozkıra / Yeni bir oyunla Açık Hava Tıyatrosu / Burası Hasanoğlan yepyeni bir bilimyurdu / Anadolu’nun ortasında aydınlığın korosu.
Şu mavi gezegenin güneş soğuyana dek yaşayabilmesi için Pir Sultanların dirilmesi gerekiyor.
*
Başka iki sevgili dostum, Ersin Alok’la Ali Bilginer el ele vermişler, bize biraz acı koksa da yeni bir gül demeti hazırlamışlar: Çamlıca.
Kitabı fotoğraf ve yazılarıyla Ali hazırlamış, Ersin de adına, şanına yakışır biçimde basmış.
Kitabın doğuşunu şöyle anlatıyor Ali:
“…
1981 yılında İstanbul’a yeniden döndüğümde seçtiğim yer Çamlıca Asker Hastanesi oldu. Çocukluğumda resimlerini görerek hayal ettiğim ve sevdiğim İstanbul’da yaşamak her zaman tutkularımdan birisi olmuştu.İstanbul sevgisi, doğa ve kır sevgisiyle birleşince, Çamlıca gibi İstanbul’un tepesinde, yeşilin yoğun, karmaşanın daha az olduğu bir yerde çalışmak ayrı bir mutluluk kaynağıydı.
Küçük Çamlıca’nın Güney eteklerinde bulunan Çamlıca Asker Hastanesi, bahçesinin yeşil örtüsü, değişik türdeki ağaçları, türlü yaban çiçekleri, şakıyan bülbülleriyle İstanbul’un çok yakınlarında, gizli bir doğa hazinesiydi. Bahçede gezinirken kendimi zaman zaman, çocukken büyüklerimden dinlediğim büyülü Binbir Gece Masalları’nın yaşandığı bahçelerde sanırdım.
…
Merak ve sevgiyle başlayan Çamlıca gezilerim, zaman içinde özel çaba ve eğitimle edinilen doğa ve bitkibilim birikimine, daha sonra da Çamlıca Tepeleri’ndeki yaban yaşamın araştırılmasına yöneldi.
Böylece, neredeyse çeyrek yüzyıla yakın bir zaman içinde bahçede hangi bitki, çiçeğin nerede ve ne zaman boygösterdiğini; hattâ çok kısa ömürlü çiçeklerin bile nerede, kaç gün açık kaldığını, bu sürede bahçe içinde ve eteklerinde neler olup bittiğini sevgi ve merak içinde izlemeye çalıştım. Elimde önemli sayıda bitki ve çiçek fotoğrafı birikti.
Bunların bilimsel açıdan değerlerinin ne olduğunu, daha önceleri İstanbul’un hemen hemen orta yerinde bulunan Çamlıca’da bitkibilimsel bir araştırmanın neden yapılmadığını, bu bitkilerin Çamlıca’da bulunmalarının ne gibi bir bilimsel anlam taşıdığını öğrenmek istedim.
Sevgili Prof. Dr. Tuna Ekim’in kapısını çaldım. Bitkibilimci olsun olmasın, kendisinden yardım isteyen her bitkisevere gerçek bir bilim insanı sabrı ve alçakgönüllüğüyle yaklaşan, bitkibilimin en değerli araştırıcılarından biri sayılan Sayın Prof. Dr. Ekim, benden de sahip olduğu engin bilgi ve deneyimlerini esirgemedi.
Kendilerine sunduğum çiçek fotoğraflarını ilgiyle karşıladı. Özellikle kimi çiçeklerin Çamlıca doğasında bulunmasını ilginç sayarak, çalışmalarıma İstanbul ve Türkiye bitkileri konularında çok değerli katkılarda bulundu. Ondan aldığım bilgilerle çalışmalarım daha bir hız ve anlam kazandı. Zaman geçti, devran döndü. İstanbul’da bulunduğum ya da kesintilerle uğrayabildiğim zamanlarda, Çamlıca’nın doğal değerleri benim için hiçbir zaman önemini yitirmedi.
Üzerinde ya da yakınlarında yaşadığımız bu güzel Çamlıca tepelerinin, İstanbu’un ve ülkemiz Anadolu’nun sahip olduğu doğal değerlerin neler olduğunun bilinmesi ve korunması amacıyla başlatılan bu çalışmayı önce kendi insanımızla, sonra bütün dünyayla paylaşma düşüncesi bu kitabın hazırlanmasına neden oldu.
İstanbul’un 2010 yılında Dünya Kültür Başkenti seçilmesi nedeniyle, bu çalışmada Çamlıca özelinden yürüyerek, İstanbul’u daha az bilinen, başka bir yönüyle ilkin kendi insanımıza, sonra dünyaya bir ölçüde de olsa tanıtabilirsek ne mutlu.”
Bu önsözün altına Küçük Çamlıca’dan 2005’te çekilmiş bir fotoğrafını koymuş Ali Bilginer; hemen sonraki sayfa ile karşısındaki ise ikişer kat hazırlanmış, ve içlerine boylu boyunca, sanırım 19. Yüzyıl’da yapılmış geniş bir resim konmuş: denizde yelkenli gemiler, Çamlıca’nın önünde de, karşı kıyıda da, büyük olasılıkla Beşiktaş’tan ötede hiç ev yok; Topkapı Sarayı, Camiler açık seçik ortada. Çamlıca tepesi de hemen hemen ağaçsız; üstünde karşı kıyıya bakan, dinlenen, konuşan birkaç kişi.
Hey gidi heyyyyyy!
Daha fazlasını merak ediyorsanız, isterseniz birkaç kişi birleşin, bu inci gibi kitabı alın; her şeyde olduğu gibi, kitaba bakarken çok mutlu olursunuz; ama üzerinde düşünürken, kentimize, dünyamıza ettiklerimizi, bu gidişle edeceklerimizi irdeleyince de kederlere gömülürsünüz. Olsun, belki keder uyandırır hepimizi, iş işten geçmeden.
Kitaba emeği geçenleri yürekten kutluyorum.
*
Mayıs’ın son haftasında bir boydan bir boya Karadeniz kıyımızı gezdik; ülkemiz inanılmaz güzellikte, insanları da öyle. Tek yara bütün dünyanın da başındaki bela: para uğruna her şeyi yıkıp yok eden talancılar. Burada da o tadına doyulmaz, fıkır fıkır kaynayan, bin bir ürün veren, her yerinden cana can katacak sular akan, yeşilin bütün türlerini bağrında toplayan, karlı tepelerle ılıcacık yaylaların kucaklaştığı olağandışı doğaya, kıyı da kıymış gözü dönmüş küresel harakiri’ciler. Ne zaman coşkuyla havalara uçsak, yüreğimiz sızlayarak yere çakılma geldi arkasından.
Yaşadığımız unutulmaz güzellikleri özetlemek üzere tek bir şey anacağım: Akçaabat’taki Nihat Usta’nın Yeri.
Yine bir öğle yemeği için uğradık oraya; gezi boyunca birçok lokantada yedik yemeklerimizi, hepsi birbirinden güzel, birbirinden lezzetliydi. Nihat Usta’yı öbürlerinden ayıran, ağız tadının yanına başka incelikler de katmasıydı: pırıl pırıl geniş bir alan, iç içe odalar, ortalıkta seğirten tertemiz oğlanlar. Yemekler hiç bekletmeden, tıkır tıkır geldi; köfteleri Nihat Usta hâlâ kendi elleriyle yoğuruyormuş; anlatmakla olmaz, yolunuzu düşürüp yemelisiniz. Bu gezide bizi en çok şaşırtıp mutlu eden ayrıntılardan biri de, bütün lokantalarda yemeklerin gerçekten insanı doyuracak ölçülerde getirilmesiydi: İstanbul’da kuş kadar yemek konmuş tabaklar alışmış olanlar için gerçek bir şölen. Karadeniz’e özgü muhlama ile lâz böreği’ni yemeden ayrılmayın şu ölümlü dünyadan. Nihat Usta’yı bir masada, işinin başında da gördük; iki kişiyle konuşuyordu; ama demek o kadar dikkatli ki, bizim masadan Nilgün ve Sevgi kutlamaya gidince, saniyede fırlayıp geldi. Kucaklaştık, kutladık; az sonra kızını tanıştırdı, demek ki ailecek sürdürüyorlar insanları sevindirmeyi. O güzelim yemeklerin yanında, çok önemli bir ayrıntı da, çalınan hafif müzikti: bilirsiniz şimdi artık lokantalarda, kahvelerde, araçlarda yalnız bizim gibileri canından bezdiren yıvışık müzikler çalınır; buradaysa, Türk halk müziğinin en güzel türküleri yalnız sazla çalıyordu arka arkaya. O zaman düşündüm, Nihat Usta, bu uyanıklığı, bu titizliğiyle başbakan, cumhurbaşkanı olsa, dünyanın en varlıklı ve mutlu ülkesi bir olurduk: çünkü doğal kaynaklar da, insan kaynakları da kıyaslanmaz ölçüde üstün hemen her yerden. Tek eksik, Nihat Usta’yı bu yetenekleriyle Ankara’ya taşıyacak, dükkânındaki gibi, bozulmadan halkını mutlu etmesine izin verecek toplumsal çarklar.
Bakalım ne zaman becereceğiz bunu?
Gezinin en etkileyici bölümlerinden biri, kuşkusuz, Bandırma gemisinin kıç kamarasında bir masanın çevresine sıralınmış, önlerindeki haritaya bakarak konuşan Mustafa Kemâl ile dört subay arkadaşını görmekti; onlar, yurdumuzu bin bir dolaptan, saldırıdan kurtarıp bize güzel yurdumuzu armağan eden öncülerdi. Geminin alt katınıysa boydan boya Atatürk’ün her dönemden resimleriyle bezemişler; bir köşedeki aygıt onun sevdiği şarkı ve türküleri çalıyor. Böyle toplu gezilerin bütün zaman kısıtlamasına karşın, ömrümün en çarpıcı anlarını geçirdim bu tarihsel geminin yeniden üretilmiş benzerinde.
*
Geçen gün uğradığımda, Ali Alkan İnal¸ İş Bankası Kültür yayınlarının yeni üç kitabını verdi: ilki, önsözünü Doğan Hızlan’ın, sonsözünü de Sunay Akın’ın yazdıkları Yazarlarımızdan Masallar ve Öyküler.
Ömer Seyfettin, Eflatun Cem Güney, Sait Faik, Yaşar Kemâl, Tahsin Yücel, Nâzım Hikmet, Aziz Nesin, Nezihe Meriç, Necati Tosuner, Yalvaç Ural, Tarık Dursun ve Muharrem Buhara’dan birer öykü seçilmiş, 1. hamur kâğıda özenle basılmış. Ama işin en güzel yanı, bu kitap 1 milyon basılmış, tıpkı geçen yılki gibi, karnesini getiren İlkokul öğrencisine, armağan edilecek. Üstelik öyle sınıf birincisi falan olmak da gerekmiyor, karne yeterli bu benzersiz armağana kavuşmak için. Öyleyse hiç durmayın, yapışın yavrularınız ellerine, doğru İş Bankası şubelerine.
Öbür iki kitap Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi’nden; Mazlum Bayhan’ın çevirdiği, L. N. Tolstoy’un “Sivastopol”u ile Ergin Altay’ın dilimize kazandırdığı, İvan Sergeyeviç Turgenyev’in üç kitabı: “Rudin, İlk Aşk, İlkbahar Selleri.”
*
Pazar günüyse çok hoş bir şaşırtma beni bekliyordu: ilk eşim Özden’in kardeşi Erden Soytürk aradı, Cihangir’e geleceğini, bir kahve içip içemeyeceğimizi sordu. Sevinçle kabul ettim elbet; Erden, doğabilim okumuş, yetenekli, dünyayla da kendisiyle ince ince dalga geçmeyi başaran bir insandı. Hepimiz gibi inişli çıkışlı bir yaşamdan sonra, okuduğu lisede geçen üç yılını anlatan bir kitap yazmış: “Bir Hergele Geçti Kabataş’tan”.
Bakın ne diyor arka kapağında:
“Ders kitaplarına eğilince, sanki çok kıymetli bir şeyler gümüş derelerde akıp gidiyor, ben onlara arkamı dönüyordum. Bu, tekrar ele geçirilemeyecek bir kayıptı. Bir şeyleri yaşamak daha değerliydi. Her yerde yazılı olan bilgiler, nasılsa bir yerlerden öğrenilebilirdi. Ama o akan dereyi, duyguları asla geri getiremezdim. Derslerin sıkıntısı da bu duyguları daha derinden duyabilmem için gereken süslemelerdi. O süslemeli duvarlar olmasa, beni yücelten duyarlılığımın dayanakları da olmayacaktı.”
“Sonraları hayat boyu ne sınavlar gördüm; aşkı, ihaneti gördüm. Hiçbiri lise sınavlarından, aşklarından, bu lise maceralarından zevkli değildi. Onun için kıymetliydi zaten; onun için yazmaya çabaladım. Bir de hâlâ okuyan öğretmen için, belki eğitimle ilgili bir şeyler çıkarırlar, diye karaladım. Belki başarılı gözükmeyenlerin dünyalarıyla da ilgilenirler. Hâlâ okuyan veliler varsa, çocuklarının görünmeyen dünyalarına, derinliklerine de bakarlar belki.”
Ah canım Erdencim, sorun bize özgü değil ki, küresel: Molière’in kaç yüzyıl önce parmak bastığı gibi, insanlar yaşamak için yemiyor, yemek için yaşıyorsa; yaşamak için bilgi edinmiyor, para kazanmaz için bilgi satıyorsa; okullar, öğretmenler her çocuğun içindeki olası yeteneği ortaya çıkarmak için değil, küresel Guantanamo’ya dönüştürülmüş okullarda bütün özgür, eleştirici beyinleri iğdiş etmek üzere çalışıyorsa ne senin kitabın, ne de başkası işe yarar! Başka bir Fransız özdeyişi: “istemek, yapabilmektir” diyor; bu düpedüz masal; insanın doğru şeyleri isteyebilmesi için, bilgisayarlar gibi, doğru izlencelerle donatılması gerekir. Şimdi, Küba’nın, yavaş yavaş onun sağlıklı yolunu benimseyen Güney Amerika ülkelerinin dışında, hiçbir yerde beyinlere doğru izlenceler yüklenmiyor, akla hayâle gelebilecek abur cuburla dolduruluyor: dünyanın bütün artıdeğeri bir avuç doymakbilmez çılgının cebine girsin diye.
*
İçimiz açılsın, yaşama sevincimiz yerinde dursun diye, gelin yine Ali Yüce’nin “Olmaca” adlı kitabından bir şiirle bitirelim yazımızı.
DEVRİM BACI
Merhaba Ceyhun Atuf Kansu
Beslemiş beni
Dil ana şiir bacı
Erimiş güzellik
Akmış çağdan çağa
Süt bacı
Saklıdır
Taşta toprakta odunda
Uykuda uyanıktır şiir
Uyur bir damla suda
Deniz bacı
Alnımda ter
Çıkınımda ekmek
Toprak ana tohum bacı
Mavi bir taydır özgürlük
Kişner mendilimde
Nakış bacı
Günaydın
Yeni doğan çocuk
Emek ana devrim bacı
Köre göz sağıra kulak
Barıştır kafamda şiir
Patlar yüreğimin omzunda
Tüfek bacı
Berfin/Bahar, s.137, Temmuz 2009
1 Temmuz 2009 Çarşamba
1 Haziran 2009 Pazartesi
YUSUF BAŞARAN
Bütün Başaran’ları Ruhi Su dolayısıyla tanımıştık; Büyük Usta, Yusuf Başaran Dede ile oğlu Mustafa Başaran’dan derlediği türkü ve deyişleri Semahlar uzunçalarında kullanmış, bize unutulmaz bir armağan daha kazandırmıştı.
Başaran ailesinin dört çocuğu da Ruhi Su Dostlar Korosu’unda çalıştı yıllarca; koro dağıldıktan sonra da aileyle yakın dostluğumuz sürdü; Mustafa Başaran’la çocuklarının Şişi’deki çatı katı katımızda verdikleri şölenleri hiç unutmadık. O tadına doyulmaz gecelerde özellikle Mustafa Başaran’ın söylediği, kaydettiğim türküleri hala gözümün bebeği gibi saklıyor, zaman zaman içim sızlayarak dinliyorum: çünkü Ruhi Su nasıl eğitim görebilmiş yorumcuların doruğu idiyse, bence, Mustafa Başaran da geleneğin yetiştirdiği doruktu. Onun türkü ve semahlarını başka hiç kimse o kadar çarpıcı biçimde söyleyemiyordu; bundan sonra da söyleyen çıkmayacak korkarım.
Yusuf Başaran, geçende Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde, iki ustasının, Ruhi Su ile Mustafa Başaran’ın türkülerinden oluşan bir dinleti verdi. Ustalarının ikisine de çok saygılı davrandı; onlardan devraldığı yorumları hiç bozmadı; sazı zaten çok ustaca çalıyor; sesini de kendi sınırlarını bilerek, olmayana özenmeden, duyarlı biçimde kullandı.
Tıpkı öbür ünlü Kültür Merkezi, Nâzım Hikmet gibi bu ekin yuvası da tıklım tıklım kız oğlan doluydu gittiğimizde; ama dinletiye çıkmadı o gençler – öbüründeki güzelim gösterilere, söyleşilere, filmlere gelmeyip aşağıda tavla oynamaları, Taraf ya da Radikal okumayı sürdürmeli gibi.
Aslında bugünkü hazırlıkları, kişilik yapılarıyla iyi ki gelmiyor, dinlemiyorlar, çünkü beyinlerinde bu ince güzellikleri almaya yetecek birikim yok.
Buna karşılık, dinleti sırasında tam önümüze iki hanım geldi; onlar belli ki o güzelim Alevi geleneğiyle yetişmiş, sayıları gittikçe azalan insanlardandılar; hele biraz daha yaşlı olanı Yusuf çalıp söylerken sürekli gözün sildi, ellerin iki yana sallayıp oturduğu yerde semahlar yaptı.
Sözün kısası, uzun süredir yaşamadığımız bir gün yaşattı Yusuf Başaran bize; halkımızın güzel deyişiyle, elleri dert görmesin!
Bir teşekkür de kapılarını bu tür nitelikli etkinliklere açık tutan Barış Manço Kültür Merkezi’ne, yöneticisi Cuma Bolat’a elbet.
*
İş Bankası Kültür Yayınları, Ruken Kızıler yönetimindeki araştırma-inceleme dizisinde Cavit Orhan Tütengil’in Bütün Eserleri’nin ilkini basıp gönderdi: Atatürk’ü Anlamak ve Tanımlamak.
Deniz Tütengil Mazlum’un danışmanlığıyla yayına hazırlanmış kitaba Server Tanilli bir önsöz yazmış; biçimlendirme yine Birol Bayram’ın; gerekli dipnotlarını hazırlayan, düzeltileri yapansa Pınar Güven.
En güzeli bu değerli yapıt almanızdır elbet; ben yalnız kitabın sonundaki “Özet Olarak” adlı bölümden kısa bir alıntıyla yetineceğim:
“14. Atatürkçülüğün ilkeleşen başlıca hedefleri, ulusal tam bağımsızlık, çağdaşlaşma, ulusal egemenliktir. Yeni kurulan devletin dışa karşı tam bağımsız olması, içte de ulusal egemenliğe dayanan bir yönetim öngörmesi ve toplumu çağdaş uygarlık düzeyinin bile üstüne çıkarmak istemesi, Atatürkçülüğün aynı zamanda temel ülküsüdür. Bu ülküsel hedeflere ulaşabilmek için de halkçılık, devletçilik, devrimcilik, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik ilkeleri yöntem olarak, araç olarak benimsenmiştir. Hepsinin özünde de akılcı bir felsefe yatmaktadır.
Atatürk ilkeleri bu amaçlara ulaşma yolunda bir bütündür; tek tek ele alınıp yorumlanamaz ve uygulanamaz. Atatürk Devrimi ve Atatürkçülük belirli siyasal yönlerden değil, Türkiye ve dünya gerçekleri açısından bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Yeniliğe, ileriye dönük bu ulusal devrimci dünya görüşü, inanıyoruz ki gün geçtikçe yeni çağdaş yorumlarla tarih içindeki gerçek sağlam biçimde alacaktır. (1973)”
Atatürk’ün sağlam ilkeleri yerli yerinde duruyor, düşünsel olarak; ama küresel yağmaya doyamayan şaşkın açgözlüler 10 Kasım 1938’den beri, dünyanın dört bir yanından amansızca saldırıyorlar bu ilkeleri de, Türk ulusunu da, hattâ o benzersiz insanın adını bile yeryüzünden ve üstünde yaşayanların belleklerinden silip atmak için. Ben de buna küresel harakiri diyorum; bakalım hangi atılım ağır basacak: bugün Fidel’de, Chavez’de, Morales’te yaşamaya devam eden Atatürk bakışı mı, bir avuç zırdeli uğruna şu güzelim mavi gezegeni harcama mı?
*
Kaynak Yayınları yeni kitaplarını gönderdi; bunların ilki sıra dışı bir insana, sevgili İlmiye Çığ’a saygı için basılmış: Muazzez İlmiye Çığ’a Armağan Kitap:Cumhuriyet’e Adanan Ömür.
Alt başlık çok doğru, gerçekten ömrünü Atatürk Cumhuriyetine, aydınlığa adamış İlmiye Çığ. 1914’te başlayan yaşamının 70 yılını insanlığın gerçek uygarlığının izlerini, kanıtlarını bulup göstermeye harcamış; ne büyük bir talih, ne dolu, tutarlı bir yaşam!
İkinci kitap Hüner Tuncer’in önemli bir incelemesi: Diplomasinin Evrimi/ Gizli Diplomasiden Küresel Diplomasiye. Sevgili Hüner Tuncer, adın yakışan bir hünerle, diplomasi denen uluslar arası ilişkilerin Hitit ve Mısı’dan başlayıp günümüze dek geçirdiği evreleri ayrıntılı olarak inceleyip gözler önüne seriyor yapıtında.
Sonraki iki kitap, Yıldırım Koç’un, Emekçi Kitaplığı dizisinde basılmış 3. ve 4. çalışmaları: İşçi Sınıfı ve Sendika Sorunlarına Ulusalcı Çözüm ile Emperyalizm Ve Türkiye Sendikacılığına Etkileri. Adlarından anlaşılacağı üzere, emekçilerin somut sorunlarını ele alan iki çalışma.
İki yeni şiir kitabı da Berfin’den geldi: Mine Özdemirtaş’ın Gece Zamandır Sadece adlı yapıtı ile Ayla Yakıcı’nın Karanlığın İçindeki Işık/Işığın İçindeki Karanlık’ı.
*
Sevgili dostum İbrahim Zaman, Belediye’nin Taksim Sanat Galerisi’nde, iki salonu dolduran sıra dışı bir sergi açtı. Fotoğraf sevenler onun bu yıl sanatsal uğraşında 50. yılı tamamladığını biliyordur. Sergi de zaten bu emeği taçlandırmak üzere düzenlenmiş; bir de kitap basmışlar, özenle: İbrahim Zaman, Işığın İzinde 50. Yıl.
Umarım sergi açıkken gidip kendinize, şu karman çorman toplumsal-siyasal ortamda, gerçek bir görsel şölen çekmişsinizdir.
Gözümün bebeği İbrahimcim, ışıklı yolun hiç kapanmasın canım!
*
Sağolsun, Ruken Kızıler beni Kırmızı yayınlarından Pınar Güven’le tanıştırdı, o da yayınları yöneten Fahri Özdemir’le; geçen sabah çaya gittim, söyleştik, hem yayınevini, hem yayınları gördüm. Yanlış anımsamıyorsam, sevgili Özdemir İnce Can yayınlarından ayrılırken kuruluyordu bu yayınevi; şimdiye dek bastıklarına baktım da, epey güzel, önemli yapıt kazandırmışlar okura. Çıkarken bir bölümün armağan ettiler, onları da anayım.
İlki, 2009 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazanan Gönül Çolak’ın kitabı: Komi ve Kemikler.
Arka kapağında Tarık Dursun’un, Ülkü Tamer’in övgüleri; okunacakların başına koydum elbet.
Joseph Heller’den bir roman, Sanatçının Yaşlı Bir Adam Olarak Portresi. Dilimize Ülker İnce kazandırmış.
Bir roman da ünlü besteci Ravel’in son on yılını anlatan gerçekle kurmaca arası bir çalışma; Jean Echenoz yazmış, Beki Haleva çevirmiş,
Üçüncü romansa, Bortho Strauss’ın Evlerde Uyun Uyanık Yalanlar’ı; bu yapıtı da dilimize Yılmaz Onay kazandırmış.
Son kitap, günümüzün, çağımızın yarattığı temel bir sorunu ele alıyor: dünyamızın kaynaklarına el koymak, üzerinde yaşayanları sessiz, tepkisiz, sıradan emekçi yığınlarına dönüştürmek isteyen Batılı sömürgecilerin, üstelik çoğu zaman içlerinden akıllı yetenekli çocuklarını alıp 365 gün, 24 saat akla gelen gelmeyen tuzaklar kurmakta kullandıkları halk topluluklarının yavaş yavaş eritilmelerini, kimliksiz kişiliksiz bırakılmalarını irdeliyor; bu topluluklardan üçünü seçmiş, onların yok edilişini incelemiş. Yazarı, Ali Murat İrat; yapıtın adı, Modernizmin Erittikleri: Süniler, Şiiler ve Aleviler.
Görüldüğü gibi, iş olsun diye basılmamış, insanı düşünmeye, uyanık kalmaya çağıran yapıtlar hepsi. Emeği geçenleri kutluyorum.
Çalışkan-üretken dostum Ahmet Say da kitaplarını gönderdi. Kimisini kendisi Müzik Ansiklopedisi Yayınları’nda basmış: Müzik Öğretimi, Müzik Yazıları,Müzik Tarihi ve üç kocaman ciltlik Müzik Ansiklopedisi.
Öbürleriyse Evrensel Basım Yayın’ın: Mozart, İpek Halıya Ters Binen Kedi, Kocakurt adlı roman, Güneşin Savrulduğu Yerden/Bingöl Hikâyeleri.
Oğlu Fazıl Say’ın da iki çalışması çıktı kutudan: Ahmet’in Müzik Ansiklopedisi Yayınları’nda bastığı Uçak Notları ile Fazıl’ın Metin Altıok’un şiirlerine dayanarak yazdığı-bestelediği Metin Altıok Ağıtı.
Söz sevgili Metin Altıok’tan açılmışken, yazıyı onun bir şiiriyle bitirelim.
SONE- I
Sevgilim bak, geçip gidiyor zaman;
Aşındırarak bütün güzel duyguları.
Bir yarım umuttur elimizde kalan,
Göğüslemek için karanlık yarınları.
Ağzımda ağzının silinmez ılık tadı,
Damağımda kösnüyle gezinirken;
Yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı,
Dışarıda rüzgâr acıyla inilderken.
Unutulmuyor ne tuhaf dünyanın işleri,
Seninle bir döşekte sevişirken bile.
Düşünüyorum hüzünlü genç anneleri,
Çarşılarda, pazarda ellerinde file.
Bu kekre dünyada yazık geçit yok aşka;
Bir şey yok paylaşacak acıdan başka.
Başaran ailesinin dört çocuğu da Ruhi Su Dostlar Korosu’unda çalıştı yıllarca; koro dağıldıktan sonra da aileyle yakın dostluğumuz sürdü; Mustafa Başaran’la çocuklarının Şişi’deki çatı katı katımızda verdikleri şölenleri hiç unutmadık. O tadına doyulmaz gecelerde özellikle Mustafa Başaran’ın söylediği, kaydettiğim türküleri hala gözümün bebeği gibi saklıyor, zaman zaman içim sızlayarak dinliyorum: çünkü Ruhi Su nasıl eğitim görebilmiş yorumcuların doruğu idiyse, bence, Mustafa Başaran da geleneğin yetiştirdiği doruktu. Onun türkü ve semahlarını başka hiç kimse o kadar çarpıcı biçimde söyleyemiyordu; bundan sonra da söyleyen çıkmayacak korkarım.
Yusuf Başaran, geçende Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde, iki ustasının, Ruhi Su ile Mustafa Başaran’ın türkülerinden oluşan bir dinleti verdi. Ustalarının ikisine de çok saygılı davrandı; onlardan devraldığı yorumları hiç bozmadı; sazı zaten çok ustaca çalıyor; sesini de kendi sınırlarını bilerek, olmayana özenmeden, duyarlı biçimde kullandı.
Tıpkı öbür ünlü Kültür Merkezi, Nâzım Hikmet gibi bu ekin yuvası da tıklım tıklım kız oğlan doluydu gittiğimizde; ama dinletiye çıkmadı o gençler – öbüründeki güzelim gösterilere, söyleşilere, filmlere gelmeyip aşağıda tavla oynamaları, Taraf ya da Radikal okumayı sürdürmeli gibi.
Aslında bugünkü hazırlıkları, kişilik yapılarıyla iyi ki gelmiyor, dinlemiyorlar, çünkü beyinlerinde bu ince güzellikleri almaya yetecek birikim yok.
Buna karşılık, dinleti sırasında tam önümüze iki hanım geldi; onlar belli ki o güzelim Alevi geleneğiyle yetişmiş, sayıları gittikçe azalan insanlardandılar; hele biraz daha yaşlı olanı Yusuf çalıp söylerken sürekli gözün sildi, ellerin iki yana sallayıp oturduğu yerde semahlar yaptı.
Sözün kısası, uzun süredir yaşamadığımız bir gün yaşattı Yusuf Başaran bize; halkımızın güzel deyişiyle, elleri dert görmesin!
Bir teşekkür de kapılarını bu tür nitelikli etkinliklere açık tutan Barış Manço Kültür Merkezi’ne, yöneticisi Cuma Bolat’a elbet.
*
İş Bankası Kültür Yayınları, Ruken Kızıler yönetimindeki araştırma-inceleme dizisinde Cavit Orhan Tütengil’in Bütün Eserleri’nin ilkini basıp gönderdi: Atatürk’ü Anlamak ve Tanımlamak.
Deniz Tütengil Mazlum’un danışmanlığıyla yayına hazırlanmış kitaba Server Tanilli bir önsöz yazmış; biçimlendirme yine Birol Bayram’ın; gerekli dipnotlarını hazırlayan, düzeltileri yapansa Pınar Güven.
En güzeli bu değerli yapıt almanızdır elbet; ben yalnız kitabın sonundaki “Özet Olarak” adlı bölümden kısa bir alıntıyla yetineceğim:
“14. Atatürkçülüğün ilkeleşen başlıca hedefleri, ulusal tam bağımsızlık, çağdaşlaşma, ulusal egemenliktir. Yeni kurulan devletin dışa karşı tam bağımsız olması, içte de ulusal egemenliğe dayanan bir yönetim öngörmesi ve toplumu çağdaş uygarlık düzeyinin bile üstüne çıkarmak istemesi, Atatürkçülüğün aynı zamanda temel ülküsüdür. Bu ülküsel hedeflere ulaşabilmek için de halkçılık, devletçilik, devrimcilik, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik ilkeleri yöntem olarak, araç olarak benimsenmiştir. Hepsinin özünde de akılcı bir felsefe yatmaktadır.
Atatürk ilkeleri bu amaçlara ulaşma yolunda bir bütündür; tek tek ele alınıp yorumlanamaz ve uygulanamaz. Atatürk Devrimi ve Atatürkçülük belirli siyasal yönlerden değil, Türkiye ve dünya gerçekleri açısından bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Yeniliğe, ileriye dönük bu ulusal devrimci dünya görüşü, inanıyoruz ki gün geçtikçe yeni çağdaş yorumlarla tarih içindeki gerçek sağlam biçimde alacaktır. (1973)”
Atatürk’ün sağlam ilkeleri yerli yerinde duruyor, düşünsel olarak; ama küresel yağmaya doyamayan şaşkın açgözlüler 10 Kasım 1938’den beri, dünyanın dört bir yanından amansızca saldırıyorlar bu ilkeleri de, Türk ulusunu da, hattâ o benzersiz insanın adını bile yeryüzünden ve üstünde yaşayanların belleklerinden silip atmak için. Ben de buna küresel harakiri diyorum; bakalım hangi atılım ağır basacak: bugün Fidel’de, Chavez’de, Morales’te yaşamaya devam eden Atatürk bakışı mı, bir avuç zırdeli uğruna şu güzelim mavi gezegeni harcama mı?
*
Kaynak Yayınları yeni kitaplarını gönderdi; bunların ilki sıra dışı bir insana, sevgili İlmiye Çığ’a saygı için basılmış: Muazzez İlmiye Çığ’a Armağan Kitap:Cumhuriyet’e Adanan Ömür.
Alt başlık çok doğru, gerçekten ömrünü Atatürk Cumhuriyetine, aydınlığa adamış İlmiye Çığ. 1914’te başlayan yaşamının 70 yılını insanlığın gerçek uygarlığının izlerini, kanıtlarını bulup göstermeye harcamış; ne büyük bir talih, ne dolu, tutarlı bir yaşam!
İkinci kitap Hüner Tuncer’in önemli bir incelemesi: Diplomasinin Evrimi/ Gizli Diplomasiden Küresel Diplomasiye. Sevgili Hüner Tuncer, adın yakışan bir hünerle, diplomasi denen uluslar arası ilişkilerin Hitit ve Mısı’dan başlayıp günümüze dek geçirdiği evreleri ayrıntılı olarak inceleyip gözler önüne seriyor yapıtında.
Sonraki iki kitap, Yıldırım Koç’un, Emekçi Kitaplığı dizisinde basılmış 3. ve 4. çalışmaları: İşçi Sınıfı ve Sendika Sorunlarına Ulusalcı Çözüm ile Emperyalizm Ve Türkiye Sendikacılığına Etkileri. Adlarından anlaşılacağı üzere, emekçilerin somut sorunlarını ele alan iki çalışma.
İki yeni şiir kitabı da Berfin’den geldi: Mine Özdemirtaş’ın Gece Zamandır Sadece adlı yapıtı ile Ayla Yakıcı’nın Karanlığın İçindeki Işık/Işığın İçindeki Karanlık’ı.
*
Sevgili dostum İbrahim Zaman, Belediye’nin Taksim Sanat Galerisi’nde, iki salonu dolduran sıra dışı bir sergi açtı. Fotoğraf sevenler onun bu yıl sanatsal uğraşında 50. yılı tamamladığını biliyordur. Sergi de zaten bu emeği taçlandırmak üzere düzenlenmiş; bir de kitap basmışlar, özenle: İbrahim Zaman, Işığın İzinde 50. Yıl.
Umarım sergi açıkken gidip kendinize, şu karman çorman toplumsal-siyasal ortamda, gerçek bir görsel şölen çekmişsinizdir.
Gözümün bebeği İbrahimcim, ışıklı yolun hiç kapanmasın canım!
*
Sağolsun, Ruken Kızıler beni Kırmızı yayınlarından Pınar Güven’le tanıştırdı, o da yayınları yöneten Fahri Özdemir’le; geçen sabah çaya gittim, söyleştik, hem yayınevini, hem yayınları gördüm. Yanlış anımsamıyorsam, sevgili Özdemir İnce Can yayınlarından ayrılırken kuruluyordu bu yayınevi; şimdiye dek bastıklarına baktım da, epey güzel, önemli yapıt kazandırmışlar okura. Çıkarken bir bölümün armağan ettiler, onları da anayım.
İlki, 2009 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazanan Gönül Çolak’ın kitabı: Komi ve Kemikler.
Arka kapağında Tarık Dursun’un, Ülkü Tamer’in övgüleri; okunacakların başına koydum elbet.
Joseph Heller’den bir roman, Sanatçının Yaşlı Bir Adam Olarak Portresi. Dilimize Ülker İnce kazandırmış.
Bir roman da ünlü besteci Ravel’in son on yılını anlatan gerçekle kurmaca arası bir çalışma; Jean Echenoz yazmış, Beki Haleva çevirmiş,
Üçüncü romansa, Bortho Strauss’ın Evlerde Uyun Uyanık Yalanlar’ı; bu yapıtı da dilimize Yılmaz Onay kazandırmış.
Son kitap, günümüzün, çağımızın yarattığı temel bir sorunu ele alıyor: dünyamızın kaynaklarına el koymak, üzerinde yaşayanları sessiz, tepkisiz, sıradan emekçi yığınlarına dönüştürmek isteyen Batılı sömürgecilerin, üstelik çoğu zaman içlerinden akıllı yetenekli çocuklarını alıp 365 gün, 24 saat akla gelen gelmeyen tuzaklar kurmakta kullandıkları halk topluluklarının yavaş yavaş eritilmelerini, kimliksiz kişiliksiz bırakılmalarını irdeliyor; bu topluluklardan üçünü seçmiş, onların yok edilişini incelemiş. Yazarı, Ali Murat İrat; yapıtın adı, Modernizmin Erittikleri: Süniler, Şiiler ve Aleviler.
Görüldüğü gibi, iş olsun diye basılmamış, insanı düşünmeye, uyanık kalmaya çağıran yapıtlar hepsi. Emeği geçenleri kutluyorum.
Çalışkan-üretken dostum Ahmet Say da kitaplarını gönderdi. Kimisini kendisi Müzik Ansiklopedisi Yayınları’nda basmış: Müzik Öğretimi, Müzik Yazıları,Müzik Tarihi ve üç kocaman ciltlik Müzik Ansiklopedisi.
Öbürleriyse Evrensel Basım Yayın’ın: Mozart, İpek Halıya Ters Binen Kedi, Kocakurt adlı roman, Güneşin Savrulduğu Yerden/Bingöl Hikâyeleri.
Oğlu Fazıl Say’ın da iki çalışması çıktı kutudan: Ahmet’in Müzik Ansiklopedisi Yayınları’nda bastığı Uçak Notları ile Fazıl’ın Metin Altıok’un şiirlerine dayanarak yazdığı-bestelediği Metin Altıok Ağıtı.
Söz sevgili Metin Altıok’tan açılmışken, yazıyı onun bir şiiriyle bitirelim.
SONE- I
Sevgilim bak, geçip gidiyor zaman;
Aşındırarak bütün güzel duyguları.
Bir yarım umuttur elimizde kalan,
Göğüslemek için karanlık yarınları.
Ağzımda ağzının silinmez ılık tadı,
Damağımda kösnüyle gezinirken;
Yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı,
Dışarıda rüzgâr acıyla inilderken.
Unutulmuyor ne tuhaf dünyanın işleri,
Seninle bir döşekte sevişirken bile.
Düşünüyorum hüzünlü genç anneleri,
Çarşılarda, pazarda ellerinde file.
Bu kekre dünyada yazık geçit yok aşka;
Bir şey yok paylaşacak acıdan başka.
1 Mayıs 2009 Cuma
“AYDIN KARANLIĞI”
Bu yılki Film Şenliği’de, öteden beri merakla yolunu gözlediğimiz Bertrand Tavernier büyük düş kırıklığına uğrattı bizi; herhalde Amerikan parasıyla Amerika’da çektiği Sislerin İçinden inanılmaz derecede ucuz bir kandırmacaydı. Onca yıllık onurlu geçmişine yakışmayan bu çorbaya her şeyden bir tutam katmıştı: sözümona Zenci düşmanlığı, çeteleşme, kızların cinsel sömürüsü, Amerikayı kasıp kavuran uyuşturucu bağımlılığı. Bunlar aslında gerçek, somut sorunlar; ama ele alınışları peri masalından dana rezilce: özel bir hafiye, filmin bayında, deli gibi araba süren bir sinema oyuncusuyla sevgilisinin ardına düşüyor; bir köşede kıstırıyor, ayakta duramayacak kadar içki+uyuşturucu almış adamı sevgilisine emanet edip yolluyor. Filmin ileriki sahnelerinde, artık iyice dökülen delikanlıyı, hastane yerine evine alıyor; ve inanılmaz bir mucize, oğlan iki günde kuzuya dönüyor, evde uslu uslu gezinmeye başlıyor!
Başka bir ucuz sahnede, bu ayyaş oyuncuyla sevgilisini, deli gibi sürüp bir koyda sarmaşıklara dolanan motorlarından kurtarmaya gittiğinde, yağmurdan korumak üzere ceketini çıkarıp kıza veriyor; o ıssız yerde, bilinmeyen bir elin ateşlediği tüfek, bizim ayakta zor duran, ama gerektiğinde kapı gibi adamları bir yumruk, bir diz vuruşuyla deviren hafiye yerine dan diye kızı vuruyor.
Derken efendim, zehir hafiyemiz, kadın tellallarının ardına düşüyor; bir bekleme yerinde, telefonla arattırıp kim olduğunu öğrendiği Zenci pazarlayıcıyı, hem de ayakyolunda kıstırıp bir dövüyor, pestilini çıkarıyor; burada da dövdüğü boyu kendinden uzun, güçlü kuvvetli bir genç. Olur mu? Tavernier yazıp çekince oluyor bal gibi.Adamı böyle haşat ettikten sonra, melek sahnesine geçiyoruz: cüzdanını çıkarıp adamın pazarlamaya hazırlandığı iki genç kıza veriyor, hadi evlerinize dönün, uslu uslu yaşayın diyor. Allah, Allah! Demek ki o kızlar keyiflerinden denemek istemişler parayla sevişmek nasıl oluyor diye; oysa Amerika ve dünya açık işlerle kaynıyor, ne zaman istersen, istediğin işe girebilirsin; beğenmezsen hemen ertesi gün değiştirebilirsin!
Ee, öyküyü bu kadar tutarsız, ucuz yazmaya razı olduktan sonra, işin kolay; Kara kadın tellalının hesabın gördükten sonra, sıra Beyaz patrona geliyor. Bu filmde dünyayı kasıp kavuran gerçek çeteye, CFR’ye, oradaki anlı şanlı adamlara ilişemeyiz elbet. Olsa olsa, bizim ayyaş oyuncunun göbekli patronuyla uğraşabiliriz. O amca da kaşınıyor zaten, bizim Zehir Hafiye’nin evlat edindiği kızı kaçırtıyor. Eh, işte o zaman cezayı hak ediyor: kafasına beline indirilen beyzbol sopasıyla işi bitiyor. Bir de bakıyoruz, ne Amerika’da, ne dünyada tek bir çete kalmış!
Keşke Tavernier de gelmiş olsaydı filmin gösterimine, ve daha önce almamışsa, ona da alkışlarla özel bir ödül verilseydi ömür boyu sinema sanatına katkılarından ötürü!
Ama aslında boşa konuşan benim: çoğunluğu Amerikalı 12 ailenin 200 kişisi dünyadaki gelirin %90’ına el koyarken sinema, roman, şiir, oyun, resim ya da yontu bu çürümenin dışında kalabilir mi?
Evet, kalabildiği yerler var; Küba, Güney Amerika ülkeleri. Nitekim onlardan birinden, Şili’den gelen bir belgesel bizi kendimize getirdi: yıllardır büyük bir keyifle dinlediğimiz İnti İllimani topluluğunun öyküsünü özetleyen Bulutların Şarkı Söylediği Yerde adlı belgesel.
Filmde, bir küme üniversite öğrencisinin, hem kendi halklarının, hem de And Dağları’nda yaşayan bütün öbür halkların müziklerini değerlendirmek, canlandırmak üzere bir araya gelişleri; önce yerel sanatçılardan yararlanarak, sonra yavaş yavaş okul bitirmişlere yönelerek gerçekten özgün bir müzik dili oluşturmaları; ayrıca yalnız şarkı söylemekle kalmayıp ülkelerinin toplumsal-siyasal tarihini, oluşumunu dile getirmeleri, kim zaman öncü, bayrak oluşları anlatıldı. Bu anlamlı girişimin toplumsal bir bedeli var elbet; iyi ki topluluğun temel direklerinden biri olanVictor Jara gibi spor alanında öldürülmüyor, o sırada bulundukları İtalya’ya sığınıyorlar. Ve tam 15 yıl çekiyorlar bu görece hafif sürgün cezasını. Sonra Amerikan uşağı zorbadan kurtulan ülkelerine dönüşleri; yaşanan büyük sevinç. Güney Amerika halklarının müziklerine hak ettiği yerine kazandırma çabasının sürmesi; topluluktan ayrılan eski üyeler, yerine gelen gençler. Kısacası, her açıdan gerçek bir görsel-işitsel şölen.
Yıl içinde NTV’nin belgesel kuşağında gösterilecek bu çarpıcı yapıt; sakın kaçırmayın.
Tavernier bize düş kırıklığının en acısını yaşatırken, bir başka usta, Francesco Rosi, 1964 yılında çektiği Salvatore Giuliano ile içimize sular serpti.
Rosi de siyaset-mafya ilişkisini, iç içeliğini ele almıştı; ama ne büyük bir dürüstlükle, ne çarpıcı bir anlatımla! Ve İtalyan sinemasına, Rosi’nin ömür boyu süren düzeyine uygun bir gerçekçilikle: Tavernier’nin Hollywood sinemasına ayak uydurup bireyleri öne çıkarmasına karşılık, Rosi Usta herkesi yerli yerinde tuttu; filme adını veren Giuliano da, bütün öbür kişiler de, kurumlar da, sıradan halk da aynı saygılı yaklaşımla işlendi. Çünkü Rosi ortada bir aksaklık varsa, bunun sorumlusunun şu ya da bu birey değil, kurulu düzen olduğunu çok iyi biliyordu.
Böylece, yüzlerce film arasından seçtiğimiz üç filmin ikisinde, sinemadan arınmış, iyiye, güzele, soyluya çağrılmış olarak çıktık. Az şey mi?
*
İş Bankası Kültür Yayınları’nda Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi’ni yöneten çalışkan, titiz, alçakgönüllü dostum Ali Alkan İnal, aynı yayınların Türk Edebiyatı dizisinde yayınlanmış son romanı Şimdi Sadece Ona Bir Ad Koyman Gerek’i gönderdi.
Adından da anlıyorsunuzdur, roman, günümüzün karışık, karmaşık, karanlık dünyasında yaşayan insanın öyküsünü anlatıyor. Alkan bu anlatımda çağımız sanatının sinemada, yazında sık sık kullandığı biçemden yararlanmış: birbirinden kopuk gibi duran, iç içe geçmiş, dışarıdan karman çorman gözüken parçacıklar. Yaşamımızı oluşturan her şey, sevinç, keder, acı, üzüntü, korku, kaygı, umut…hepsi var ama o parçacıklarda.
Zaten romanın kahramanı El Tayr da şöyle diyor bir yerde:
“Unutmak istediklerimi hatırlamak için parça parça bölüp, sonra bir daha geçeceğimi bildiğim yolda ardımda bırakarak yürüdüm. Masal bu. Bitti.”
Anlayacağınız, ancak sıra dışı, ince dokunuşları sevenlere seslenen bir yapıt.
*
Yine İş Bankası Kültür Yayınları, Ruken Kızıler yönetiminde, Kayıp Şairler dizisinde Nevzat Üstün’ün Ak Yeşil Kavak Ağaçları ile Halim Şefik’in Otopsi adlı kitaplarını özgün biçimleriyle yeniden basıp unutulmaktan kurtarmış.
*
Başka bir çalışkan dostum Mehmet Kıyat, Ankara ve İstanbul’daki galerilerinde seçkin sergileri sürdürürken asıl sevdasına, şiire hiç ara vermedi; geçen gün gittiğimde, Oktay Şimşek’in Papirüs yayınlarında bastığı iki yeni kitabını armağan etti : Aydın Karanlığı ve İyiliğin Belleği Olmaz.
Nihal Kartal’ın tasarımıyla pırıl pırıl basılmış kitaplardan birkaç şiiri paylaşalım:
Aydın Karanlığı
Bu bir aydın karanlığı dostum
Sözle yazı karışmış birbirine.
Duyarsızlığa Bekçi
Duyarsızlığa bekçi bir kuşakla
Tadını çıkaramayız geleceğin.
Kör Bencillik
Teneke sesinde
yağmacı ve övüngen
Bir çıkar diliminden ötekine
Yaşamdan haberi yok
sevinci bilmiyor
Çarpıtmalar
Yapaylıkla kucak kucağa
Suç ortağı kıskançlık
Kuyu kazmalara çalışarak
Gülünç korkusuna yontular yapıp
Kör bir bencillikte
martısına deniz bulamıyor
Boşuna çabalarda
gerçeğin elini keserek
Çaptan düşen aymazlığın çemberinde
Yanlış duyumsamalarda beklettiği geleceğe soyunup
Döküntüler
uyuz varsayımlara ödüller veren
Fısıltının ekmeğine yağ sürüp akşamları
Güvensiz kanıtları geceye gizleyip
kaçarak
Dar sokaklarda
hiçlikle dost
karanlıkla oynaşıyor.
Başka bir ucuz sahnede, bu ayyaş oyuncuyla sevgilisini, deli gibi sürüp bir koyda sarmaşıklara dolanan motorlarından kurtarmaya gittiğinde, yağmurdan korumak üzere ceketini çıkarıp kıza veriyor; o ıssız yerde, bilinmeyen bir elin ateşlediği tüfek, bizim ayakta zor duran, ama gerektiğinde kapı gibi adamları bir yumruk, bir diz vuruşuyla deviren hafiye yerine dan diye kızı vuruyor.
Derken efendim, zehir hafiyemiz, kadın tellallarının ardına düşüyor; bir bekleme yerinde, telefonla arattırıp kim olduğunu öğrendiği Zenci pazarlayıcıyı, hem de ayakyolunda kıstırıp bir dövüyor, pestilini çıkarıyor; burada da dövdüğü boyu kendinden uzun, güçlü kuvvetli bir genç. Olur mu? Tavernier yazıp çekince oluyor bal gibi.Adamı böyle haşat ettikten sonra, melek sahnesine geçiyoruz: cüzdanını çıkarıp adamın pazarlamaya hazırlandığı iki genç kıza veriyor, hadi evlerinize dönün, uslu uslu yaşayın diyor. Allah, Allah! Demek ki o kızlar keyiflerinden denemek istemişler parayla sevişmek nasıl oluyor diye; oysa Amerika ve dünya açık işlerle kaynıyor, ne zaman istersen, istediğin işe girebilirsin; beğenmezsen hemen ertesi gün değiştirebilirsin!
Ee, öyküyü bu kadar tutarsız, ucuz yazmaya razı olduktan sonra, işin kolay; Kara kadın tellalının hesabın gördükten sonra, sıra Beyaz patrona geliyor. Bu filmde dünyayı kasıp kavuran gerçek çeteye, CFR’ye, oradaki anlı şanlı adamlara ilişemeyiz elbet. Olsa olsa, bizim ayyaş oyuncunun göbekli patronuyla uğraşabiliriz. O amca da kaşınıyor zaten, bizim Zehir Hafiye’nin evlat edindiği kızı kaçırtıyor. Eh, işte o zaman cezayı hak ediyor: kafasına beline indirilen beyzbol sopasıyla işi bitiyor. Bir de bakıyoruz, ne Amerika’da, ne dünyada tek bir çete kalmış!
Keşke Tavernier de gelmiş olsaydı filmin gösterimine, ve daha önce almamışsa, ona da alkışlarla özel bir ödül verilseydi ömür boyu sinema sanatına katkılarından ötürü!
Ama aslında boşa konuşan benim: çoğunluğu Amerikalı 12 ailenin 200 kişisi dünyadaki gelirin %90’ına el koyarken sinema, roman, şiir, oyun, resim ya da yontu bu çürümenin dışında kalabilir mi?
Evet, kalabildiği yerler var; Küba, Güney Amerika ülkeleri. Nitekim onlardan birinden, Şili’den gelen bir belgesel bizi kendimize getirdi: yıllardır büyük bir keyifle dinlediğimiz İnti İllimani topluluğunun öyküsünü özetleyen Bulutların Şarkı Söylediği Yerde adlı belgesel.
Filmde, bir küme üniversite öğrencisinin, hem kendi halklarının, hem de And Dağları’nda yaşayan bütün öbür halkların müziklerini değerlendirmek, canlandırmak üzere bir araya gelişleri; önce yerel sanatçılardan yararlanarak, sonra yavaş yavaş okul bitirmişlere yönelerek gerçekten özgün bir müzik dili oluşturmaları; ayrıca yalnız şarkı söylemekle kalmayıp ülkelerinin toplumsal-siyasal tarihini, oluşumunu dile getirmeleri, kim zaman öncü, bayrak oluşları anlatıldı. Bu anlamlı girişimin toplumsal bir bedeli var elbet; iyi ki topluluğun temel direklerinden biri olanVictor Jara gibi spor alanında öldürülmüyor, o sırada bulundukları İtalya’ya sığınıyorlar. Ve tam 15 yıl çekiyorlar bu görece hafif sürgün cezasını. Sonra Amerikan uşağı zorbadan kurtulan ülkelerine dönüşleri; yaşanan büyük sevinç. Güney Amerika halklarının müziklerine hak ettiği yerine kazandırma çabasının sürmesi; topluluktan ayrılan eski üyeler, yerine gelen gençler. Kısacası, her açıdan gerçek bir görsel-işitsel şölen.
Yıl içinde NTV’nin belgesel kuşağında gösterilecek bu çarpıcı yapıt; sakın kaçırmayın.
Tavernier bize düş kırıklığının en acısını yaşatırken, bir başka usta, Francesco Rosi, 1964 yılında çektiği Salvatore Giuliano ile içimize sular serpti.
Rosi de siyaset-mafya ilişkisini, iç içeliğini ele almıştı; ama ne büyük bir dürüstlükle, ne çarpıcı bir anlatımla! Ve İtalyan sinemasına, Rosi’nin ömür boyu süren düzeyine uygun bir gerçekçilikle: Tavernier’nin Hollywood sinemasına ayak uydurup bireyleri öne çıkarmasına karşılık, Rosi Usta herkesi yerli yerinde tuttu; filme adını veren Giuliano da, bütün öbür kişiler de, kurumlar da, sıradan halk da aynı saygılı yaklaşımla işlendi. Çünkü Rosi ortada bir aksaklık varsa, bunun sorumlusunun şu ya da bu birey değil, kurulu düzen olduğunu çok iyi biliyordu.
Böylece, yüzlerce film arasından seçtiğimiz üç filmin ikisinde, sinemadan arınmış, iyiye, güzele, soyluya çağrılmış olarak çıktık. Az şey mi?
*
İş Bankası Kültür Yayınları’nda Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi’ni yöneten çalışkan, titiz, alçakgönüllü dostum Ali Alkan İnal, aynı yayınların Türk Edebiyatı dizisinde yayınlanmış son romanı Şimdi Sadece Ona Bir Ad Koyman Gerek’i gönderdi.
Adından da anlıyorsunuzdur, roman, günümüzün karışık, karmaşık, karanlık dünyasında yaşayan insanın öyküsünü anlatıyor. Alkan bu anlatımda çağımız sanatının sinemada, yazında sık sık kullandığı biçemden yararlanmış: birbirinden kopuk gibi duran, iç içe geçmiş, dışarıdan karman çorman gözüken parçacıklar. Yaşamımızı oluşturan her şey, sevinç, keder, acı, üzüntü, korku, kaygı, umut…hepsi var ama o parçacıklarda.
Zaten romanın kahramanı El Tayr da şöyle diyor bir yerde:
“Unutmak istediklerimi hatırlamak için parça parça bölüp, sonra bir daha geçeceğimi bildiğim yolda ardımda bırakarak yürüdüm. Masal bu. Bitti.”
Anlayacağınız, ancak sıra dışı, ince dokunuşları sevenlere seslenen bir yapıt.
*
Yine İş Bankası Kültür Yayınları, Ruken Kızıler yönetiminde, Kayıp Şairler dizisinde Nevzat Üstün’ün Ak Yeşil Kavak Ağaçları ile Halim Şefik’in Otopsi adlı kitaplarını özgün biçimleriyle yeniden basıp unutulmaktan kurtarmış.
*
Başka bir çalışkan dostum Mehmet Kıyat, Ankara ve İstanbul’daki galerilerinde seçkin sergileri sürdürürken asıl sevdasına, şiire hiç ara vermedi; geçen gün gittiğimde, Oktay Şimşek’in Papirüs yayınlarında bastığı iki yeni kitabını armağan etti : Aydın Karanlığı ve İyiliğin Belleği Olmaz.
Nihal Kartal’ın tasarımıyla pırıl pırıl basılmış kitaplardan birkaç şiiri paylaşalım:
Aydın Karanlığı
Bu bir aydın karanlığı dostum
Sözle yazı karışmış birbirine.
Duyarsızlığa Bekçi
Duyarsızlığa bekçi bir kuşakla
Tadını çıkaramayız geleceğin.
Kör Bencillik
Teneke sesinde
yağmacı ve övüngen
Bir çıkar diliminden ötekine
Yaşamdan haberi yok
sevinci bilmiyor
Çarpıtmalar
Yapaylıkla kucak kucağa
Suç ortağı kıskançlık
Kuyu kazmalara çalışarak
Gülünç korkusuna yontular yapıp
Kör bir bencillikte
martısına deniz bulamıyor
Boşuna çabalarda
gerçeğin elini keserek
Çaptan düşen aymazlığın çemberinde
Yanlış duyumsamalarda beklettiği geleceğe soyunup
Döküntüler
uyuz varsayımlara ödüller veren
Fısıltının ekmeğine yağ sürüp akşamları
Güvensiz kanıtları geceye gizleyip
kaçarak
Dar sokaklarda
hiçlikle dost
karanlıkla oynaşıyor.
1 Nisan 2009 Çarşamba
HALKIN OLMAYAN ERKİ
Yerel seçimler, hani şu dillerden düşürülmeyen demokrasinin, halkerkinin, Küba ve şimdi onun sağlıklı yoluna girmeye başlayan Güney Amerika ülkeleri dışında hiçbir yerde bulunmadığını, bulunamayacağını bir kez daha kanıtladı.
Önünüze bir Türkiye haritası koyup bakın, ilerici, kurtarıcı olduğu söylenen, öyle olması hâlâ umulmak istenen CHP’nin Belediye Başkanlıklarını aldığı illere bakın; anamalcı düzensizliğin allak bullak ettiği toplumsal yaşama; kökünden sarstığı çağdaş bilimsel eğitime; en zehirli masalları 24 saat yayan basılı ya da görsel iletişim araçlarına karşın, halkın yine de henüz o kadar aç kalmadığı, çevrilen dolapları öğrenip düşünebildiği; daha da önemlisi, başkan adayı olarak her şeye karşın yalnız kendi seçmenlerini değil, bütün yöre halkını gözetip düşünebilen insanların ortaya çıkabildikleri iller ilçeler.
Peki ya ülkenin geri kalan yanları, başka bir deyişle ezici çoğunluğu?
Oralarda her şey acıklı mı acıklı; toprak ya da siyaset ağaları koşulsuz egemen; halk tam anlamıyla köle gibi; ya kandırıcı yerel yağmaya ortak oluruz umudunda, ya da küresel uyutmanın kıskacında bağımsız bölge, devlet oluruz, televizyonların dünya cenneti (?) olarak gösterdikleri Avrupa’ya, Amerika’ya benzer bir elimiz yağda bir elimiz balda yaşarız masalıyla uyumuş durumda.
Kemâl Kılıçdaroğlu gibi dürüst, alçakgönüllü, tutarlı bir insan yetiştirebilmiş Tunceli, ezici çoğunlukla ABD, AB hokkabazlarının tuzağına düşmüş olarak çıktı seçimden.
Evet ama kusur orada yaşayan insan kardeşlerimizin mi? İnsanların beyinlerindeki en son katmanı, alın bölgesindeki yumruları kullanabilmeleri için, hiç değilse Edirne, İzmir, Antalya, Eskişehir halkı kadarcık rahatlık ve güven içinde olmaları gerekir; Tunceli ya da Diyarbakır, Van halkı kadar sıkıştırılırsa, ancak en alttaki timsah beynini kullanabilir; canlı kalabilmek için gözünü kırpmadan benzerlerini öldürmeye; eline geçen, gözünün gördüğü her şeyi talan etmeye; belediye başkanlığı ya da muhtarlık için kandaşını, hısımını bile kıtır kıtır kesmeye girişir. Ve bütün bunları o korkunç büyüleyici sözcük uğruna yaptığını sanır: demokrasi.
Oysa, hep yineliyorum, toprağı işleyerek ilk uygarlığı geliştirmiş olan çiftçi atalarımızın bıraktıkları yerden alıp uygarlığı hani şu kent denen, gün geçtikçe cehenneme döndürdüğümüz yerleşim birimlerine taşıyabilmemiz için anaerkil düzenin sağladığı vazgeçilmez şeyin, kesin kadın erkek eşitliğinin yaratılması; başka bir deyişle hepimizi yetiştirecek anaların Köy Enstitüleri’ndeki ya da Küba’daki gibi en son bilgilerle donatılmaları gerekirdi.
Sevgili Çağrı Kınıkoğlu’nun filmi Nâzım’ın Küba Yolculu’ndaki orta yaşlı hanımın dediği gibi, 1959’dan bu yana eğitilip donatılan Kübalı kadınların, kızların elinden kimse geri alamaz artık aydınlığı, kişiliği, gerçek devrimciliği.
Ama anamalcı düzensizliğin baş bekçisi ABD’nin pençesinde yaşayan ülkelerde bunun tomurcuklanabilmesi için daha çok acılar çekilecek, çok canlar verilecek.
Üstelik, hastalığın nereden kaynaklandığını, kuruluş yıllarının başlarında, 1802’de, henüz çıldırmamış başkanlarından biri, Thomas Jefferson; Maliye Bakanı arkadaşına yazdığı mektupta bakın neler demiş:
“Özel bankalar, özgürlüklerimiz açısından, savaşa hazır bekleyen ordulardan çok daha tehlikelidir. Amerikan halkı parasının denetimini onlara bırakırsa, özel bankalar ve çevrelerinde büyüyüp serpilecek bütün öbür kurumlar önce para şişkinliğiyle, sonra işsizlik ve durgunlukla, insanları her şeyden yoksun bırakır; çocukları, günün birinde, atalarının ele geçirdiği bu topraklarda bir de uyanırlar ki, ne evleri kalmış ne barkları.”
Nasıl gerçekçi bir öngörü değil mi?
Ama dahası var: bu mektupta uyarılmaya, korunmaya çalışılan Beyaz Avrupalı talancılar güzelim Amerika topraklarını yakıp yıkarken, bilge, uygar Kızılderilileri de, temel besin kaynakları bizonları da kıyımdan geçirirken, doğayla uyumlu yaşamayı işin başına koymuş bu insan kardeşlerimizin önderlerinden biri, Reis Seattle da, 1854’te dönemin Başkanı’na mektup yazmış:
“Topraklarımızı satın almak istiyorsunuz; sizin için toprak alınıp satılan bir şeydir; bizim içinse kutsaldır, atalarımızın ruhunu, anılarımızı, her şeyimizi barındırır. Ve bu toprak üzerindeki her şey, bir bakıma kan bağıyla, birbirine bağlıdır. Havaya, suya, buluta, yağmura, su kıyısındaki kurbağaya sevgi saygı göstermeyi bilemezseniz, çölleştireceğiniz dünyada, inleye inleye can verirsiniz!” demiş.
Demiş ama, bankacılar, ortakları, parayla oynattıkları siyasetçiler, askerler kulak asabilir miydi bu uyarılara? O zavallı şaşkın yaratıklar küresel harakiri’den başka bir şey yapamazlar.
Dünyayı baba oğul Bush’ların birer canavar olduklarına inandırıp, yerine ince, kıvrak, güzel dans eden Obama’yı geçirdiler, milyonlarca sokak ya da televizyon izleyicisinin bir karış açık ağızları karşısında.
Ama bu yeni kırma büyücü çırağı, örneğin motor devi (?) General Motors’un yana yakıla beklediği dolarcıkları bulup veremiyor; bulamaz, veremez elbet çünkü arkasında gerçek bir üretim kalmamış o sanal dolarların. İlk Körfez Savaşı’ndan beri Ortadoğu halkların kırarak, silah üretimiyle, petrol yağmasıyla iyi kötü ayakta durdular, ya da duruyormuş gibi yutturdular. Ama artık ona da olanak kalmadı; durum bütün çıplaklığıyla ortaya dökülmeye başladı; birbiri ardından kapanan işyerleri, sokağa atılan milyonlarca insan.
Şimdi, Orta Asya petrollerine ve öbür kaynaklarına rahatça el koyabilmek üzere, Türk askerini Afganistan’a, Pakistan’a sürebilmek için geliyor bin bir tantanayla. Korkudan ödü patlayarak, yolda burnum kanar benimkinden bulamam, kan yitiminden ölürüm diye uçağına üç beş kandaş köle alarak geliyor.
Ve bütün bu rezillikler dünyaya gerçek halk yönetimi, demokrasi diye anlatılıyor bıkıp usanmadan!
Sonra ülkemde kimi iyiniyetli insanlar, Bilim Teknik dergisinin kapağına Darwin ve evrim kuramı konamadı diye yeri yerinden oynatmaya kalkıyor; gözü kör gericilik, acımasızca, inatla bütün dünyayı soyup soğana çevirme kararı bizim geç kalmış gözü dönmüşlere özgüymüş gibi!
Dedim ya, önümüzde çok büyük acılar, inanılmaz kırımlar duruyor.
*
Neyse, bu yol uzun, acı, çileli.
Gelin yine sanata, şiire sığınalım.
Beyoğlu’nda yürürken, sevgili Turgay Fişekçi çıkageldi karşıdan; kucaklaştıktan sonra küçük el torbasını açtı, bunu sana armağan edeyim bari deyip son kitabını imzaladı: Hep Seni Sevdim/ Bir sürgünün Paris Günleri.
Adından da anlaşılacağı gibi, ülkemizdeki siyasal baskıdan kaçıp Paris’e sığınan Yusuf ile Aslı arasındaki sevdayı temel alan roman bu kentle, İstanbul’la, yurdumuzla, dünyayla ilgili bir sürü düşünceyi, çağrışımı söyleşi havasında yansıtıyor okura.
Günlük yaşamın yıpratıcı vuruşlarından yorulanlar için bire bir.
*
Sevgili dostum Nihat Ziyalan, hiç beklemediği zamanda çok uzaklara, Avustralya’ya savrulmuştu. Oralarda ne yaptı, nasıl yaşadı, geçimini neyle sağladı, bilmiyorum. Başka bir can dostum, ressam Muhsin Kut, aynı ülkede, inanılmazı başarıp yıllarca sana fabrikasında işçilik yapmak zorunda kalmıştı da…
Ama sevgili Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın güzelim deyişiyle, ses bağrağı’yla, Türkçe’yle ilişkisini hiç kesmedi; sürekli yazdı, üretti; öyküleri, şiirleri eksik olmadı dergilerden.
Varlık yayınevi, Yasakmeyve dizisinde yayınlandı son şiirlerini; sağolsun, bana da yollatmış Tomurcuk Sevda’yı. Gelin oradan bir şiiri birlikte okuyalım.
On kilo
İlkokulu bitirdiğimde,
keşfettim seyretmeyi.
Körüğü;
örsle çekiç arasında biçimlenen,
kora kesmiş pelteyi.
Demircinin karşısında;
dikilip dura, boynum uzayıp giderken,
fark etti babam.
Çekiç, balyoz seslerinin ortasına
çırak koydu beni.
Hemen tutturulan balyozu elimde tartarken;
“ On kilo” dedi ustam,
başladı çekiciyle yol göstermeye.
Üç balyozcu;
Sıram geldiğinde omzum üstünden;
güm!
Örs-balyoz
her vuruşta;
duyumsadım,
biçimlenmeyi gövdemde.
Gözledim yolunu günlerce,
sınıfımdaki kızların.
Babam geçti her gün başını sallayarak,
gözünü kaçırarak annem.
Gümletip on kiloyu;
taş taraklarını biçimlendirdim.
Bekledim kızları;
çıplak tenimde kaysın bakışları,
düşmemek için tutunsunlar yürek vuruşlarıma.
Bekledim,
o sokaktan geçmeyen kızların bakışlarını.
Bekliyorum,
Sydney-Blacktown’da.
Berfin/Bahar, Nisan 2009. s.134.
Önünüze bir Türkiye haritası koyup bakın, ilerici, kurtarıcı olduğu söylenen, öyle olması hâlâ umulmak istenen CHP’nin Belediye Başkanlıklarını aldığı illere bakın; anamalcı düzensizliğin allak bullak ettiği toplumsal yaşama; kökünden sarstığı çağdaş bilimsel eğitime; en zehirli masalları 24 saat yayan basılı ya da görsel iletişim araçlarına karşın, halkın yine de henüz o kadar aç kalmadığı, çevrilen dolapları öğrenip düşünebildiği; daha da önemlisi, başkan adayı olarak her şeye karşın yalnız kendi seçmenlerini değil, bütün yöre halkını gözetip düşünebilen insanların ortaya çıkabildikleri iller ilçeler.
Peki ya ülkenin geri kalan yanları, başka bir deyişle ezici çoğunluğu?
Oralarda her şey acıklı mı acıklı; toprak ya da siyaset ağaları koşulsuz egemen; halk tam anlamıyla köle gibi; ya kandırıcı yerel yağmaya ortak oluruz umudunda, ya da küresel uyutmanın kıskacında bağımsız bölge, devlet oluruz, televizyonların dünya cenneti (?) olarak gösterdikleri Avrupa’ya, Amerika’ya benzer bir elimiz yağda bir elimiz balda yaşarız masalıyla uyumuş durumda.
Kemâl Kılıçdaroğlu gibi dürüst, alçakgönüllü, tutarlı bir insan yetiştirebilmiş Tunceli, ezici çoğunlukla ABD, AB hokkabazlarının tuzağına düşmüş olarak çıktı seçimden.
Evet ama kusur orada yaşayan insan kardeşlerimizin mi? İnsanların beyinlerindeki en son katmanı, alın bölgesindeki yumruları kullanabilmeleri için, hiç değilse Edirne, İzmir, Antalya, Eskişehir halkı kadarcık rahatlık ve güven içinde olmaları gerekir; Tunceli ya da Diyarbakır, Van halkı kadar sıkıştırılırsa, ancak en alttaki timsah beynini kullanabilir; canlı kalabilmek için gözünü kırpmadan benzerlerini öldürmeye; eline geçen, gözünün gördüğü her şeyi talan etmeye; belediye başkanlığı ya da muhtarlık için kandaşını, hısımını bile kıtır kıtır kesmeye girişir. Ve bütün bunları o korkunç büyüleyici sözcük uğruna yaptığını sanır: demokrasi.
Oysa, hep yineliyorum, toprağı işleyerek ilk uygarlığı geliştirmiş olan çiftçi atalarımızın bıraktıkları yerden alıp uygarlığı hani şu kent denen, gün geçtikçe cehenneme döndürdüğümüz yerleşim birimlerine taşıyabilmemiz için anaerkil düzenin sağladığı vazgeçilmez şeyin, kesin kadın erkek eşitliğinin yaratılması; başka bir deyişle hepimizi yetiştirecek anaların Köy Enstitüleri’ndeki ya da Küba’daki gibi en son bilgilerle donatılmaları gerekirdi.
Sevgili Çağrı Kınıkoğlu’nun filmi Nâzım’ın Küba Yolculu’ndaki orta yaşlı hanımın dediği gibi, 1959’dan bu yana eğitilip donatılan Kübalı kadınların, kızların elinden kimse geri alamaz artık aydınlığı, kişiliği, gerçek devrimciliği.
Ama anamalcı düzensizliğin baş bekçisi ABD’nin pençesinde yaşayan ülkelerde bunun tomurcuklanabilmesi için daha çok acılar çekilecek, çok canlar verilecek.
Üstelik, hastalığın nereden kaynaklandığını, kuruluş yıllarının başlarında, 1802’de, henüz çıldırmamış başkanlarından biri, Thomas Jefferson; Maliye Bakanı arkadaşına yazdığı mektupta bakın neler demiş:
“Özel bankalar, özgürlüklerimiz açısından, savaşa hazır bekleyen ordulardan çok daha tehlikelidir. Amerikan halkı parasının denetimini onlara bırakırsa, özel bankalar ve çevrelerinde büyüyüp serpilecek bütün öbür kurumlar önce para şişkinliğiyle, sonra işsizlik ve durgunlukla, insanları her şeyden yoksun bırakır; çocukları, günün birinde, atalarının ele geçirdiği bu topraklarda bir de uyanırlar ki, ne evleri kalmış ne barkları.”
Nasıl gerçekçi bir öngörü değil mi?
Ama dahası var: bu mektupta uyarılmaya, korunmaya çalışılan Beyaz Avrupalı talancılar güzelim Amerika topraklarını yakıp yıkarken, bilge, uygar Kızılderilileri de, temel besin kaynakları bizonları da kıyımdan geçirirken, doğayla uyumlu yaşamayı işin başına koymuş bu insan kardeşlerimizin önderlerinden biri, Reis Seattle da, 1854’te dönemin Başkanı’na mektup yazmış:
“Topraklarımızı satın almak istiyorsunuz; sizin için toprak alınıp satılan bir şeydir; bizim içinse kutsaldır, atalarımızın ruhunu, anılarımızı, her şeyimizi barındırır. Ve bu toprak üzerindeki her şey, bir bakıma kan bağıyla, birbirine bağlıdır. Havaya, suya, buluta, yağmura, su kıyısındaki kurbağaya sevgi saygı göstermeyi bilemezseniz, çölleştireceğiniz dünyada, inleye inleye can verirsiniz!” demiş.
Demiş ama, bankacılar, ortakları, parayla oynattıkları siyasetçiler, askerler kulak asabilir miydi bu uyarılara? O zavallı şaşkın yaratıklar küresel harakiri’den başka bir şey yapamazlar.
Dünyayı baba oğul Bush’ların birer canavar olduklarına inandırıp, yerine ince, kıvrak, güzel dans eden Obama’yı geçirdiler, milyonlarca sokak ya da televizyon izleyicisinin bir karış açık ağızları karşısında.
Ama bu yeni kırma büyücü çırağı, örneğin motor devi (?) General Motors’un yana yakıla beklediği dolarcıkları bulup veremiyor; bulamaz, veremez elbet çünkü arkasında gerçek bir üretim kalmamış o sanal dolarların. İlk Körfez Savaşı’ndan beri Ortadoğu halkların kırarak, silah üretimiyle, petrol yağmasıyla iyi kötü ayakta durdular, ya da duruyormuş gibi yutturdular. Ama artık ona da olanak kalmadı; durum bütün çıplaklığıyla ortaya dökülmeye başladı; birbiri ardından kapanan işyerleri, sokağa atılan milyonlarca insan.
Şimdi, Orta Asya petrollerine ve öbür kaynaklarına rahatça el koyabilmek üzere, Türk askerini Afganistan’a, Pakistan’a sürebilmek için geliyor bin bir tantanayla. Korkudan ödü patlayarak, yolda burnum kanar benimkinden bulamam, kan yitiminden ölürüm diye uçağına üç beş kandaş köle alarak geliyor.
Ve bütün bu rezillikler dünyaya gerçek halk yönetimi, demokrasi diye anlatılıyor bıkıp usanmadan!
Sonra ülkemde kimi iyiniyetli insanlar, Bilim Teknik dergisinin kapağına Darwin ve evrim kuramı konamadı diye yeri yerinden oynatmaya kalkıyor; gözü kör gericilik, acımasızca, inatla bütün dünyayı soyup soğana çevirme kararı bizim geç kalmış gözü dönmüşlere özgüymüş gibi!
Dedim ya, önümüzde çok büyük acılar, inanılmaz kırımlar duruyor.
*
Neyse, bu yol uzun, acı, çileli.
Gelin yine sanata, şiire sığınalım.
Beyoğlu’nda yürürken, sevgili Turgay Fişekçi çıkageldi karşıdan; kucaklaştıktan sonra küçük el torbasını açtı, bunu sana armağan edeyim bari deyip son kitabını imzaladı: Hep Seni Sevdim/ Bir sürgünün Paris Günleri.
Adından da anlaşılacağı gibi, ülkemizdeki siyasal baskıdan kaçıp Paris’e sığınan Yusuf ile Aslı arasındaki sevdayı temel alan roman bu kentle, İstanbul’la, yurdumuzla, dünyayla ilgili bir sürü düşünceyi, çağrışımı söyleşi havasında yansıtıyor okura.
Günlük yaşamın yıpratıcı vuruşlarından yorulanlar için bire bir.
*
Sevgili dostum Nihat Ziyalan, hiç beklemediği zamanda çok uzaklara, Avustralya’ya savrulmuştu. Oralarda ne yaptı, nasıl yaşadı, geçimini neyle sağladı, bilmiyorum. Başka bir can dostum, ressam Muhsin Kut, aynı ülkede, inanılmazı başarıp yıllarca sana fabrikasında işçilik yapmak zorunda kalmıştı da…
Ama sevgili Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın güzelim deyişiyle, ses bağrağı’yla, Türkçe’yle ilişkisini hiç kesmedi; sürekli yazdı, üretti; öyküleri, şiirleri eksik olmadı dergilerden.
Varlık yayınevi, Yasakmeyve dizisinde yayınlandı son şiirlerini; sağolsun, bana da yollatmış Tomurcuk Sevda’yı. Gelin oradan bir şiiri birlikte okuyalım.
On kilo
İlkokulu bitirdiğimde,
keşfettim seyretmeyi.
Körüğü;
örsle çekiç arasında biçimlenen,
kora kesmiş pelteyi.
Demircinin karşısında;
dikilip dura, boynum uzayıp giderken,
fark etti babam.
Çekiç, balyoz seslerinin ortasına
çırak koydu beni.
Hemen tutturulan balyozu elimde tartarken;
“ On kilo” dedi ustam,
başladı çekiciyle yol göstermeye.
Üç balyozcu;
Sıram geldiğinde omzum üstünden;
güm!
Örs-balyoz
her vuruşta;
duyumsadım,
biçimlenmeyi gövdemde.
Gözledim yolunu günlerce,
sınıfımdaki kızların.
Babam geçti her gün başını sallayarak,
gözünü kaçırarak annem.
Gümletip on kiloyu;
taş taraklarını biçimlendirdim.
Bekledim kızları;
çıplak tenimde kaysın bakışları,
düşmemek için tutunsunlar yürek vuruşlarıma.
Bekledim,
o sokaktan geçmeyen kızların bakışlarını.
Bekliyorum,
Sydney-Blacktown’da.
Berfin/Bahar, Nisan 2009. s.134.
1 Mart 2009 Pazar
ERCAN ÖZAKSOY
Ercan Özaksoy, caza gönül vermiş bir dostum; yaşamın önüne çıkardığı olasılıkları yazgıya dönüştürmeyi başarmış ender insanlardan biri.
Önce doğarken kulağı müziğe yatkın doğmuş; birinci talih, buna uygun eğitime kavuşması olmuş, konservatuarda piyano ve viyolensel öğrenmiş. Sonra esen yeller onu yurt dışına uçurmuş; askerlik için dönmüş; hizmetini tamamlarken, günde 8 saat çalışarak piyano çalışını ustalaştırmış. Talihin ikinci büyük armağanı, Paris’te, tiyatro dünyamızın sıra dışı insanlarından Mehmet Ulusoy’la karşılaşıp ona müzikler tasarlaması olmuş. Bir kez Fransa’ya adım atınca, Montreux Caz Şenliği’ne ulaşma olasılığı artar elbet. Bu fırsatı da yaratmış ya da kullanmış, ünlü flütçü Herbie Mann’la çalma mutluluğunu yaşamış.
Sonra yine yurda dönmüş. Biz bu dönüşünden sonra tanıştık. Bu tanışma da aslında kendi yazgısını nasıl bilinçle çizdiğine yeni bir kanıt.
Bir Pazar telefon çaldı, bir ses: “Biz sizin ‘Bedensel Boşalmanının İşlevi’ adlı kitabınızı aldık, okuduk, sizinle tanışmak istiyoruz; gelebiliyir miyiz?” diye sordu. Gelenler, Nezih Atalay ile Ercan’dı. Kitapçının camekânında Reich’ın bu yapıtını görmüşler, içinde cinsellik var ya, almışlar, ama bakmışlar ki sevişme yollarını değil, başka şeyleri anlatıyor. Etkilenmişler, tanışmak istemişler.
O Pazar’dan beri, en yakın dostlarım arasındalar. Zaman içinde, Nezih benim de, Sevil’in de, Nilgün’ün de özenli dişçisi oldu ayrıca. Ercan’ı çalıştığı bir iki kulüpte dinledik; ama sonra koşullar değişti, biz yavaş yavaş eve kapanmak zorunda kaldık, Ercan’ı izleyemedik. Ancak ona son büyük piyango çarptı bu arada: mutsuz biten ilk evliliğinin ardından, taa çocukluğunda sevdiği Leyla ile buluştu, evlendi. Ve bu evlilik ona aradığı dinginliği, duygusal-düşünsel desteği getirdi.
Bir süredir birbirimizden haber alamıyorduk; geçende aradı, Hüthüt adında bir cd hazırlamış, onun tanıtımı için Galata kulesinin dibindeki, bizim hiç bilmediğimiz., oysa dünya çapında ünlü Nardis Kulübe çağırdı. Orada çalışan genç arkadaşlarının da katkısıyla hazırladığı albümden parçalar çaldı, hem de 39.5 ateşle yanmasına karşın.
Basta Kaan Yıldız’ın, davulda Ediz Hafızoğlu’nun yer aldığı albümde, Ercan’ın Paris’teki en yakın yoldaşlarından Ali Dede Altuntaş’a adanmış, Neyzen Tevfik’in sözlerini dillendiren To Dede adlı parçayı Yaşar seslendirdi. Quantum Hicaz’a da Yahya Dai katılmış.
Yıllardır arı duru caz dinlemiyoruz canlı olarak; Ercan bizi alıp eski günlerimize, İstanbul Şenliği’ne dünyanın en ünlü müzikçilerinin geldiği günlere götürdü. Mavi Karadeniz adlı bestesini dinlerken, Dave Brubeck’in ünlü Take Five’ı dolaştığı belleğimde; Brubeck’in İstanbul’a şöyle bir uğramış bir yabancı olarak kavradığını sevgili Ercan çok daha derinden duyumsayıp dile getirmiş: Karadeniz ezgileriyle müziğin evrensel dili arasındaki kucaklaşmalar.
Ne diyebilirim canım Ercan? 30 yılda altı üstüne getirildiği ölümsüz sandığımız bütün değerleri çöpe atıldığı, milyarlarca insanın aç açıkta bırakıldığı dünyamızda, müziğinle, piyanonla ayakta kalmayı başardın. Ne mutlu sana da, biz yakın dostlarına da!
*
Geçmişten gelen başka bir ses, Ankara Sanat Tiyatrosu AST oldu.
Filiz Ofluoğlu’nun Ariel Dorfman’dan çevirdiği Ölüm ve Kız’ın Kenterler Tiyatrosu’ndaki galasına çağırdılar; koşarak gittik elbet.
Bu oyunu, Tiyatro Pera’da, Genç Kız ve Ölüm adıyla oynandığı zaman görememiştim; sonra zaman zaman sözün etmiştik sevgili Ayşe Lebriz Berkem’le. Kısmet AST’aymış.
Oyun, Şili’de askeri yönetim zamanında çekilen acılara, yapılan işkencelere değiniyor; Paulina Salas o dönemin kurbanlarından, yaralı, öfkeli bir kadın. Eşi Gerardo Escobar, o dönemde işlenen suçları araştırmak üzere oluşturulan yarkurulun üyesi bir hukukçu; Roberto Miranda’ysa, tutuklulara işkence edenlere eşlik eden hekimlerden biri. Dolayısıyla, Paulina’nın sorgularında da bulunmuş; işkenceye, dahası kızın ırzına geçmelere katılmış.
Oyunda, rastlantının bir araya getirdiği işkenceciyle kurban arasındaki gecikmiş hesaplaşmayı izliyoruz.
Ama yazar, kanımca, işin kolayına kaçmış; o dönemde hemen hemen bütün dünyada yaşanan korkunç olayları, çaresiz bir insanın ırzına geçmeye indirgemiş. Üstelik, anamalcılığın yerküredeki canlı cansız bütün varlıklara yaptığı akıldışı işlerin hepsinin acısını genç kadının öfkesinde toplamış; o kızın ırzına geçti ya, Gerardo da adamı düzebilse, ödeşmiş olunacak, çekilenler; dünyayı sömürenler, tam da bugünlerde Güney Amerika’da toplanan eski sömürgelerin bütün insan kardeşlerine Yeni Bir Dünya Mümkün diye avaz avaz bağırdıkları, bunun somut örneklerini gözler önüne serdikleri günlerde, anamalcılık düzensizliğini sürdürmekte direndikçe ileride yaşanacaklar silinip gidecekmiş gibi.
Yerleşik düzensizliğin kanıtı başka bir ucuzluk da, Paulina’nın, elinde tabanca, Gerardo’ya sorduğu “kaç kez yattın o yosmayla?” sorusu; dünyanın, Şili’nin geçirmekte olduğu büyük değişim içinde, bu küçük kentsoylu sorusunun ne işi var? Miranda’nın, konumundan yararlanıp elinin altındaki kurbanların bir de ırzına geçmesiyle olay kasırgası içinde bir kadınla erkeğin bir gün, bir gece baş başa kalması, sarılıp sevişmesi arasında en küçük bir benzerlik var mı? Yeni Bir Dünya Mümkün diyenlerin hâlâ bu çağdışı kıskançlıkla oyalanmasına izin olabilir mi?
Yeri gelmişken, bu çarpıcı sözün, Yeni Bir Dünya Zorunlu biçiminde değiştirilmesi gerektiğini belirtmek isterim: çünkü şimdi dünyanın büyük kesiminde yürürlükte bulunan gizli ya da açık anamalcılık vebası biraz daha sürerse, kurtarılacak bir şey kalmayacak elimizde.
Oyuna dönersek, Süavi Eren’in sahneye koyduğu, Ebru Acar, Tolga Tuncer ve Mehmet Akay’ın görev aldıkları oyun, salonu dolduran, çoğu tiyatro dünyasından izleyiciler tarafından coşkuyla alkışlandı. Bir süre önce izlediğim Ferhan Şensoy’un 2019 adlı oyununa oranla daha çok tiyatro emekçisi vardı Kenterler’de. Neye yormalı bunu?
Oyunu AST’ın geçmiş yıllardaki oyunlarıyla kıyaslamaya kalkmak son derece anlamsız olur elbet; çünkü 60’ların, 70’lerin dünyası bütünüyle uçup gitti; hele 80’den, 89’da Berlin duvarının çöküşünden sonra, ne bizde, ne öbür ülkelerde o zamanlar hepimizi zargır zargır titretenlere benzer bir oyun, bir film kaldı. Televizyona tutsak olmuş izleyiciler ne bekliyorsa, ona göre oyun yazılıyor, film çekiliyor artık. Bundan ötürü tek bir kişiyi, kurumu kınamın ne anlamı olabilir?
İnsan kardeşlerim, doğanın verdiği aklı başınıza toplayın, Küba’nın, Güney Amerika’nın ardına düşün; sorumlu, tutumlu, dayanışarak, paylaşarak yaşamayı öğrenin!
*
Söz Küba’dan açılmışken, oradan gelen bir kitaba değinelim: Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal, yazan çizen okuyan bir elçi; daha önce Ortadoğu ile, Filistin’le ilgili incelemeler yazmış; Bağdat Görevi adlı kitabını alıp merakla, pek çok bilgi edinerek okumuştuk.
Bu kez dünyaya, olup bitenlere açık duyargaları karşısına tam gönlüne göre bir rastlantı getirmiş: 2005 yılında, Antalya’da bir toplantıda karşılaştıkları Mehmet Necati Kutlu, 1898’de Abdülhamit’in Küba’ya gönderdiği Enver Paşa ile ilgili bir yazı hazırlamış, ilgisini çeker diye elçiye vermiş. O günlerde Girit’te Yunanlılar bağımsızlık için ayaklanma hâlindeymiş; Sultan Efendimiz de bu ayaklanmayla baş edebilmek için, tam o sırada hem İspanyollarla, hem Amerikalılarla savaşan Küba’dan dersler çıkarıp göndersin diye yollamış Enver Paşa’yı. Paşanın tarihsel açıdan önemli bir özelliği de, sevgili Nâzım Hikmet’in dedesi olmasıymış. O Küba’ya giderken elbette 1961’de aynı topraklara ayak basacak, Küba devrimiyle ilgili en güzel şiiri, Havana Röportajı’nı yazacak torununun yazgısını aklına bile getiremezdi kuşkusuz.
Ama Nâzım’ı, yapıtlarını, bu şiiri yakından tanıyan Abascal’ın beyninde bir şimşek çakmış söz konusu inceleme yazısını alınca: neden Enver Paşa’nın Küba serüvenini anlatan bir roman yazmayayım? Ve bir yılda yazmış da. Yazarken, Küba’da, Enver Paşa’nın ister istemez uğradığı ABD’de ve elbette buradaki belgelerde uzun arama incelemeler yapmışlar Necati Bulut’la; dolayısıyla roman yarı belgesel, yarı kurgusal.
Bu ilginç yapıtı Mehmet Necati Kutlu ile Ceren Karaca Türkçe’ye çevirmişler; Everest yayınları basmış.
Can dostum Mustafa Yıldırım da Karin Moorhouse ile Wei Cheng’in ortak yapıtları Yağmuru Kimse Durduramaz’ı basmış Ulus Dağı yayınlarında.
Karin Moorhouse’la Dr Wei Cheng Afirika’nın çileli ülkelerinden Angola’ya gidiyorlar; sömürgecilerle savaşta dört bir yana savrulan, yaralanan insanlara yardım etmek için çırpınıyorlar.
Şöyle diyor arka kapağında:
“İnsanın, sağlığın, mutluluğun, petrol-elmas uğruna hiçe sayılması; iç savaşlar çıkartılarak elde edilen kazançlar…
Bir halkın, bilincine varamadan sürüklendiği yok oluş…”
Her ülkede, her toprakta petrol ya da elmas yok elbet; ama bütün dünya, o ünlü gülünç-acıklı deyim, küreselleşme uğruna aynı yazgıyı paylaşmıyor mu bugün? Bir avuç tanıma sığmaz çılgın, para, erk (?) uğruna milyonları gözün kırpmadan öldürmüyor, açlığa, yoksulluğa, yoksunluğa mahkûm etmiyor mu? Ve bütün unlar dünyanın bütün dillerinde, en edepsiz yalancı sözcüklerle, “demokrasi, insan hakları” uğruna yapılmıyor mu?
Dünyamızı, insan da içinde üzerindeki canlı cansız bütün varlıkları küresel harakiriye kurban edenler Davos’ta bu akıldışı düzensizliği ayakta tutabilmek için yeni kurnazlıklar düşünürken, Güney Amerika’da, 50 yıl yapmadıkları, çektirmedikleri acı kalmayan Küba’nın erdemli yolunu sonunda görebilmiş ülkeler de bir toplantı yapıyordu: Yeni Bir Dünya Mümkün
Hayır, yukarıda da değindim, artık böyle orta yolla, umut sözcükleriyle avunamayız; hedef belli:YENİ BİR DÜNYA DÜZENİ YARATMAK ZORUNDAYIZ, hem de vakit geçirmeden.
Sevgili Mustafa Yıldırım, bütün kitaplarıyla, konuşmalarıyla bu ne olduğu, nasıl kurulacağı apaçık belli yeni düzenin gerçekleştirebilmesi için gece gündüz emek verenlerden; hem acı hem tatlı bir işlev. Doğa, emeklerinin sonucunu birlikte görmemizi sağlasın!
Deniz Banoğlu ile yıllardır aynı ortamı paylaşırız, dinletilerde, sergi açılışlarında, toplumsal olaylarda karşılaşırız; ama şöyle oturup konuşmuşluğumuz yoktu.
Geçende telefon etti, bir kitap yazdım, ya şu sergiye gelin elden vereyim, ya da postayla göndereyim, dedi. Sergiye gidemedim, gönderdi: Bir Şnitzel Lütfen.
Adından anlaşılacağı üzere, İstanbul’da, Beyoğlu yöresinde geçen bir roman. Almanya doğumlu Nunmacher ülkesini bırakıp önce Fransa’ya, sonra Rusya’ya sığınmak zorunda kalır. Orada evlenir. Arjantin ve Meksika’ya yapılan kısa uğramaların ardından İstanbul’a gelirler. 1931’de, İstiklâl Caddesi’nde şnitzel hazırlayıp bira eşliğinde sunan lokantasını açar. Roman bu ünlü lokantanın parlak günlerini, sonra küresel çalkantılar sonucu geçireceği sarsıntıları anlatıyor içten, duygulu bir dille.
İlginç bir çalışma da sevgili dostum Halûk Tarcan’dan geldi: Kilim ve Halıların Konuşan Damgaları.
Şöyle özetliyor kitapta bize sundukların:
“Ön atalarımız, düşünceyi resim=biçim hâline getiren damgaları kayalara oymuşlar, mağara duvarlarına çizmişler, kilim ve halıları onlarla bezemişler.”
Kendi bastırdığı bu değerli çalışmada Tarcan, bugün de çeşitli halı ve kilimlerde sürüp giden temel damgaların anlamlarını; çeşitli yazıtların Ön-Türk uygarlığı açısından önemini, kısacası bilmemiz gereken sayısız konuyu büyük bir yetkinlikle irdeliyor.
Sözün gerçek anlamında çok yönlü, çok dallı bir çalışma. Meraklısı için tam bir hazine.
Sağolsun, en şaşmaz insanlardan Yekta Güngör Özden her kitabını yollar, her yıl başında sıcak satırlar yazar. Son kitabını, Dünden Kalan adlı şiirlerini de imzalayıp göndermiş.
Yazımızı oradan bir şiirle bitirelim:
Doyamadık
Doğal kavşağındayız yaşamın
Doğumdan ölüme.
Yürüyoruz ağır aksak
Ve bölüne bölüne…
Bu eskilik kalkmalı üstümüzden
Aydınlığa koşmalıyız coşkuyla
Adımlarımız sabırsız
Yüreğimiz ivecen
Kanalıkları yakmalıyız tutkuyla.
Arsız yönelişleri duyguların
Oyalıyor bizi yazık,
Yüreğimize dar gelmeli bedenlerimiz
Oysa
Hiçbir şeyin tadına varamadık.
Kaç kişi kaldık?
Berfin, Mart 2009, s.133.
Önce doğarken kulağı müziğe yatkın doğmuş; birinci talih, buna uygun eğitime kavuşması olmuş, konservatuarda piyano ve viyolensel öğrenmiş. Sonra esen yeller onu yurt dışına uçurmuş; askerlik için dönmüş; hizmetini tamamlarken, günde 8 saat çalışarak piyano çalışını ustalaştırmış. Talihin ikinci büyük armağanı, Paris’te, tiyatro dünyamızın sıra dışı insanlarından Mehmet Ulusoy’la karşılaşıp ona müzikler tasarlaması olmuş. Bir kez Fransa’ya adım atınca, Montreux Caz Şenliği’ne ulaşma olasılığı artar elbet. Bu fırsatı da yaratmış ya da kullanmış, ünlü flütçü Herbie Mann’la çalma mutluluğunu yaşamış.
Sonra yine yurda dönmüş. Biz bu dönüşünden sonra tanıştık. Bu tanışma da aslında kendi yazgısını nasıl bilinçle çizdiğine yeni bir kanıt.
Bir Pazar telefon çaldı, bir ses: “Biz sizin ‘Bedensel Boşalmanının İşlevi’ adlı kitabınızı aldık, okuduk, sizinle tanışmak istiyoruz; gelebiliyir miyiz?” diye sordu. Gelenler, Nezih Atalay ile Ercan’dı. Kitapçının camekânında Reich’ın bu yapıtını görmüşler, içinde cinsellik var ya, almışlar, ama bakmışlar ki sevişme yollarını değil, başka şeyleri anlatıyor. Etkilenmişler, tanışmak istemişler.
O Pazar’dan beri, en yakın dostlarım arasındalar. Zaman içinde, Nezih benim de, Sevil’in de, Nilgün’ün de özenli dişçisi oldu ayrıca. Ercan’ı çalıştığı bir iki kulüpte dinledik; ama sonra koşullar değişti, biz yavaş yavaş eve kapanmak zorunda kaldık, Ercan’ı izleyemedik. Ancak ona son büyük piyango çarptı bu arada: mutsuz biten ilk evliliğinin ardından, taa çocukluğunda sevdiği Leyla ile buluştu, evlendi. Ve bu evlilik ona aradığı dinginliği, duygusal-düşünsel desteği getirdi.
Bir süredir birbirimizden haber alamıyorduk; geçende aradı, Hüthüt adında bir cd hazırlamış, onun tanıtımı için Galata kulesinin dibindeki, bizim hiç bilmediğimiz., oysa dünya çapında ünlü Nardis Kulübe çağırdı. Orada çalışan genç arkadaşlarının da katkısıyla hazırladığı albümden parçalar çaldı, hem de 39.5 ateşle yanmasına karşın.
Basta Kaan Yıldız’ın, davulda Ediz Hafızoğlu’nun yer aldığı albümde, Ercan’ın Paris’teki en yakın yoldaşlarından Ali Dede Altuntaş’a adanmış, Neyzen Tevfik’in sözlerini dillendiren To Dede adlı parçayı Yaşar seslendirdi. Quantum Hicaz’a da Yahya Dai katılmış.
Yıllardır arı duru caz dinlemiyoruz canlı olarak; Ercan bizi alıp eski günlerimize, İstanbul Şenliği’ne dünyanın en ünlü müzikçilerinin geldiği günlere götürdü. Mavi Karadeniz adlı bestesini dinlerken, Dave Brubeck’in ünlü Take Five’ı dolaştığı belleğimde; Brubeck’in İstanbul’a şöyle bir uğramış bir yabancı olarak kavradığını sevgili Ercan çok daha derinden duyumsayıp dile getirmiş: Karadeniz ezgileriyle müziğin evrensel dili arasındaki kucaklaşmalar.
Ne diyebilirim canım Ercan? 30 yılda altı üstüne getirildiği ölümsüz sandığımız bütün değerleri çöpe atıldığı, milyarlarca insanın aç açıkta bırakıldığı dünyamızda, müziğinle, piyanonla ayakta kalmayı başardın. Ne mutlu sana da, biz yakın dostlarına da!
*
Geçmişten gelen başka bir ses, Ankara Sanat Tiyatrosu AST oldu.
Filiz Ofluoğlu’nun Ariel Dorfman’dan çevirdiği Ölüm ve Kız’ın Kenterler Tiyatrosu’ndaki galasına çağırdılar; koşarak gittik elbet.
Bu oyunu, Tiyatro Pera’da, Genç Kız ve Ölüm adıyla oynandığı zaman görememiştim; sonra zaman zaman sözün etmiştik sevgili Ayşe Lebriz Berkem’le. Kısmet AST’aymış.
Oyun, Şili’de askeri yönetim zamanında çekilen acılara, yapılan işkencelere değiniyor; Paulina Salas o dönemin kurbanlarından, yaralı, öfkeli bir kadın. Eşi Gerardo Escobar, o dönemde işlenen suçları araştırmak üzere oluşturulan yarkurulun üyesi bir hukukçu; Roberto Miranda’ysa, tutuklulara işkence edenlere eşlik eden hekimlerden biri. Dolayısıyla, Paulina’nın sorgularında da bulunmuş; işkenceye, dahası kızın ırzına geçmelere katılmış.
Oyunda, rastlantının bir araya getirdiği işkenceciyle kurban arasındaki gecikmiş hesaplaşmayı izliyoruz.
Ama yazar, kanımca, işin kolayına kaçmış; o dönemde hemen hemen bütün dünyada yaşanan korkunç olayları, çaresiz bir insanın ırzına geçmeye indirgemiş. Üstelik, anamalcılığın yerküredeki canlı cansız bütün varlıklara yaptığı akıldışı işlerin hepsinin acısını genç kadının öfkesinde toplamış; o kızın ırzına geçti ya, Gerardo da adamı düzebilse, ödeşmiş olunacak, çekilenler; dünyayı sömürenler, tam da bugünlerde Güney Amerika’da toplanan eski sömürgelerin bütün insan kardeşlerine Yeni Bir Dünya Mümkün diye avaz avaz bağırdıkları, bunun somut örneklerini gözler önüne serdikleri günlerde, anamalcılık düzensizliğini sürdürmekte direndikçe ileride yaşanacaklar silinip gidecekmiş gibi.
Yerleşik düzensizliğin kanıtı başka bir ucuzluk da, Paulina’nın, elinde tabanca, Gerardo’ya sorduğu “kaç kez yattın o yosmayla?” sorusu; dünyanın, Şili’nin geçirmekte olduğu büyük değişim içinde, bu küçük kentsoylu sorusunun ne işi var? Miranda’nın, konumundan yararlanıp elinin altındaki kurbanların bir de ırzına geçmesiyle olay kasırgası içinde bir kadınla erkeğin bir gün, bir gece baş başa kalması, sarılıp sevişmesi arasında en küçük bir benzerlik var mı? Yeni Bir Dünya Mümkün diyenlerin hâlâ bu çağdışı kıskançlıkla oyalanmasına izin olabilir mi?
Yeri gelmişken, bu çarpıcı sözün, Yeni Bir Dünya Zorunlu biçiminde değiştirilmesi gerektiğini belirtmek isterim: çünkü şimdi dünyanın büyük kesiminde yürürlükte bulunan gizli ya da açık anamalcılık vebası biraz daha sürerse, kurtarılacak bir şey kalmayacak elimizde.
Oyuna dönersek, Süavi Eren’in sahneye koyduğu, Ebru Acar, Tolga Tuncer ve Mehmet Akay’ın görev aldıkları oyun, salonu dolduran, çoğu tiyatro dünyasından izleyiciler tarafından coşkuyla alkışlandı. Bir süre önce izlediğim Ferhan Şensoy’un 2019 adlı oyununa oranla daha çok tiyatro emekçisi vardı Kenterler’de. Neye yormalı bunu?
Oyunu AST’ın geçmiş yıllardaki oyunlarıyla kıyaslamaya kalkmak son derece anlamsız olur elbet; çünkü 60’ların, 70’lerin dünyası bütünüyle uçup gitti; hele 80’den, 89’da Berlin duvarının çöküşünden sonra, ne bizde, ne öbür ülkelerde o zamanlar hepimizi zargır zargır titretenlere benzer bir oyun, bir film kaldı. Televizyona tutsak olmuş izleyiciler ne bekliyorsa, ona göre oyun yazılıyor, film çekiliyor artık. Bundan ötürü tek bir kişiyi, kurumu kınamın ne anlamı olabilir?
İnsan kardeşlerim, doğanın verdiği aklı başınıza toplayın, Küba’nın, Güney Amerika’nın ardına düşün; sorumlu, tutumlu, dayanışarak, paylaşarak yaşamayı öğrenin!
*
Söz Küba’dan açılmışken, oradan gelen bir kitaba değinelim: Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal, yazan çizen okuyan bir elçi; daha önce Ortadoğu ile, Filistin’le ilgili incelemeler yazmış; Bağdat Görevi adlı kitabını alıp merakla, pek çok bilgi edinerek okumuştuk.
Bu kez dünyaya, olup bitenlere açık duyargaları karşısına tam gönlüne göre bir rastlantı getirmiş: 2005 yılında, Antalya’da bir toplantıda karşılaştıkları Mehmet Necati Kutlu, 1898’de Abdülhamit’in Küba’ya gönderdiği Enver Paşa ile ilgili bir yazı hazırlamış, ilgisini çeker diye elçiye vermiş. O günlerde Girit’te Yunanlılar bağımsızlık için ayaklanma hâlindeymiş; Sultan Efendimiz de bu ayaklanmayla baş edebilmek için, tam o sırada hem İspanyollarla, hem Amerikalılarla savaşan Küba’dan dersler çıkarıp göndersin diye yollamış Enver Paşa’yı. Paşanın tarihsel açıdan önemli bir özelliği de, sevgili Nâzım Hikmet’in dedesi olmasıymış. O Küba’ya giderken elbette 1961’de aynı topraklara ayak basacak, Küba devrimiyle ilgili en güzel şiiri, Havana Röportajı’nı yazacak torununun yazgısını aklına bile getiremezdi kuşkusuz.
Ama Nâzım’ı, yapıtlarını, bu şiiri yakından tanıyan Abascal’ın beyninde bir şimşek çakmış söz konusu inceleme yazısını alınca: neden Enver Paşa’nın Küba serüvenini anlatan bir roman yazmayayım? Ve bir yılda yazmış da. Yazarken, Küba’da, Enver Paşa’nın ister istemez uğradığı ABD’de ve elbette buradaki belgelerde uzun arama incelemeler yapmışlar Necati Bulut’la; dolayısıyla roman yarı belgesel, yarı kurgusal.
Bu ilginç yapıtı Mehmet Necati Kutlu ile Ceren Karaca Türkçe’ye çevirmişler; Everest yayınları basmış.
Can dostum Mustafa Yıldırım da Karin Moorhouse ile Wei Cheng’in ortak yapıtları Yağmuru Kimse Durduramaz’ı basmış Ulus Dağı yayınlarında.
Karin Moorhouse’la Dr Wei Cheng Afirika’nın çileli ülkelerinden Angola’ya gidiyorlar; sömürgecilerle savaşta dört bir yana savrulan, yaralanan insanlara yardım etmek için çırpınıyorlar.
Şöyle diyor arka kapağında:
“İnsanın, sağlığın, mutluluğun, petrol-elmas uğruna hiçe sayılması; iç savaşlar çıkartılarak elde edilen kazançlar…
Bir halkın, bilincine varamadan sürüklendiği yok oluş…”
Her ülkede, her toprakta petrol ya da elmas yok elbet; ama bütün dünya, o ünlü gülünç-acıklı deyim, küreselleşme uğruna aynı yazgıyı paylaşmıyor mu bugün? Bir avuç tanıma sığmaz çılgın, para, erk (?) uğruna milyonları gözün kırpmadan öldürmüyor, açlığa, yoksulluğa, yoksunluğa mahkûm etmiyor mu? Ve bütün unlar dünyanın bütün dillerinde, en edepsiz yalancı sözcüklerle, “demokrasi, insan hakları” uğruna yapılmıyor mu?
Dünyamızı, insan da içinde üzerindeki canlı cansız bütün varlıkları küresel harakiriye kurban edenler Davos’ta bu akıldışı düzensizliği ayakta tutabilmek için yeni kurnazlıklar düşünürken, Güney Amerika’da, 50 yıl yapmadıkları, çektirmedikleri acı kalmayan Küba’nın erdemli yolunu sonunda görebilmiş ülkeler de bir toplantı yapıyordu: Yeni Bir Dünya Mümkün
Hayır, yukarıda da değindim, artık böyle orta yolla, umut sözcükleriyle avunamayız; hedef belli:YENİ BİR DÜNYA DÜZENİ YARATMAK ZORUNDAYIZ, hem de vakit geçirmeden.
Sevgili Mustafa Yıldırım, bütün kitaplarıyla, konuşmalarıyla bu ne olduğu, nasıl kurulacağı apaçık belli yeni düzenin gerçekleştirebilmesi için gece gündüz emek verenlerden; hem acı hem tatlı bir işlev. Doğa, emeklerinin sonucunu birlikte görmemizi sağlasın!
Deniz Banoğlu ile yıllardır aynı ortamı paylaşırız, dinletilerde, sergi açılışlarında, toplumsal olaylarda karşılaşırız; ama şöyle oturup konuşmuşluğumuz yoktu.
Geçende telefon etti, bir kitap yazdım, ya şu sergiye gelin elden vereyim, ya da postayla göndereyim, dedi. Sergiye gidemedim, gönderdi: Bir Şnitzel Lütfen.
Adından anlaşılacağı üzere, İstanbul’da, Beyoğlu yöresinde geçen bir roman. Almanya doğumlu Nunmacher ülkesini bırakıp önce Fransa’ya, sonra Rusya’ya sığınmak zorunda kalır. Orada evlenir. Arjantin ve Meksika’ya yapılan kısa uğramaların ardından İstanbul’a gelirler. 1931’de, İstiklâl Caddesi’nde şnitzel hazırlayıp bira eşliğinde sunan lokantasını açar. Roman bu ünlü lokantanın parlak günlerini, sonra küresel çalkantılar sonucu geçireceği sarsıntıları anlatıyor içten, duygulu bir dille.
İlginç bir çalışma da sevgili dostum Halûk Tarcan’dan geldi: Kilim ve Halıların Konuşan Damgaları.
Şöyle özetliyor kitapta bize sundukların:
“Ön atalarımız, düşünceyi resim=biçim hâline getiren damgaları kayalara oymuşlar, mağara duvarlarına çizmişler, kilim ve halıları onlarla bezemişler.”
Kendi bastırdığı bu değerli çalışmada Tarcan, bugün de çeşitli halı ve kilimlerde sürüp giden temel damgaların anlamlarını; çeşitli yazıtların Ön-Türk uygarlığı açısından önemini, kısacası bilmemiz gereken sayısız konuyu büyük bir yetkinlikle irdeliyor.
Sözün gerçek anlamında çok yönlü, çok dallı bir çalışma. Meraklısı için tam bir hazine.
Sağolsun, en şaşmaz insanlardan Yekta Güngör Özden her kitabını yollar, her yıl başında sıcak satırlar yazar. Son kitabını, Dünden Kalan adlı şiirlerini de imzalayıp göndermiş.
Yazımızı oradan bir şiirle bitirelim:
Doyamadık
Doğal kavşağındayız yaşamın
Doğumdan ölüme.
Yürüyoruz ağır aksak
Ve bölüne bölüne…
Bu eskilik kalkmalı üstümüzden
Aydınlığa koşmalıyız coşkuyla
Adımlarımız sabırsız
Yüreğimiz ivecen
Kanalıkları yakmalıyız tutkuyla.
Arsız yönelişleri duyguların
Oyalıyor bizi yazık,
Yüreğimize dar gelmeli bedenlerimiz
Oysa
Hiçbir şeyin tadına varamadık.
Kaç kişi kaldık?
Berfin, Mart 2009, s.133.
1 Ocak 2009 Perşembe
“ÇÖKMEDEN”
Destek yayınları, Gürkan Hacır’ın söyleşileri arasından dördünü “Çökmeden” adı altında basmış: Oktay Sinanoğlu, Yalçın Küçük, Bânû Avar, Erol Bilbilik.
İkisinden kısa alıntılar yapalım; önce Bânû Avar:
“- Peki (Batı’nın) tüm bu saldırıları karşısında çaresiz miyiz?
- Ben her zaman çaresizlikten bahsedenlerin, umutsuzluktan bahsedenlerin masum olmadığını yazdım ve söyledim. Buna çok inanıyorum. Bir insan kalkıp size ‘Büyük bir güçle karşı karşıyayız, ne yapalım biat etmeyip de; ne çaremiz var? falan diyorsa, o zaman Kurtuluş Savaşı dönemini, ondan sonrasını ve biraz öncesini okumasını tavsiye ederim. Bunları anlatan çok güzel kitaplar var. Hepsinden önce ‘Nutuk’ var. Okuyup hazmetsinler. Hiç okuyamıyorlarsa, birinci cildin ilk 30 sayfasını okusunlar.
- Çünkü orada Mustafa Kemâl Atatürk şunu anlatır: Mandacılar, Amerikan mandacıları, İngiliz himayesi isteyenler ve ‘eyaletlere bölünelim, Trakya Cumhuriyeti kurulsun’ filan diyenler o dönemde de vardır. Bugün çaresizliği körükleyenler, Batı’nın himayesini isteyenler o dönemde de vardır. İşbirlikçiler pek de yaratıcı değiller. Çaresizlik çığırtkanlığı yapıp sonra Batı’yı, AB ve ABD himayesini ilk kez çözüm olarak göstermiyorlar. Onlar 100 sen öncesinde kalmış durumdalar. Ben çaresiz olduğumuza asla inanmıyorum. Bu milletin % 47 oy vermiş olması (? B.O.) hiç umurumda değil, bu milletin son derece sağduyulu olduğuna, ama büyük bir operasyonun da ucunda olduğuna dikkat çekmek istiyorum.
- Başlamadı mı yani operasyon? Yoksa devam eden bir süreç mi?
- Devam eden bir süreç, ama bu millet bu kadar çok baskı altında, bu kadar büyük psikolojik, ekonomik ve siyasi harekât altında iken bile direniyor. Köylere gittiğimde, üniversitelere gittiğimde, birbirimizi ne olarak hâlâ anlayabiliyor olduğumuzu görüyorum. Durumu aynı biçimde yorumlayabiliyorsak, o zaman hiç kimse umutsuz olmamalıdır.
…
- Bundan sonra ne yapacaksınız?
- Mücadeleye devam edeceğim. Mücadele bitmez, devam eder. Ben de bu süreçte yerimi alacağım.”
İnsanın hası böyle düşünür, böyle davranır; çok yaşa Bânûcum!
İkinci alıntı Erol Bilbilik’ten:
“…
Bunun için emperyalizm ya bölge savaşları çıkaracak, ya krizler çıkaracak yahut da dünya savaşı çıkaracak. 1. Dünya Savaşı’nı niçin çıkardı? 2. Dünya Savaşı’nı niçin çıkardı? Bu sebeplerle.
Kennan’ın belirttiği gibi, %1,5’lik nüfus ancak böyle ayakta kalabiliyor. Yeni dünya düzeni, tek dünya devleti kurmak, doğrudan doğruya tek İncil’e varmak, tek dine varmak ve yoksul halkı sömürge olarak tutmak veya imha etmek, HİV’lerle imha etmek, kök hücre çalışmaları sonucu imha etmek…
- Nasıl yâni? HİV virüsünü de bilerek mi yayıyorlar?
- Bu gibi projeler gündemde. Onların projeleri. Dünya nüfusunu nasıl azaltacaksınız ki? Çoğalmasını durduramazsanız ne olacak?
Örnek vereyim. Neo-Con’ların Robert Kagan gibi beyin takımından bir sürü adamı var. Şu anda 6 milyar olan dünya nüfusu 2050’de 10 oluyor. AB nüfusu şu anda 370 milyor civarında, 2050’de 100 milyon eksilecek deniyor. Öteki tarafta, Afrika’da, Orta Asya’da müthiş bir nüfus artışı var. Bu seçkinler nasıl rahat uyuyacak, nasıl rahat yaşayacaklar, nasıl böyle hedonizme (haz düşkünlüğüne) varan bir lüks içinde yaşayacaklar? Mümkün değil, rahatsız olacaklar. Bu rahatsızlıklarını gidermek için çareler arıyorlar.
Bunun için Bin Ladin’i yaratıyor. Komünist tehdit kalktı diyor, Nato’yu bunun için kurdun, kapat; İMF’yi bunun için kurdun, kapat; AGİT’leri bunun için kurdun, kapat demeye kalmadan bir küresel terörizm korkusu yaratıyor. Bunun tasarım olduğu buradan belli.
Onun yaratıcısı da, imal eden de kendisi. Bin Ladin, 5 milyar dolarlık serveti olan Suudi Kraliyet ailesinden. Gidiyor, onu Afganistan’da kullanıyor Brezinski, Carter doktrini ile. Ondan sonar iş değişiyor, kendine karşı bir tehdit olarak ortaya çıkınca yok ediyor. Sonra Zevahiri’yi yaratıyor. Bunlar gerçekten var mı yok mu, dünya bilmiyor.
Meselâ, ilkin arkadaşımız bahsettiği Bernard Lewis, ‘Talibanı niye vuralım, hayati noktamız Irak’tır, onu vuralım’ dedi. Neo-Conlar farklı bir stareteji belirledi. Taliban dağlarına hava bombardımanı yaptılar. Orada mağaralarda binlerce kişi mahsur kaldı, yiyecekleri bitti. Orada soykırım yaptı Amerika.
Aynı soykırımı burada yaptırıyor, Kandil Dağı’na nokta atışı yaptırıyor. Dağdaki bir kısım gedikler kapanıyor. PKK dağ kadroları içeride kalmış diyelim, suyu mazotu elektriği bitince bir kısmı ölecek. Çıkmaya çalışanlar da -5 derecede falan donacak.
Ondan sonra dünyaya, burası Taliban mağaraları gibi değil, Türkler katliam yaptı, diyecekler.
Bu oyunları oynamasa Amerika ayakta duramaz. Nasıl duracak? Mutlaka petrole el koyacak. Petrol onun kalbini besleyen kan. O olmazsa bütün Amerika durur.Şu anda bir güç gelse, New York’taki taksilerin benzinini boşaltsa, bitti Amerika
- O biraz da göreli bir hesap değil mi? Şu anda Amerika’nın savaş maliyeti ne kadar? Savaş maliyeti, çıkacak petrolle karşılanacak düzeyde mi? Bunlar da çok tartışılıyor.
- ABD şu anda Irak’ta askeri açıdan batakta. Bu tartışmasız böyledir. Dünyanın en büyük gücü olacaksınız, en büyük ordusuna, dünya kıyı şeritlerinde, merkezlerinde en büyük üslere ve tesislere, radarlara, sonarlara, iletişim ve uzay teknolojisine sahip olacaksınız, bütün uçaklarınız bomba yağdıracak, bunlara rağmen Saddam’ı bulamayacak, ancak casusların yardımıyla yerini saptayabileceksiniz. Buna rağmen başarılıyım diyemezsiniz.
Peki, ekonomi başarılı mı? Onun da başarısızlığa gittiği belli.
Hele Çin Avro’ya geçse Amerika ne olur? Tabii nasıl geçsin/ Amerika’nın Çin’e dünya kadar borcu var, bir sürü de yabancı sermaye yatırımı alıyor Çin bugün, doğrudan doğruya 50-60 milyar dolar. Karışık bir durum.
Bugün Suudi Arabistan’ın elinde 1 trilyon 250 milyar dolar var. ‘Mortgage’den batan ABD devletlerinden birini 7,5 milyar dolarla destekliyor. Kaddafi’nin yılda 100 milyar doları aşan geliri var. Amerika burada sıkışık durumda.
Nüfusu da artmıyor. Rusya’da 147 milyon olan nüfus 2050’de 100 milyona düşüyor. Nüfusunuzu korumanız için % 2,2 artış olması gerekiyor. Bunlarınki % l,l. Fransa gitmiş, Portekiz gitmiş, İtalya gitmiş. ABD aynı durumda. Neo-Con’cular özellikle ne yapıyorlar şimdi? Jamaykalıya veya Kübalıya Yeşil Kart vererek nüfusunu arttırmaya çalışıyor. Ama kendi nüfusunu korurken, öteki nüfuslar yok oluyor.
AB dersen palavra bir birlik. Olmayacak bu birliğin nüfusu bitiyor. Avrupa mezar koşuyor, kefene koşuyor. Nüfus artmıyor. Fransız ana baba oğlumu savaşa göndermem diyor. Zaten %1.5 nüfus artışı var.
İngiltere bitmiş. Amerika, Irak’ın güneyinde Şii egemenliğindeki bölgeden İngiltere’yi kovdu. Çünkü orada bir sürü enstitülerle, yapılanmalarla sömürü düzeni kurmaya kalktı. ‘4500 askerimi çekerim’ dedi Blair, dediği anda attı Blair’i!”
Görüldüğü gibi, anamalcı buyurgan düzensizlik can çekişmekte; ama dünyanın bütün gelirini, kaynaklarını o doymak bilmez elinde toplamaktan vazgeçip Güney Amerika ülkelerinde sevindirici örneğini gördüğümüz yeni, barışçı, paylaşımcı düzene geçmeye razı olmadığı için, hepimize çok büyük acılar gözüküyor yakın gelecekte. Umalım da hiç değilse – bütün tarihteki kadar boş - o acılardan sonra aklımız başımıza gelsin ve bir avuç sülüğün pençesinden kurtaralım şu güzelim mavi gezegeni!
Sevgili Melda Kaptana, yaşamını anlattığı Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm’ün ardından, bir zamanlar koyarak gittiğimiz galerisinin öyküsünü de Galer’istler’de özetlemiş.
Doğrusu, olasılık-gereklilik ikilisi önce ona, sonra biz dostlarına güzel bir armağan vermiş o dönemde; çok güzel kucaklaşmışlar, dikişle uğraşan Meldacığımı alıp sanat buluşturucusuna dönüştürmüşler; bunda elbet Mübin Orhon’un, İlhan Koman’ın büyük payları var kuşkusuz.
Okul döneminde de, Paris yıllarında da zaten birbirini seven, etkileyen, esinlendiren bir çevrenin ortasındaymış; sonra onları açtığı sanat yuvasında kucaklamış; bunun zahmeti ona, balı da bize düştü.
Kitapta, Orhan Peker’den Turan Erol’a, Cafer Bater’den Cihat Burak’a bütün tanıdık adlar var duyarlı, içten kitabında; mektuplar, sergi çağrıları, fotoğraflar, galeri için dostlarından istediği kıza uzun izlenimler.
Anamalcı soygunun sanata da, sanatçıya yer bırakmadığı 1980 öncesinde yaşadığımız kısa masal dönemi Melda Kaptana Sanat Galerisi’nin öyküsü. Kitabı İlhan Koman Kültür ve Sanat Vakfı ile Kanat Kitap ortaklaşa basmışlar. O peri masalını anımsamak isteyenlere değerli bir armağan.
+
Sevgili İsa Çelik Ulusal Kanal’daki güzel söyleşide, ortak dostumuz Aziz Çalışlar’ın bir çevirisinden alıntı yaparak: “deha, çalışmadır” dedi.
Orada fırsat olmamıştı, şimdi bu söz konusundaki düşüncemi yazayım: aslında dee-haaa yerine üstünyetenek diyebilsek, kanımca, her şey başından aydınlanır; bakın sözcük zaten yeterince açık, üstün-yetenek, öbürlerine benzemeyen insanı anlatıyor. Üstünyeteneğin çalışması, algılaması, yorumlaması, yeni bileşimler oluşturması, bir şeyler yaratması, eyleme geçmesi sıradan insanlarınkine benzemiyor. Doğuştan yetenek yoksa, beyniniz böyle oluşmamışsa, çok çalışmak, didinmek, paralanmak işe yaramaz.
Burada can alıcı sorun, yeteneğin uygun eğitim üretim koşullarına kavuşmasıdır; bu da toplumsaldır elbet. Günün birinde bütün dünya Küba’daki bilgiye, sevgiye dayalı paylaşmacı düzene kavuşabilirse, bütün yeteneklerin, o arada elbet üstünyeteneklerin önü pırıl pırıl açılacak.
+
Sağolsun, Tâki Akkuş, dört kitabını gönderdi: Umut Yalan adlı öyküleri; Altın Kuş ve Kır Çiçekleri başlıklı öykü-masalları; bir de roman, Koçgiri.
Berfin yayınlarının da üç yeni kitabı var: Aydın Öztürk’ün Yağmur Yüreklim adlı şiirlerinin 5. basımı; Arslan Kacar’ın Pepo Kuşu ile Nimet Erşahin’in Medresenin Gülleri adlı romanları.
+
İçimiz açık kalsın diye, şiirimiz Ali Yüce’den.
YAŞLILIK GÜNLÜĞÜ
Saklama benden ırmak
Sen o kızın saçlarısın
Sen de gözlerisin gökyüzü
Unuttuğum bir şarkının
Sözlerisin gökyüzü
İnsan da yaşlanır
Evren de güzelim
Ama yaşlanmaz sevda
Saçları ağarmaz hiç
Buruş buruş olmaz yüzü
Pişman isen geri al
Şu verdiğin yarım öpüşü
Dağ da aşılır deniz de
Aşılmaz aşkın derin suları
Nice gemiler yolda kalır
Mutsuzluğa bata çıka
Hem kaptan boğulur
Hem yolcuları
Hakkınızı helal edin
Şiirimde payı olanlar
Tatlı diller güleç yüzler
Hoşça kalın şimdilik
Tohumlar tomurcuklar
Çiçekler güle güle açın
Güle güle koklayın güzel kızlar.
1997.
Berfin-Bahar, s.131, Ocak 2009.
İkisinden kısa alıntılar yapalım; önce Bânû Avar:
“- Peki (Batı’nın) tüm bu saldırıları karşısında çaresiz miyiz?
- Ben her zaman çaresizlikten bahsedenlerin, umutsuzluktan bahsedenlerin masum olmadığını yazdım ve söyledim. Buna çok inanıyorum. Bir insan kalkıp size ‘Büyük bir güçle karşı karşıyayız, ne yapalım biat etmeyip de; ne çaremiz var? falan diyorsa, o zaman Kurtuluş Savaşı dönemini, ondan sonrasını ve biraz öncesini okumasını tavsiye ederim. Bunları anlatan çok güzel kitaplar var. Hepsinden önce ‘Nutuk’ var. Okuyup hazmetsinler. Hiç okuyamıyorlarsa, birinci cildin ilk 30 sayfasını okusunlar.
- Çünkü orada Mustafa Kemâl Atatürk şunu anlatır: Mandacılar, Amerikan mandacıları, İngiliz himayesi isteyenler ve ‘eyaletlere bölünelim, Trakya Cumhuriyeti kurulsun’ filan diyenler o dönemde de vardır. Bugün çaresizliği körükleyenler, Batı’nın himayesini isteyenler o dönemde de vardır. İşbirlikçiler pek de yaratıcı değiller. Çaresizlik çığırtkanlığı yapıp sonra Batı’yı, AB ve ABD himayesini ilk kez çözüm olarak göstermiyorlar. Onlar 100 sen öncesinde kalmış durumdalar. Ben çaresiz olduğumuza asla inanmıyorum. Bu milletin % 47 oy vermiş olması (? B.O.) hiç umurumda değil, bu milletin son derece sağduyulu olduğuna, ama büyük bir operasyonun da ucunda olduğuna dikkat çekmek istiyorum.
- Başlamadı mı yani operasyon? Yoksa devam eden bir süreç mi?
- Devam eden bir süreç, ama bu millet bu kadar çok baskı altında, bu kadar büyük psikolojik, ekonomik ve siyasi harekât altında iken bile direniyor. Köylere gittiğimde, üniversitelere gittiğimde, birbirimizi ne olarak hâlâ anlayabiliyor olduğumuzu görüyorum. Durumu aynı biçimde yorumlayabiliyorsak, o zaman hiç kimse umutsuz olmamalıdır.
…
- Bundan sonra ne yapacaksınız?
- Mücadeleye devam edeceğim. Mücadele bitmez, devam eder. Ben de bu süreçte yerimi alacağım.”
İnsanın hası böyle düşünür, böyle davranır; çok yaşa Bânûcum!
İkinci alıntı Erol Bilbilik’ten:
“…
Bunun için emperyalizm ya bölge savaşları çıkaracak, ya krizler çıkaracak yahut da dünya savaşı çıkaracak. 1. Dünya Savaşı’nı niçin çıkardı? 2. Dünya Savaşı’nı niçin çıkardı? Bu sebeplerle.
Kennan’ın belirttiği gibi, %1,5’lik nüfus ancak böyle ayakta kalabiliyor. Yeni dünya düzeni, tek dünya devleti kurmak, doğrudan doğruya tek İncil’e varmak, tek dine varmak ve yoksul halkı sömürge olarak tutmak veya imha etmek, HİV’lerle imha etmek, kök hücre çalışmaları sonucu imha etmek…
- Nasıl yâni? HİV virüsünü de bilerek mi yayıyorlar?
- Bu gibi projeler gündemde. Onların projeleri. Dünya nüfusunu nasıl azaltacaksınız ki? Çoğalmasını durduramazsanız ne olacak?
Örnek vereyim. Neo-Con’ların Robert Kagan gibi beyin takımından bir sürü adamı var. Şu anda 6 milyar olan dünya nüfusu 2050’de 10 oluyor. AB nüfusu şu anda 370 milyor civarında, 2050’de 100 milyon eksilecek deniyor. Öteki tarafta, Afrika’da, Orta Asya’da müthiş bir nüfus artışı var. Bu seçkinler nasıl rahat uyuyacak, nasıl rahat yaşayacaklar, nasıl böyle hedonizme (haz düşkünlüğüne) varan bir lüks içinde yaşayacaklar? Mümkün değil, rahatsız olacaklar. Bu rahatsızlıklarını gidermek için çareler arıyorlar.
Bunun için Bin Ladin’i yaratıyor. Komünist tehdit kalktı diyor, Nato’yu bunun için kurdun, kapat; İMF’yi bunun için kurdun, kapat; AGİT’leri bunun için kurdun, kapat demeye kalmadan bir küresel terörizm korkusu yaratıyor. Bunun tasarım olduğu buradan belli.
Onun yaratıcısı da, imal eden de kendisi. Bin Ladin, 5 milyar dolarlık serveti olan Suudi Kraliyet ailesinden. Gidiyor, onu Afganistan’da kullanıyor Brezinski, Carter doktrini ile. Ondan sonar iş değişiyor, kendine karşı bir tehdit olarak ortaya çıkınca yok ediyor. Sonra Zevahiri’yi yaratıyor. Bunlar gerçekten var mı yok mu, dünya bilmiyor.
Meselâ, ilkin arkadaşımız bahsettiği Bernard Lewis, ‘Talibanı niye vuralım, hayati noktamız Irak’tır, onu vuralım’ dedi. Neo-Conlar farklı bir stareteji belirledi. Taliban dağlarına hava bombardımanı yaptılar. Orada mağaralarda binlerce kişi mahsur kaldı, yiyecekleri bitti. Orada soykırım yaptı Amerika.
Aynı soykırımı burada yaptırıyor, Kandil Dağı’na nokta atışı yaptırıyor. Dağdaki bir kısım gedikler kapanıyor. PKK dağ kadroları içeride kalmış diyelim, suyu mazotu elektriği bitince bir kısmı ölecek. Çıkmaya çalışanlar da -5 derecede falan donacak.
Ondan sonra dünyaya, burası Taliban mağaraları gibi değil, Türkler katliam yaptı, diyecekler.
Bu oyunları oynamasa Amerika ayakta duramaz. Nasıl duracak? Mutlaka petrole el koyacak. Petrol onun kalbini besleyen kan. O olmazsa bütün Amerika durur.Şu anda bir güç gelse, New York’taki taksilerin benzinini boşaltsa, bitti Amerika
- O biraz da göreli bir hesap değil mi? Şu anda Amerika’nın savaş maliyeti ne kadar? Savaş maliyeti, çıkacak petrolle karşılanacak düzeyde mi? Bunlar da çok tartışılıyor.
- ABD şu anda Irak’ta askeri açıdan batakta. Bu tartışmasız böyledir. Dünyanın en büyük gücü olacaksınız, en büyük ordusuna, dünya kıyı şeritlerinde, merkezlerinde en büyük üslere ve tesislere, radarlara, sonarlara, iletişim ve uzay teknolojisine sahip olacaksınız, bütün uçaklarınız bomba yağdıracak, bunlara rağmen Saddam’ı bulamayacak, ancak casusların yardımıyla yerini saptayabileceksiniz. Buna rağmen başarılıyım diyemezsiniz.
Peki, ekonomi başarılı mı? Onun da başarısızlığa gittiği belli.
Hele Çin Avro’ya geçse Amerika ne olur? Tabii nasıl geçsin/ Amerika’nın Çin’e dünya kadar borcu var, bir sürü de yabancı sermaye yatırımı alıyor Çin bugün, doğrudan doğruya 50-60 milyar dolar. Karışık bir durum.
Bugün Suudi Arabistan’ın elinde 1 trilyon 250 milyar dolar var. ‘Mortgage’den batan ABD devletlerinden birini 7,5 milyar dolarla destekliyor. Kaddafi’nin yılda 100 milyar doları aşan geliri var. Amerika burada sıkışık durumda.
Nüfusu da artmıyor. Rusya’da 147 milyon olan nüfus 2050’de 100 milyona düşüyor. Nüfusunuzu korumanız için % 2,2 artış olması gerekiyor. Bunlarınki % l,l. Fransa gitmiş, Portekiz gitmiş, İtalya gitmiş. ABD aynı durumda. Neo-Con’cular özellikle ne yapıyorlar şimdi? Jamaykalıya veya Kübalıya Yeşil Kart vererek nüfusunu arttırmaya çalışıyor. Ama kendi nüfusunu korurken, öteki nüfuslar yok oluyor.
AB dersen palavra bir birlik. Olmayacak bu birliğin nüfusu bitiyor. Avrupa mezar koşuyor, kefene koşuyor. Nüfus artmıyor. Fransız ana baba oğlumu savaşa göndermem diyor. Zaten %1.5 nüfus artışı var.
İngiltere bitmiş. Amerika, Irak’ın güneyinde Şii egemenliğindeki bölgeden İngiltere’yi kovdu. Çünkü orada bir sürü enstitülerle, yapılanmalarla sömürü düzeni kurmaya kalktı. ‘4500 askerimi çekerim’ dedi Blair, dediği anda attı Blair’i!”
Görüldüğü gibi, anamalcı buyurgan düzensizlik can çekişmekte; ama dünyanın bütün gelirini, kaynaklarını o doymak bilmez elinde toplamaktan vazgeçip Güney Amerika ülkelerinde sevindirici örneğini gördüğümüz yeni, barışçı, paylaşımcı düzene geçmeye razı olmadığı için, hepimize çok büyük acılar gözüküyor yakın gelecekte. Umalım da hiç değilse – bütün tarihteki kadar boş - o acılardan sonra aklımız başımıza gelsin ve bir avuç sülüğün pençesinden kurtaralım şu güzelim mavi gezegeni!
Sevgili Melda Kaptana, yaşamını anlattığı Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm’ün ardından, bir zamanlar koyarak gittiğimiz galerisinin öyküsünü de Galer’istler’de özetlemiş.
Doğrusu, olasılık-gereklilik ikilisi önce ona, sonra biz dostlarına güzel bir armağan vermiş o dönemde; çok güzel kucaklaşmışlar, dikişle uğraşan Meldacığımı alıp sanat buluşturucusuna dönüştürmüşler; bunda elbet Mübin Orhon’un, İlhan Koman’ın büyük payları var kuşkusuz.
Okul döneminde de, Paris yıllarında da zaten birbirini seven, etkileyen, esinlendiren bir çevrenin ortasındaymış; sonra onları açtığı sanat yuvasında kucaklamış; bunun zahmeti ona, balı da bize düştü.
Kitapta, Orhan Peker’den Turan Erol’a, Cafer Bater’den Cihat Burak’a bütün tanıdık adlar var duyarlı, içten kitabında; mektuplar, sergi çağrıları, fotoğraflar, galeri için dostlarından istediği kıza uzun izlenimler.
Anamalcı soygunun sanata da, sanatçıya yer bırakmadığı 1980 öncesinde yaşadığımız kısa masal dönemi Melda Kaptana Sanat Galerisi’nin öyküsü. Kitabı İlhan Koman Kültür ve Sanat Vakfı ile Kanat Kitap ortaklaşa basmışlar. O peri masalını anımsamak isteyenlere değerli bir armağan.
+
Sevgili İsa Çelik Ulusal Kanal’daki güzel söyleşide, ortak dostumuz Aziz Çalışlar’ın bir çevirisinden alıntı yaparak: “deha, çalışmadır” dedi.
Orada fırsat olmamıştı, şimdi bu söz konusundaki düşüncemi yazayım: aslında dee-haaa yerine üstünyetenek diyebilsek, kanımca, her şey başından aydınlanır; bakın sözcük zaten yeterince açık, üstün-yetenek, öbürlerine benzemeyen insanı anlatıyor. Üstünyeteneğin çalışması, algılaması, yorumlaması, yeni bileşimler oluşturması, bir şeyler yaratması, eyleme geçmesi sıradan insanlarınkine benzemiyor. Doğuştan yetenek yoksa, beyniniz böyle oluşmamışsa, çok çalışmak, didinmek, paralanmak işe yaramaz.
Burada can alıcı sorun, yeteneğin uygun eğitim üretim koşullarına kavuşmasıdır; bu da toplumsaldır elbet. Günün birinde bütün dünya Küba’daki bilgiye, sevgiye dayalı paylaşmacı düzene kavuşabilirse, bütün yeteneklerin, o arada elbet üstünyeteneklerin önü pırıl pırıl açılacak.
+
Sağolsun, Tâki Akkuş, dört kitabını gönderdi: Umut Yalan adlı öyküleri; Altın Kuş ve Kır Çiçekleri başlıklı öykü-masalları; bir de roman, Koçgiri.
Berfin yayınlarının da üç yeni kitabı var: Aydın Öztürk’ün Yağmur Yüreklim adlı şiirlerinin 5. basımı; Arslan Kacar’ın Pepo Kuşu ile Nimet Erşahin’in Medresenin Gülleri adlı romanları.
+
İçimiz açık kalsın diye, şiirimiz Ali Yüce’den.
YAŞLILIK GÜNLÜĞÜ
Saklama benden ırmak
Sen o kızın saçlarısın
Sen de gözlerisin gökyüzü
Unuttuğum bir şarkının
Sözlerisin gökyüzü
İnsan da yaşlanır
Evren de güzelim
Ama yaşlanmaz sevda
Saçları ağarmaz hiç
Buruş buruş olmaz yüzü
Pişman isen geri al
Şu verdiğin yarım öpüşü
Dağ da aşılır deniz de
Aşılmaz aşkın derin suları
Nice gemiler yolda kalır
Mutsuzluğa bata çıka
Hem kaptan boğulur
Hem yolcuları
Hakkınızı helal edin
Şiirimde payı olanlar
Tatlı diller güleç yüzler
Hoşça kalın şimdilik
Tohumlar tomurcuklar
Çiçekler güle güle açın
Güle güle koklayın güzel kızlar.
1997.
Berfin-Bahar, s.131, Ocak 2009.
1 Kasım 2008 Cumartesi
KÜBA’DA DEVRİMİN 50. YILI
ABD, tam 638 kez Fidel Castro’yu öldürme girişiminde bulunmuş; başaramadı; Fidel’i ancak doğal bir hastalık ayırabildi başkanlıktan. O da tam ayrılma sayılamaz, çünkü düşünsel olarak bütün etkinliği, bütün etkisi sürüyor.
Ve Küba halkı, Mustafa Kemâl Atatürk gibi, devrimcilerin en insan- dünya severinin, Fidel’in mutlu bakışları altında, Devrimi’nin 50. yılını kutlamaya hazırlanıyor 2009’da; hem de insanlık tarihinde görülmemiş acımasızlıktaki 48 yıllık kuşatma, boğma girişimine karşın.
José Marti Küba Dostluk Derneği ile Nâzım Hikmet Kültür Merkezi, Küba ile dayanışma haftası düzenlediler 22-26 Ekim arasında; ilk günün etkinlikleri arasında, saat 18’de, Çağrı Kınıkoğlu ve arkadaşları ile Kübalı sinemacıların el ele hazırladıkları Nâzım’ın Küba Yolculuğu gösterildi.
Çağrı, filmini daha önce Havana Röportajı biçiminde düşünüp çekmişti; izlemiş, bayılmış, izlenimlerini yazıya da dökmüştüm; yeni, genişletilmiş biçimini aslında geçen Mayıs’ta, Feriye Sineması’nda göstermişti, ama haberim olmadığı için kaçırmıştım; dolayısıyla merakla bekliyordum, bekliyorduk Sevil, Nilgün, ben.
Çağrı’da sinema duygusu bulunduğunu o zaman da yazmıştım; Kübalı arkadaşlarıyla birlikte genişletirken o doğal yeteneğin yanına titiz bir çalışma, düşünme, elemeyi eklemiş, dolayısıyla en doyurucu sonuca ulaşmışlar: film çok yerinde bir seçimle, bütün dünyada sömürgecilere karşı ayaklanıp ulusal bağımsızlığı elde etmenin öncüsü Mustafa Kemâl’in Kurtuluş Savaşı’ndan görüntülerde başlıyor.
Filmin ana çatısı yine Havana Röportajı; dolayısıyla, Büyük Ozan’ın ağzından kendi geçmişi ve kimliği özetleniyor; ardından 1961’de Küba’ya yaptığı yolculuk; Küba halkıyla, Fidel’le, Kübalı yazarlarla, ozanlarla tanışıp konuşması geliyor; Sözcükler dergisinin geçen sayısın almış mıydınız bilmem? Orada, Nihal Akbulut’un çevirisiyle, bu gezi sırasında yapılmış söyleşinin ve kimi ozanların şiirlerinin çevirileri vardı. Çağrı ve Kübalı sinemacılar, çok yerinde bir değerlendirmeyle, o yazarlardan yaşayanları, söylediklerini katmışlar filme.
Biliyorsunuz, Küba Devrimi’nin unutulmaz öncülerinden Che Guevera: “Bir tanesi yetmez ,iki, üç, beş Vietnam gerekli dünyamıza!” demişti; filmde konuşan bilge insanlardan biri, “şimdi bayrak Küba’da”, dedi. Evet, sözün en gerçek, en tartışılmaz anlamında 11 milyoncuk o güzelim Küba halkında insan kardeşlerine hepimizi jet hızıyla cehenneme götüren anamalcı çılgınlıktan dönme yönteminin bayrağı.
Çağrı Kınıkoğlu, filmiyle Antalya Film Şenliği’ne katılmış; ama gazetelerde bu konuda tek sözcük okumadım, okuyamam da elbet: anamalcılığın bütün dünyaya yaşattığı şu korkunç bunalımın göbeğinde yurdumun yöneticileri, iş adamları kadınları, hiçbir şey üretmeyen işleyimcileri, gözümüzün içine baka baka: “gereken bütün önlemleri aldık (?!), bunalım bizi ya hiç etkilemez ya da şöyle bir değip geçer” diyorlarsa, Nâzım’ın Havana Yolculuğu’nda vurgulanan, anımsatılan olgulardan, doğrulardan kimse söz edemez bugün yaygın iletişim araçlarında. Dua edin de her şey denk düşsün, Çağrı bir yolunu bulup filmini sinemalarda gösterebilsin; o zaman en azından küçük mü küçük, alabildiğine ayrıcalıklı bir kesim gidip görebilir.
Filmin ardından, saat 20’de, Ruhi Su Salonu’nda çok önemli, doyurucu bir söyleşi vardı: Küba Devrimi ile Latin Amerika Devrimleri.
Söyleşiye, Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal; KKP Merkez Komitesi Uluslar Arası İlişkiler Bürosu üyesi Teresita Trujillo Hernandez; gazeteci Reinaldo Taladrid Herrero ; Venezüla İstanbul konsolosu José Bracho ve TKP. Genel Yazmanı Kemâl Okuyan katıldılar; José Marti Küba Dostluk Derneği İstanbul şubesi başkanı Oğuz Kavala yönetti. Ceren Tamgüler de konuklarımızın konuşmalarını kusursuz biçimde Türkçe’ye, bizim dildekileri de İspanyolca’ya çevirdi.
Sayın Abascal, her zamanki kendinden emin, dingin, sevecen kişiliğiyle, elli yıllık devrim sürecinin çarpıcı bir özetini yaptı; Teresita Hernandez, bütün dünyadaki “körüsel harakiri” yanlılarının, kurbanlarının sabahtan akşama ağızlarından düşürmedikleri “iyi ama bakalım daha kaç yıl, kaç gün dayanabilecekler?” sorusunu yanıtlamak üzere, Küba’da devrimin hangi sağlam temellere dayandığını; yaşanmakta olan, üstelik gittikçe ağırlaşacak bunalıma karşın, nasıl sapasağlam ayakta durduklarını, duracaklarını anımsattı. Reinaldo Herrero, öncelikle “düşmanı=ABD”yi ele aldı; yukarıda değindiğim gibi, Fidel’i ortadan kaldırmak üzere girişilen insanlık-ahlâkdışı denemeleri ele aldı.
Biz üçümüz, öncelikle Fidel’i ve güzelim halkını 1 Mayıs’ta Devrim Alanı’nda görebilmek için, 2006’dan beri üç kez gittik Küba’ya; ilk gidişimizde, büyük bir talihsizlikle, bir haftacık arayla bu büyük armağanı kaçırdık. Buna karşılık, Küba ve halkı konusunda en doyurucu kitabı, Sarı Sıcak Bir Pencere’yi yazmış olan Cüneyt Göksu ile Serpil Kılıç bu mutluluğa hem Devrim Alanı’nda,.hem Castro ile Chavez’in katıldıkları Alba toplantısında ermişler. Ancak biz de, Küba Dostluk Derneği’nde görüp edindiğimiz belgeselleri sayısız kez izlerken, Fidel’in o 638 öldürme girişiminden nasıl kurtulabildiğini açıkça gördük: ister onunla 50 yıldır 24 koyun koyuna yaşadığı Küba’da olsun, ister örneğin Harlem’de ya da Güney Amerika’nın herhangi bir ülkesinde, insanlar bu özü sözü bir, öbür insanları en az kendisi kadar sevip sayan varlığın benzersizliğini kusursuz biliyor; onu bağırlarına bastırıyorlar. Belgesellerden birinde, “çelik yelek giyiyor musunuz?” sorusuna, yeşil gömleğini açıp çıplak göğsünü gösterirken: “Bakın, benim yeleğim tensel değil, tinsel”diyordu; tastamam öyle: halkıyla, dünya halklarıyla arasında kimsenin aşamayacağı tinsel bir çelik bağ, zırh var.
Sayın Venezüla başkonsolusu José Bracho, çok haklı olarak, halkının Küba Devrimi’ne ve Fidel’e neler borçlu olduğunu anımsattı; böylece, Kübalı kardeşlerine, kardeşlerimize, hiç değilse bu söyleşi sırasında, 50 yıllık özverinin, çabanın, çilenin sözlü ödülünü tattırdı.
Kemâl Okuyan, SSCB’de yaşanan toplumcu denemenin ardından, Küba Devrimi’nin hepimiz, bütün insanlık için taşıdığı öneme değindi; 1961 Füze Bunalımı sırasında, Fidel’in ne kadar tutarlı, ahlâklı davrandığını; Kruçef’e “bırakın füzelerin topraklarımızda olduğunu, onları bizim istediğimizi dünyaya duyuralım”dediğini; SSCB yöneticisinin buna yanaşmadığını söyledi. Bu dediği doğruydu elbet; ama biz, Rebeca Chavez’in Fidel’li Dakikalar adlı filminde, şuna da tanık olmuştuk: füzelerin sökülüp götürülüşünden sonra, Fidel, canlı yayında, alıcıların karşısında önce kendi halkına, aynı zamanda bütün dünya insanlarına sesleniyordu:”ABD ile SSCB arasındaki bu pazarlıkta bize hiç danışılmamış olması, buradaki füzelerin Türkiye’dekilere karşılık olarak sökülüp götürülmesi toplumcu ilkelere de, ahlâka aykırıydı; bize danışılmış, bizimle konuşulmuş olsaydı, füzeler yine kaldılılırdı elbet, ama karşılığında şu Guantanamo üssü de oradan sökülüp atılabilirdi” diye haykırıp masayı yumrukluyor, ardından ekliyordu: “ama bütün bunlara karşın, füzeler giderse gitsin, biz Kongo değiliz; ya vatan ya ölüm; sonunda BİZ YENECEĞİZ!”
Evet, dünyanın en büyük parasal askersel gücüne sahip olduğunu sanan ABD başta, anamalcı soygunculara karşı 50 yıldır ayaktalar; hem de, bir lokma bir hırkayla yetinip dünyanın dört bir yanındaki kardeşlerine öğretmen, hekim, ilâç, bilgi, sevgi dağıtarak!
Okuyan’ın sözleri arasında “işçi sınıfı” da geçiyordu elbet; ancak, kanımca hep eski tanımıyla geçiyordu; oysa bırakın başka örnekleri, Küba Devrimi ve Fidel¸ bugünkü anamalcı soysuzluğun ürünü düzensizliği ortadan kaldırmak istiyorsak, yalnız kol işçilerini, işleyim işçileri öne çıkaramayacağımızı; 10 000 yıllık ataerkil, 200 yıllık anamalcı beyin yıkama yüzünden, kendileri tersini söyleseler bile, askerlerin, hekimlerin, öğretim üyelerinin, yöneticilerin de emekçi olduklarını çoktan somut olarak kanıtladılar. Yeryezünde emek verenlerle emeği ve onun yarattığı artıdeğeri sömürünlerden başka küme yok ki!
Kısacası, gerek Çağrı’nın filmi, gerek bu söyleşi, içimizi ışıttı; arkamda oturan gencecik kızın dediği gibi “ yaşama umudumuzu arttırdı”. Emeği geçen herkese yürekten alkış.
Ulus Dağı Yayınları, yeni kitabını gönderdi: Pedro Rosa Mendes’in Kaplanlar Körfezi adlı belge romanı. Bir zamanlar Portekiz’in sömürgesi olan, sevgili Kübalı gönüllülerin kurtuluş savaşlarında seve seve yanlarında çarpışıp can verdikleri Angola’dan ve Zambiya’dan, Mozambik’ten acılı, acıklı öyküler, çığlıklar içeriyor. Kısa bir alıntı yapayım:
“Acıların kadınları.
Teresa Chilambo, 35 yaşında; kocası savaşta ölmüş; evindeki dört kişinin geçimini odun toplayarak sağlıyor.
49 yaşındaki Alice Vissopa’nı bir parsellik küçük bir toprağı var; dört öksüze bakıyor. Öksüzlerin anneleri ölmüş; babalarından biri ormanda, öteki mayın tarlasında ölmüş.
31 yaşındaki Joasquina Nagueve’nin yeri çocuğu var; geçimini mayalı içkiler satarak sağlıyor. İki kocasından biri on beş yıl önce kaybolmuş; ötekiyse iki yıldır Luanda’da.
35 yaşındaki Adelia Jepele’nin kocası üç ay önce hastalıktan ölmüş; altı çocuğu var; geçimini mısır yemeği satarak sağlıyor.
….
1992 yılı Eylül ayında, Huambo sağlık merkezi, çevrede yalnız yaşayan anneleri, kayıkt altına almak için çağırdı. İki hafta içinde 693 kadın geldi. Sağlık merkezi yaklaşık 12.000 aileye, aşağı yukarı 70.000 kişiye hizmet veriyor. Her yüz kişiden beşi, yalnız kalmış anneler. Aslında kadınlar güvenlik kaygısıyla köylerden kentlerin kıyı mahallelerine geliyorlar. Jango gazetesi o ayın on birindeki baskısında ‘Kocalarıyla geldiler ya da kente geldiklerinde yeniden birleştiler’ diye açıkladı ve bir ad listesi yayınladı.
Ardından kocalar yitip gittiler. Bazıları hastalıktan öldü, çoğu da savaşta. Bazıları ailelerini yanlarına almadan başka kentlere göçtüler; bazı başka kadın aldılar ve eşlerin çocuklarıyla birlikte geride bıraktılar.
Kadınlar okuma yazma bilmiyorlar; hiçbir meslekleri yok, yalnız toprağı işlemeyi biliyorlar; ama hiç toprakları yok. Yanmış, yıkıma uğramış köylerden geliyorlar; ait oldukları öbeklerle – aile ve topluluklarla – bağlarını yitirmişler; kendileri gibi birer parya olan başka adamlarla yaşamaya başlamışlar. Şimdi erkekler gitti. Çocuklarla tek başlarına kalan kadınların bir şeyleri yok;hatta varlıkları bile yasalarca tanınmıyor.”
Ne kadar iç açıcı değil mi?
Oysa Cumartesi günü Ulusal Kanal’daki Gazeteci adlı izlencede konuğumuz olan, Sarı Sıcak Bir Pencere adlı çarpıcı kitabın yazarlarından Cüneyt Göksu, Füsun İkikardeş’in “sizi Küba’da, gezgin ve gazeteci olarak çarpan şey neydi?” sorusuna, gözünü kırpmadan şu yanıtı veriyordu: “ sokaklarda dolanan tek bir çocuk, ortaya bırakılmış yaşlı insanlar görmedik; ve bizi en çok etkileyen, toplumcu düzen konusunda kuramsal olarak bildiklerimizin günlük yaşama geçirilmiş olmasıydı; en uzak köye gittiğimizde, bütün öbür evler ne durumda olursa olsun, pırıl pırıl iki yapı vardı: okul ve sağlık ocağı ya da hastane.”
Zaten işte bu yüzden kitaplarının adı, sevgili Nâzım Hikmet’ten de esinlenerek, Sarı/Sıcak Bir Pencere! Hem de dünyanın bütün şımarık soyguncularının, tüketicilerinin yoksul diye nitelendirmekten büyük haz(?) duydukları o 11 milyoncuk alçakgönüllü halk yaratmış bu sımsıcak sarı pencereyi!
*
Ergun Çağatay’ı Cumhuriyet’teki fotoğraflarından anımsar mısınız bilmem? Ya da Orly’de, Amerikan uşağı Asala maşalarının patlattıkları tüple yaralanan insanlar arasında bulunduğunu ve küçük sakatlıkların dışında canını kurtardığını? Bu sabırlı, direngen dostumu nicedir özellikle İstanbul Fotoğraf Merkezi’ndeki sergilerde görüyordum; sürekli beni işliğine çağırıyor, gel yaptıklarımı gör, diyordu. Sonunda başardım ona gitmeyi; daha önce, ortak dostumuz Mehmet Kısmet uyarmıştı güzel bir fotoğraf kitabı çıkardığını; gidince gözüme inanamadım; Doğan Kuban’la ortaklaşa hazırladıkları büyük boy, sımsıkı metin ve fotoğraflarla dolu, 495 sayfalık dev bir yapıt: Türkçe Konuşanlar.
“Orta Asya’dan Balkanlar’a 2000 yıllık Sanat ve Kültür” alt başlığını taşıyan kitapta konu şu başlıklar altında ele alınmış: Dil ve Kimlik; Türk-Avrasya Simbiyozu; Din; Sanat ve Mimari; Güncel Sahne.
Metinlerle ilgili değerlendirmeyi işin uzmanları yapacaktır nasılsa; Ergun’un ele alınan her konu, ülke, halkla ilgili fotoğrafları soluk kesici. Meraklısı için gerçek bir görsel şölen.
İş Bankası Kültür Yyınları’na uğradığımda, Levent Cinemre bir kitap verdi: Mehmet Sarıoğlu’nun Bir Cumhuriyet Aydını: Mehmet Ali Kâğıtçıt’sı.
Ne acıklı değil mi? Cumhuriyetin varını yoğunu sat savur, sonra ilk kâğıt fabrikasını kuran yetenekli, özverili bir insanın kitabı yayınlansın, alay edercesine.
Deyip duruyorum ya küresel harakiri diye; işte onun en canlı kanıtlarından biri bu kitap. Bu kitabı basmak ne kadar değerbilirlikse, Türkiye’yi kâğıt fabrikaları da içinde, kolsuz kanatsız elsiz ayaksız bırakmak da o kadar korkunç! Bakalım bütün bunları yapanlar ilk dalgasının daha henüz yalnız savruntuları gelen küresel bunalımın altından sağ çıkabilecekler mi?
Berfin yayınevi de Kora adıyla iki kitap yayınlamış: Cazim Gürbüz’ün Gelin Ayırt Edin Ulan Bizi adlı gülmece öyküleri ile Sabri Kuşkonmaz’ın Soğuk Takvim adını taşıyan şiirleri.
Hadi gelin şimdi sevgili Fazıl Hüsnü Dağlarca ustayı bir şiiriyle uğurlayalım:
ŞİMŞEK
Samsun’daki at derisi damar damar
Mustafa Kemâl’in atı
Her gün 19 Mayıstır şahlanır durur hep
Gökyüzü kanıyla
Sanki damarları çatlar.
Dev yüreği dar
Yaşadığı binlerce koçaklama birer in
Ağzı kocaman bir soluk
Ağrı Dağıdır belki
Yelesi kar.
Yalazca yansıma var
Üzerinde mutlu çağlardan
Çakar şimşeğini anlatır hepimize
Özgürlükle başlamıştı
Özgürlükle uzayacak yollar.
Berfin/Bahar, s.129. Kasım 2008.
Ve Küba halkı, Mustafa Kemâl Atatürk gibi, devrimcilerin en insan- dünya severinin, Fidel’in mutlu bakışları altında, Devrimi’nin 50. yılını kutlamaya hazırlanıyor 2009’da; hem de insanlık tarihinde görülmemiş acımasızlıktaki 48 yıllık kuşatma, boğma girişimine karşın.
José Marti Küba Dostluk Derneği ile Nâzım Hikmet Kültür Merkezi, Küba ile dayanışma haftası düzenlediler 22-26 Ekim arasında; ilk günün etkinlikleri arasında, saat 18’de, Çağrı Kınıkoğlu ve arkadaşları ile Kübalı sinemacıların el ele hazırladıkları Nâzım’ın Küba Yolculuğu gösterildi.
Çağrı, filmini daha önce Havana Röportajı biçiminde düşünüp çekmişti; izlemiş, bayılmış, izlenimlerini yazıya da dökmüştüm; yeni, genişletilmiş biçimini aslında geçen Mayıs’ta, Feriye Sineması’nda göstermişti, ama haberim olmadığı için kaçırmıştım; dolayısıyla merakla bekliyordum, bekliyorduk Sevil, Nilgün, ben.
Çağrı’da sinema duygusu bulunduğunu o zaman da yazmıştım; Kübalı arkadaşlarıyla birlikte genişletirken o doğal yeteneğin yanına titiz bir çalışma, düşünme, elemeyi eklemiş, dolayısıyla en doyurucu sonuca ulaşmışlar: film çok yerinde bir seçimle, bütün dünyada sömürgecilere karşı ayaklanıp ulusal bağımsızlığı elde etmenin öncüsü Mustafa Kemâl’in Kurtuluş Savaşı’ndan görüntülerde başlıyor.
Filmin ana çatısı yine Havana Röportajı; dolayısıyla, Büyük Ozan’ın ağzından kendi geçmişi ve kimliği özetleniyor; ardından 1961’de Küba’ya yaptığı yolculuk; Küba halkıyla, Fidel’le, Kübalı yazarlarla, ozanlarla tanışıp konuşması geliyor; Sözcükler dergisinin geçen sayısın almış mıydınız bilmem? Orada, Nihal Akbulut’un çevirisiyle, bu gezi sırasında yapılmış söyleşinin ve kimi ozanların şiirlerinin çevirileri vardı. Çağrı ve Kübalı sinemacılar, çok yerinde bir değerlendirmeyle, o yazarlardan yaşayanları, söylediklerini katmışlar filme.
Biliyorsunuz, Küba Devrimi’nin unutulmaz öncülerinden Che Guevera: “Bir tanesi yetmez ,iki, üç, beş Vietnam gerekli dünyamıza!” demişti; filmde konuşan bilge insanlardan biri, “şimdi bayrak Küba’da”, dedi. Evet, sözün en gerçek, en tartışılmaz anlamında 11 milyoncuk o güzelim Küba halkında insan kardeşlerine hepimizi jet hızıyla cehenneme götüren anamalcı çılgınlıktan dönme yönteminin bayrağı.
Çağrı Kınıkoğlu, filmiyle Antalya Film Şenliği’ne katılmış; ama gazetelerde bu konuda tek sözcük okumadım, okuyamam da elbet: anamalcılığın bütün dünyaya yaşattığı şu korkunç bunalımın göbeğinde yurdumun yöneticileri, iş adamları kadınları, hiçbir şey üretmeyen işleyimcileri, gözümüzün içine baka baka: “gereken bütün önlemleri aldık (?!), bunalım bizi ya hiç etkilemez ya da şöyle bir değip geçer” diyorlarsa, Nâzım’ın Havana Yolculuğu’nda vurgulanan, anımsatılan olgulardan, doğrulardan kimse söz edemez bugün yaygın iletişim araçlarında. Dua edin de her şey denk düşsün, Çağrı bir yolunu bulup filmini sinemalarda gösterebilsin; o zaman en azından küçük mü küçük, alabildiğine ayrıcalıklı bir kesim gidip görebilir.
Filmin ardından, saat 20’de, Ruhi Su Salonu’nda çok önemli, doyurucu bir söyleşi vardı: Küba Devrimi ile Latin Amerika Devrimleri.
Söyleşiye, Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal; KKP Merkez Komitesi Uluslar Arası İlişkiler Bürosu üyesi Teresita Trujillo Hernandez; gazeteci Reinaldo Taladrid Herrero ; Venezüla İstanbul konsolosu José Bracho ve TKP. Genel Yazmanı Kemâl Okuyan katıldılar; José Marti Küba Dostluk Derneği İstanbul şubesi başkanı Oğuz Kavala yönetti. Ceren Tamgüler de konuklarımızın konuşmalarını kusursuz biçimde Türkçe’ye, bizim dildekileri de İspanyolca’ya çevirdi.
Sayın Abascal, her zamanki kendinden emin, dingin, sevecen kişiliğiyle, elli yıllık devrim sürecinin çarpıcı bir özetini yaptı; Teresita Hernandez, bütün dünyadaki “körüsel harakiri” yanlılarının, kurbanlarının sabahtan akşama ağızlarından düşürmedikleri “iyi ama bakalım daha kaç yıl, kaç gün dayanabilecekler?” sorusunu yanıtlamak üzere, Küba’da devrimin hangi sağlam temellere dayandığını; yaşanmakta olan, üstelik gittikçe ağırlaşacak bunalıma karşın, nasıl sapasağlam ayakta durduklarını, duracaklarını anımsattı. Reinaldo Herrero, öncelikle “düşmanı=ABD”yi ele aldı; yukarıda değindiğim gibi, Fidel’i ortadan kaldırmak üzere girişilen insanlık-ahlâkdışı denemeleri ele aldı.
Biz üçümüz, öncelikle Fidel’i ve güzelim halkını 1 Mayıs’ta Devrim Alanı’nda görebilmek için, 2006’dan beri üç kez gittik Küba’ya; ilk gidişimizde, büyük bir talihsizlikle, bir haftacık arayla bu büyük armağanı kaçırdık. Buna karşılık, Küba ve halkı konusunda en doyurucu kitabı, Sarı Sıcak Bir Pencere’yi yazmış olan Cüneyt Göksu ile Serpil Kılıç bu mutluluğa hem Devrim Alanı’nda,.hem Castro ile Chavez’in katıldıkları Alba toplantısında ermişler. Ancak biz de, Küba Dostluk Derneği’nde görüp edindiğimiz belgeselleri sayısız kez izlerken, Fidel’in o 638 öldürme girişiminden nasıl kurtulabildiğini açıkça gördük: ister onunla 50 yıldır 24 koyun koyuna yaşadığı Küba’da olsun, ister örneğin Harlem’de ya da Güney Amerika’nın herhangi bir ülkesinde, insanlar bu özü sözü bir, öbür insanları en az kendisi kadar sevip sayan varlığın benzersizliğini kusursuz biliyor; onu bağırlarına bastırıyorlar. Belgesellerden birinde, “çelik yelek giyiyor musunuz?” sorusuna, yeşil gömleğini açıp çıplak göğsünü gösterirken: “Bakın, benim yeleğim tensel değil, tinsel”diyordu; tastamam öyle: halkıyla, dünya halklarıyla arasında kimsenin aşamayacağı tinsel bir çelik bağ, zırh var.
Sayın Venezüla başkonsolusu José Bracho, çok haklı olarak, halkının Küba Devrimi’ne ve Fidel’e neler borçlu olduğunu anımsattı; böylece, Kübalı kardeşlerine, kardeşlerimize, hiç değilse bu söyleşi sırasında, 50 yıllık özverinin, çabanın, çilenin sözlü ödülünü tattırdı.
Kemâl Okuyan, SSCB’de yaşanan toplumcu denemenin ardından, Küba Devrimi’nin hepimiz, bütün insanlık için taşıdığı öneme değindi; 1961 Füze Bunalımı sırasında, Fidel’in ne kadar tutarlı, ahlâklı davrandığını; Kruçef’e “bırakın füzelerin topraklarımızda olduğunu, onları bizim istediğimizi dünyaya duyuralım”dediğini; SSCB yöneticisinin buna yanaşmadığını söyledi. Bu dediği doğruydu elbet; ama biz, Rebeca Chavez’in Fidel’li Dakikalar adlı filminde, şuna da tanık olmuştuk: füzelerin sökülüp götürülüşünden sonra, Fidel, canlı yayında, alıcıların karşısında önce kendi halkına, aynı zamanda bütün dünya insanlarına sesleniyordu:”ABD ile SSCB arasındaki bu pazarlıkta bize hiç danışılmamış olması, buradaki füzelerin Türkiye’dekilere karşılık olarak sökülüp götürülmesi toplumcu ilkelere de, ahlâka aykırıydı; bize danışılmış, bizimle konuşulmuş olsaydı, füzeler yine kaldılılırdı elbet, ama karşılığında şu Guantanamo üssü de oradan sökülüp atılabilirdi” diye haykırıp masayı yumrukluyor, ardından ekliyordu: “ama bütün bunlara karşın, füzeler giderse gitsin, biz Kongo değiliz; ya vatan ya ölüm; sonunda BİZ YENECEĞİZ!”
Evet, dünyanın en büyük parasal askersel gücüne sahip olduğunu sanan ABD başta, anamalcı soygunculara karşı 50 yıldır ayaktalar; hem de, bir lokma bir hırkayla yetinip dünyanın dört bir yanındaki kardeşlerine öğretmen, hekim, ilâç, bilgi, sevgi dağıtarak!
Okuyan’ın sözleri arasında “işçi sınıfı” da geçiyordu elbet; ancak, kanımca hep eski tanımıyla geçiyordu; oysa bırakın başka örnekleri, Küba Devrimi ve Fidel¸ bugünkü anamalcı soysuzluğun ürünü düzensizliği ortadan kaldırmak istiyorsak, yalnız kol işçilerini, işleyim işçileri öne çıkaramayacağımızı; 10 000 yıllık ataerkil, 200 yıllık anamalcı beyin yıkama yüzünden, kendileri tersini söyleseler bile, askerlerin, hekimlerin, öğretim üyelerinin, yöneticilerin de emekçi olduklarını çoktan somut olarak kanıtladılar. Yeryezünde emek verenlerle emeği ve onun yarattığı artıdeğeri sömürünlerden başka küme yok ki!
Kısacası, gerek Çağrı’nın filmi, gerek bu söyleşi, içimizi ışıttı; arkamda oturan gencecik kızın dediği gibi “ yaşama umudumuzu arttırdı”. Emeği geçen herkese yürekten alkış.
Ulus Dağı Yayınları, yeni kitabını gönderdi: Pedro Rosa Mendes’in Kaplanlar Körfezi adlı belge romanı. Bir zamanlar Portekiz’in sömürgesi olan, sevgili Kübalı gönüllülerin kurtuluş savaşlarında seve seve yanlarında çarpışıp can verdikleri Angola’dan ve Zambiya’dan, Mozambik’ten acılı, acıklı öyküler, çığlıklar içeriyor. Kısa bir alıntı yapayım:
“Acıların kadınları.
Teresa Chilambo, 35 yaşında; kocası savaşta ölmüş; evindeki dört kişinin geçimini odun toplayarak sağlıyor.
49 yaşındaki Alice Vissopa’nı bir parsellik küçük bir toprağı var; dört öksüze bakıyor. Öksüzlerin anneleri ölmüş; babalarından biri ormanda, öteki mayın tarlasında ölmüş.
31 yaşındaki Joasquina Nagueve’nin yeri çocuğu var; geçimini mayalı içkiler satarak sağlıyor. İki kocasından biri on beş yıl önce kaybolmuş; ötekiyse iki yıldır Luanda’da.
35 yaşındaki Adelia Jepele’nin kocası üç ay önce hastalıktan ölmüş; altı çocuğu var; geçimini mısır yemeği satarak sağlıyor.
….
1992 yılı Eylül ayında, Huambo sağlık merkezi, çevrede yalnız yaşayan anneleri, kayıkt altına almak için çağırdı. İki hafta içinde 693 kadın geldi. Sağlık merkezi yaklaşık 12.000 aileye, aşağı yukarı 70.000 kişiye hizmet veriyor. Her yüz kişiden beşi, yalnız kalmış anneler. Aslında kadınlar güvenlik kaygısıyla köylerden kentlerin kıyı mahallelerine geliyorlar. Jango gazetesi o ayın on birindeki baskısında ‘Kocalarıyla geldiler ya da kente geldiklerinde yeniden birleştiler’ diye açıkladı ve bir ad listesi yayınladı.
Ardından kocalar yitip gittiler. Bazıları hastalıktan öldü, çoğu da savaşta. Bazıları ailelerini yanlarına almadan başka kentlere göçtüler; bazı başka kadın aldılar ve eşlerin çocuklarıyla birlikte geride bıraktılar.
Kadınlar okuma yazma bilmiyorlar; hiçbir meslekleri yok, yalnız toprağı işlemeyi biliyorlar; ama hiç toprakları yok. Yanmış, yıkıma uğramış köylerden geliyorlar; ait oldukları öbeklerle – aile ve topluluklarla – bağlarını yitirmişler; kendileri gibi birer parya olan başka adamlarla yaşamaya başlamışlar. Şimdi erkekler gitti. Çocuklarla tek başlarına kalan kadınların bir şeyleri yok;hatta varlıkları bile yasalarca tanınmıyor.”
Ne kadar iç açıcı değil mi?
Oysa Cumartesi günü Ulusal Kanal’daki Gazeteci adlı izlencede konuğumuz olan, Sarı Sıcak Bir Pencere adlı çarpıcı kitabın yazarlarından Cüneyt Göksu, Füsun İkikardeş’in “sizi Küba’da, gezgin ve gazeteci olarak çarpan şey neydi?” sorusuna, gözünü kırpmadan şu yanıtı veriyordu: “ sokaklarda dolanan tek bir çocuk, ortaya bırakılmış yaşlı insanlar görmedik; ve bizi en çok etkileyen, toplumcu düzen konusunda kuramsal olarak bildiklerimizin günlük yaşama geçirilmiş olmasıydı; en uzak köye gittiğimizde, bütün öbür evler ne durumda olursa olsun, pırıl pırıl iki yapı vardı: okul ve sağlık ocağı ya da hastane.”
Zaten işte bu yüzden kitaplarının adı, sevgili Nâzım Hikmet’ten de esinlenerek, Sarı/Sıcak Bir Pencere! Hem de dünyanın bütün şımarık soyguncularının, tüketicilerinin yoksul diye nitelendirmekten büyük haz(?) duydukları o 11 milyoncuk alçakgönüllü halk yaratmış bu sımsıcak sarı pencereyi!
*
Ergun Çağatay’ı Cumhuriyet’teki fotoğraflarından anımsar mısınız bilmem? Ya da Orly’de, Amerikan uşağı Asala maşalarının patlattıkları tüple yaralanan insanlar arasında bulunduğunu ve küçük sakatlıkların dışında canını kurtardığını? Bu sabırlı, direngen dostumu nicedir özellikle İstanbul Fotoğraf Merkezi’ndeki sergilerde görüyordum; sürekli beni işliğine çağırıyor, gel yaptıklarımı gör, diyordu. Sonunda başardım ona gitmeyi; daha önce, ortak dostumuz Mehmet Kısmet uyarmıştı güzel bir fotoğraf kitabı çıkardığını; gidince gözüme inanamadım; Doğan Kuban’la ortaklaşa hazırladıkları büyük boy, sımsıkı metin ve fotoğraflarla dolu, 495 sayfalık dev bir yapıt: Türkçe Konuşanlar.
“Orta Asya’dan Balkanlar’a 2000 yıllık Sanat ve Kültür” alt başlığını taşıyan kitapta konu şu başlıklar altında ele alınmış: Dil ve Kimlik; Türk-Avrasya Simbiyozu; Din; Sanat ve Mimari; Güncel Sahne.
Metinlerle ilgili değerlendirmeyi işin uzmanları yapacaktır nasılsa; Ergun’un ele alınan her konu, ülke, halkla ilgili fotoğrafları soluk kesici. Meraklısı için gerçek bir görsel şölen.
İş Bankası Kültür Yyınları’na uğradığımda, Levent Cinemre bir kitap verdi: Mehmet Sarıoğlu’nun Bir Cumhuriyet Aydını: Mehmet Ali Kâğıtçıt’sı.
Ne acıklı değil mi? Cumhuriyetin varını yoğunu sat savur, sonra ilk kâğıt fabrikasını kuran yetenekli, özverili bir insanın kitabı yayınlansın, alay edercesine.
Deyip duruyorum ya küresel harakiri diye; işte onun en canlı kanıtlarından biri bu kitap. Bu kitabı basmak ne kadar değerbilirlikse, Türkiye’yi kâğıt fabrikaları da içinde, kolsuz kanatsız elsiz ayaksız bırakmak da o kadar korkunç! Bakalım bütün bunları yapanlar ilk dalgasının daha henüz yalnız savruntuları gelen küresel bunalımın altından sağ çıkabilecekler mi?
Berfin yayınevi de Kora adıyla iki kitap yayınlamış: Cazim Gürbüz’ün Gelin Ayırt Edin Ulan Bizi adlı gülmece öyküleri ile Sabri Kuşkonmaz’ın Soğuk Takvim adını taşıyan şiirleri.
Hadi gelin şimdi sevgili Fazıl Hüsnü Dağlarca ustayı bir şiiriyle uğurlayalım:
ŞİMŞEK
Samsun’daki at derisi damar damar
Mustafa Kemâl’in atı
Her gün 19 Mayıstır şahlanır durur hep
Gökyüzü kanıyla
Sanki damarları çatlar.
Dev yüreği dar
Yaşadığı binlerce koçaklama birer in
Ağzı kocaman bir soluk
Ağrı Dağıdır belki
Yelesi kar.
Yalazca yansıma var
Üzerinde mutlu çağlardan
Çakar şimşeğini anlatır hepimize
Özgürlükle başlamıştı
Özgürlükle uzayacak yollar.
Berfin/Bahar, s.129. Kasım 2008.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)